Makale

DEMOKRASİ SÜRECİ

DEMOKRASİ SÜRECİ

Halil SEVGİN
Diyanet İşleri Başkanlığı emekli
Başkan Yardımcısı

10-12 Aralık 1998 tarihleri arasında ODTÜ’de düzenlenen ve “Blanço 1923-1998: Türkiye Cumhuriyetinin 75 Yılına Toplu Bakış” adlı akademik kongreye “Tarihsel Açıdan Türkiyenin Demokrasi Deneyimi” başlıklı bir bildiri sunan Büyük Ortadoğu Tarihçisi Bernard Levis; Türkiye’de demokrasinin, ne tamamen ithal malı, ne de sadece 50 yıllık bir tecrübe olduğunu; Türk ve İslâm geleneğinde, Türkiye’yi demokratik yönetime yatkın kılan unsurlar bulunduğunu söylemiş ve Türkiye’de demokratik kurumların tarihinin 1808’deki sened-i ittifaka uzandığının altını çizmiştir.(l>
Biz bu âdil ve demokratik sürecin daha ötelere; İlâhî Vahye ve Saâdet asrına kadar uzandığını is- bâta çalışacağız.
Öncelikle $unu belirtmek isteriz: Peygamberimizin Medine’ye hicretini takiben yapılan anlaşma içerisine Yahudiler de alınmıştır. Anlaşmanın Ya- hudilerden bahseden kısımları özetle şöyledir. “Bize tabî olan Yahudilere gelince, onlara da yardım edilir. Onlar da müsâvî muameleye tabi olup zulme uğramazlar. Onlara da karşı gelinmez. Müslümanların sulhü birdir.”’2’
Yahudilerin dini kendilerine, Mü’minlerin dini kendilerine aittir. Muhammed’in müsâdesi olmaksızın kimse çıkarılamaz, intikam yasaktır. Yahudi- lerin nafakaları kendilerine, Müslümanların nafakaları kendilerine aittir.
Günümüzden yaklaşık 14 asır önce o zamanki dünyada; özellikle Arabistan’da hüküm süren bin bir türlü haksızlık ve zulme karşı, insan haklarını ve din özgürlüğünü kapsayan böyle bir anlaşmanın yapılması, mal ve can emniyetinin sağlanması, alışılmış şeylerden değildi. O günün şartlarında böyle bir vesikanın ortaya konması; insan hakları alanında yepyeni ve önemli bir çığırdır. İşte bu çığın açan İslâm’ın adalet anlayışı ve onu orta yere koyan da İslâm’ın yüce Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Yine bu yüce Peygamber Vedâ Hutbesinde bütün insanlığa özetle şöyle seslenmiştir;
Ey insanlar! Beni dinleyin, belki bu yıldan sonra sizinle bu mevkide bir daha buluşamam, bir Arab’ın Arap olmayan yabancıya, bir yabancının da bir Arab’a üstünlüğü yoktur. Çünkü bütün insanlar Adem oğullarıdır. Adem de topraktandır.
Kölelere gelince. Onlara kendi yediklerinizden yedirin ve giydiklerinizden giydirin. Onlar da Allah ’ın kullarıdır ve kötü muameleye lâyık değillerdir.
Câhiliyyet adetlerini ayağımın altına alıp çiğniyorum. Bütün kan gütme davaları kaldırılmıştır.
Ey halk! Sizin kadınlarınız üzerinde birtakım haklarınız vardır. Onlar sizin haklarınıza riâyet etmelidirler. Onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Onlara karşı iyi davranınız. Eşlerinize şefkatle muâmele ediniz.t4
Şu kısa malûmattan sonra; asılların aslı olan Kur’an-ı Kerîm’e dönmeyi, biraz da onu konuşturmayı uygun görmekteyiz.
Nisâ sûresinin 58. âyetinde meâlen “Allah size işleri ehil olana vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Doğrusu Allah size çok güzel öğüt veriyor. Şüphesiz, Allah işitmektedir, görmektedir.” buyrulmaktadır.
Görüldüğü gibi; ayet-i kerîmede emanet ile hakimiyetin birbiri ile yakın ilişkisinden dolayı ikisi birden aynı yerde emredilmiş ve emanet ile emir, adaletle hükmetme emrine takdim edilmiştir.
Bazı müfessirlerin beyanına göre âyet-i kerîmenin; Önce insanın Allah’ına karşı, sonra kendi nefsine karşı, daha sonra da insanlığa karşı olmak üzere, üç tür emaneti ihtiva ettiği ortaya çıkmaktadır.
Allah’a karşı olan emanete riayet; O’nun emirlerine harfiyyen riayet etmek, bütün azalarıyla Allah’a karşı gelmekten sakınmakla mümkündür. Kendi nefsine karşı emanete riayet; din ve dünyasında kendi hakkında en yararlı işleri yapmak, nefsini tehlikeye düşürmemektir. İnsanlara karşı emanete riayet ise; halkın hukukuna saygı duymak, onları aldatmamak, kendisine tabi olan kimselerin insanca yaşamasını sağlamaktır.
Aynı sûrenin 59. âyetinde ise; “Ey inananlar! Allaha itâat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itâat edin.” buyrulmaktadır.
Her iki âyet-i kerîmede de; İslâm idare hukukunun en esaslı hükümlerine işaret olunmakta ve İslâm toplumlarından, ilk ve en önemli vazife olarak kendisine ehil ve muktedir bir devlet başkanı seçmesi ve bu suretle de adil bir devlet mekanizması meydana getirmesi istenmektedir.
Bu önemi vurgulamak amacıyla Peygamber Efendimiz de; “Devlet makamı, millet tarafından ehil olmayan kimselere saltanat tahtı yapılıp oturtuldu mu, o millet felaketi gözlemelidir.” 1,1 buyurmuştur.
Aslında sadece asr-ı saadete takılıp kalmaya da gerek yoktur. Zira; Fransız büyük ihtilalinden (1789) sonra, 17 maddelik insan hakları beyannamesi yayınlanırken, ihtilalciler hazırlık esnasında bütün dinlerin hukuk sistemlerini tetkik etme ihtiyacını duymuşlar ve bu çalışma komisyonunun en etkili simalarından olan La Fayette: “Ey şanlı Arap, aşkolsun sana! Adaletin ta kendisini bulmuşsun” diyerek, Kur’an’ın adalet ve hürriyet prensiplerine hayranlığını ifade etmiştir.
Bütün bunları üst üste koyduğumuzda, Prof. Bernard Levis’in de haklı olarak değindiği gibi İslâm’ın bünyesinde; Demokratik sistemin, adalet anlayışının ve insan haklarına saygının temellerinin daha 14 asır önce atılmış olduğunu açıkça görürüz.
Keşke bunları yeterince görebilsek, derinliğine duyabilsek, ve gerektiği şekilde anlayabilsek... İşte o zaman emaneti ehline tevdi etmeyi başarır; ehliyetli idareden de adaleti, hukukun üstünlüğünü, kalkınma için yeterli çabayı ve yeniden yapılanmayı bekleyebiliriz.

1- 12 Aralık 1998, Milliyet.
2- Hatemü’l-Enbiya, 207.
3- Hatemü’l-Enbiya, 208.
4- Hatemü’l-Enbiya, 421.
5- Tec. Ter, 12/201, 313.