Makale

HAYIR ÖĞÜDLÜ OLUN

HAYIR ÖĞÜDLÜ OLUN

İbrahim EKEN

Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Bir güz günü idi. Oturmuş güneşli bir duvar dibine, etrafında halkalanan gençlere hararetle anlatıyordu. Bir anlatış tarzı vardı ki, hiç unutamıyorum. Bazan tok bir sesle kentlisine arslan edası veriyor, bazan da bir düşman pususuna düşme endişesiyle kısık sesle telkine çalışıyordu:

“Gaye, bir istikbâl kazanmaktır. Bir makama ermek, pâye sahibi olmaktır. Gaye, bir şeye baş olmak, başkalarına hükmetmektir. Gaye, istediğin kapıyı, iste­diğin anda açabilmektir. Gaye, her işini her zaman ve her yerde yapabilmektir. Bunun için de kazanmak. Para kazanmak! Para kazanmak lâzımdır. Kazan sen, korkma. Onu elde ederken kusurların olursa, varsın olsun, onu kazandın mı suç­larını Allâh’a bile affettirirsin. Fakat sen para kazanamıyor isen, malın ve rütben yoksa dünyada hiç bir şeyin olmayacaktır. Daha gençsiniz, size istikbâl lâzım. Hem ne için çalışıyorsunuz, bir istikbâl kazanmak için değil mi?”

Bu sözler, bana büyük bir ızdırab olmuştu. Yâ Rab! Ne hâle gelmiştik. Bir hayli de yaşlanmıştı. Yaşı elliyi bulmuş, hâlâ dalâlette kalmıştı. Daha da acı tarafı vardı. İdlâl ediyordu. Hem de gençleri, çocukları idlâl ediyordu. Onlara gayenin kazanmak, para kazanmaktan ibaret olduğunu anlatmak istiyordu. Hat­tâ, para kazanabilmek için Allâh’a da isyân etseniz zararı yok, diyordu. Bir gün o para ile suçlarınızı Allâh yanında affettirirsiniz, diyordu.

Bu ne büyük gafletti yâ Rab) “Allâhü Teâlâ Kitâb-ı ilahisinde ins ve cinni beni tanısınlar, bana ibâdet etsinler, diye yarattım.” buyuruyordu. Bununla, ga­yenin Allâhü Teâlâ’nın emrine uymak, O’na kul olmak olduğunu bildiriyordu. Cenâb-ı Kâdir-i Mutlak Hazretleri “Malınız ve evlâdlarınız sizi Allâh’ın zikrin­den alakoymasın, böyle yapan kimseler dünyâ ve âhirette hüsrâna uğrayacak bed­bahtlardır.” buyuruyordu. Allâhü Teâlâ dünyalık için, Allâh’a isyân etmek şöyle dursun. O’nun zikrinden gâfil olmanın dahi dünyâ ve âhirette perişanlık olduğunu bildiriyordu. Yine Cenâb-ı Hak, “Dünyâ hayâtı, oyun ve lebviyattan ibârettir.” diyerek dünyâ hayâtının basitliğini bize anlatıyordu. Şu halde bu yaşı elliyi aşmış ihtiyar yanılıyordu. Yanılması kendinde de kalmıyor, gençleri de aldatıyordu. Durdum; gençlerin daha fazla zehirlenmelerini istemiyordum. Dedim ki:

— Beyefendi, müsaade eder misiniz? Benim de diyeceklerim var: Bundan otuz sene evvel ben de çocuktum. Yine sizin gibi, hattâ çok daha yaşlı ihtiyarlar, güneşli günlerde bir duvar dibinde otururlardı. Biz de oyunu bırakır, o nur yüzlü, iyi kalbli insanların etrafında halkalanırdık. Onlar da bize anlatırlardı. Amma sizin söylediklerinizden başka şeyler söylerlerdi. Hele bir gün, seksen yaşındaki İpek Mehmed amcanın söylediklerini hiç unutamıyorum:

— “Evlâdlarım, bakın ben ihtiyar oldum. Dünyâda zengin insanlar arasındayım. Fakir olduğum günler de geçti. İzdırab nedir bilmiyorum. Gelin size rahat olmanın sırrını öğreteyim: Dünyâda ve âhirette rahat olmanın sırrı, insanın ken­disini kendisine muhtaç olanın esâretinden kurtarmasıdır. Bunun mânâsını an­latacağım sizlere: Dünyânın bir çok nimetleri var, yavrularım: Para, servet, ka­dın, evlât... Hâsılı buna benzer şeyler. Bunlar, insanı kendisine çeken şeylerdir. İnsan ister ki parası, malı, mülkü olsun, hem de çok olsun. Amma bir düşünür­seniz bu şeylerin hepsi sana muhtaçtır, insana muhtaçtır. İnsan olmasaydı bu paralar, mallar, mülkler olur mu idi? Olsa ne işe yarardı, hiç bir kıymet taşı­mazdı. Şu dünyâ hayâtımı tamamladığım zaman, bu malların ve servetlerin ne kıymeti kalır benim için! Eğer insan bir gün yok olacak olan dünyâ malına gön­lünü kaptırırsa, hiç bir zaman râhat edemez. Her gördüğü zararla berâber kalbin­den bir parça gider. Her harcadığı kuruş, etinden kopan bir parça haline gelir. Artık o her an acı içindedir. Her an muzdaribdir. İşte bu ızdırabdan kurtulup huzur içinde kalmanın yolu, gönlü bunun elinden kurtarmaktır. Sakın yanlış anlamayasınız yavrularım; Dünyâyı atınız, onu elinizden çıkarınız demiyorum. Dünyâya sâhib olunuz, onun esiri olmayınız. Çalışınız, çalışmanızı Allâh’ın emri ile yapınız. Kazanınız; yalnız helâl olan yerlerden kazanınız. Başkalarına zarar vererek elde ettiğin kazanç senin için dünyâ ve âhirette yüktür, vebâldir. Sakın öyle kazancı istemeyiniz, her aldığınız nefeste Allâh’ı anınız. Sakın Hâlık’ı unut­mayınız. Şunu iyi biliniz ki, Allâh’ın nasîb etmediği kazanca ulaşmanız müm­kün değildir. İnsanları, hayvanları seviniz. Onlara karşı dâimâ merhametli olu­nuz. Bu merhametiniz Allâh için olsun, menfaat için de değil. Allâh’ın emri ile hareket etmekten asla çekinmeyiniz. Allâh’dan korkunuz, yalnız Allâh’dan korkunuz. Allâh’ın emrinde kaldığınız zaman, zarar göreceğinizi söyleyenler varsa sakın inanmayınız. O söz, şeytan sözüdür. Aldanmayınız. Çünkü gâye. Allâh’a ulaşmaktır; O’nun rızâsına erişmektir. Korkmayınız, siz O’nun emrinde dâim olunuz. Allah sizin yardımcınız olacaktır. Rızâsının yollarını bizzat size Cenâb-ı Hak gösterecektir, öyle va’d ediyor: “Bizim yolumuzda mücâhede edenlere, bize giden yolları biz gösteririz.” buyuruyor, diyordu.

Şimdi daha iyi anlıyorum. Ne büyük insandı İpek Mehmed amca. Bu gün de böyle hayır öğüdlü İpek Mehmed amcalara muhtaç değil miyiz ki?