Makale

TEFSİR-İ ŞERİF

TEFSİR-İ ŞERİF

Osman KESKİOĞLU

MEÂL-İ MÜNİFİ

“De ki: “Ey mülkün sâhibi olan Allâh‘ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çeker alırsın. Dilediğini aziz kılarsın, dilediğini zelîl edersin. Hayır, yalnız Senin elindedir. Muhakkak Sen her şeye kâdirsin.”

“Geceyi gündüze katarsın, gündüzü geceye katarsın, ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Dilediğine hesabsız rızk verirsin.”

(Âl-i İmrân Sûresi, Ayet: 26-27)

Her muvahhid mümin inanır ki, Allâh Mâlikü’1-mülktür. Kâinatın tek ve gerçek sâhibi O’dur. Mevcûdâtı O yarattı. Yerlerin ve göklerin melekûtü O’nundur. Mülkünde ortağı yoktur. Mutlak tasarruf O’nundur. Var eden, yok eden, yaşatan, öldüren, dirilten hep O’dur. Mülk’ün başkasına izâfeti mecâzidir. Her Müslüman, İslâm şâiri Akif’le beraber şu ikrârı tekrarlar:

İlâhî, Mâlik ul-Mülk’üm diyorsun: Doğru, âmermâ

Hakiki bir tasarruf var mıdır insan için? Asla!

(Safâhat)

Ezeliyet ve ebediyet O’nun fermânına boyun eğmiştir. “Kün” emriyle vücud bu­lan kâinatın her zerresi bu emri duymuş ve O’na uymuştur. Yaratıldıklarında yerler ve gökler emrine münkâd olarak itaatla O’na gelmişlerdir.

(Fussilet: 11)

Bâzıları buradaki müîk ü Nübüvvet ve galebe ile tefsir ederler. Şübhesiz bun­lar da hep ilâhi tasarrufâttandır. Allâhü Teâlâ Peygamberliği dilediğine verir.

(En’am:124)

İstediğini muzaffer kılar. Hiç mağlûp olmayan tek galip O’dur.

(Enfal:10)

Bütün kâinat Kudret-i Külliye sahibi kâdir-i mutlak olan Allah’ın mülkü olduğuna göre onda yalnız O’nun hükmü hâkim, O’nun kazâ ve kaderi, irâde ve tedbiri câridir. Madde ve kuvvet O’nun irâdesine bağlı, O’nun kanûnuna tâ­bidir. Kul için mutlak olarak bir tasarruf yoktur. Kimse meşiyet-i İlâhiyye dışına çıkamaz. Tarihe bir bak, nice renkli örnekler var: Bugün ikbâl ile evc-i felekte uçarken yarın tahtiyle, saltanatiyle yere düşüp sürünenler pek çok. Demek ki, Allâh dilediğini aziz kılar. Ona devlet verir, saltanat ve şevket verir, servet ve kudret verir. Bunları kötüye kullanınca da istediğinden onları geri alır. Onları zelil eder; kötülüklerinin cezası olarak bakir ve perişân olurlar. Hayat bu gibi sayısız hâdiselere sahne olmuş, tarih bu kabil misâllerle dolmuştur. Nice azamet ve gurur sâbibi hükümdarlar devrilmiş, tacım tahtını kaybederek bahtsız bir uşak derecesine inmiştir. Nice milletler çökmüş, devletler göçmüş, taçlar uçmuştur. Biri düşerken diğeri kalkmış, dünyâya yerleşmiş, izzet ve şevket sâhibi olmuş, nam ve şan salmıştır. Biri ikbalde, diğeri idbarda, biri kemâlde, diğeri zevâlde. Biri i’tilâ ve terakki ederken diğeri inhitat ve tereddi içinde. İnsanlık târihinin ibret çekici hazin sahifeleri böyle dolmuş. Onları ibret gözüyle okuyup can kulağı ile dinleyenlere ne mutlu!

Görülüyor ki, Allâh dilediğine izzet ve saltanat ile mülk ve servet ile, mal ve iyâl ile aziz kılar. Kimini de fakrü zarûrete duçâr eder. Darlık içinde bıraka­rak ihtiyaç ile hakir ve zelil düşürür. Sıhhatle aziz kılar, hastalıkla zelil eder. Zaferle aziz kılar, hezimetle zelil eder. Cemâl-ü Kemâl ile, ilim ve ahlâkî fazi­letlerle üstün, kılar, sefâhetle, cehâletle perîşân eder. Hayır - severlikle, sevapla aziz kılar; şer ve ikabla zelil eder. Hayat sahnesinde görünen bu renkli tahay­yüller, değişik hâdiseler müselsel bir mâcerâ gibi uzayıp gider. Atalarımız da dün­yânın varlığına güvenme, yokluğuna gücenme, demişlerdir.

Bu âlemi yokken vâr eden Allâhü Teâlâ’nın kâinattaki mutlak tasarrufuna diğer bir misâl de şudur: Gece ile gündüzü birbiri ardı sıra öyle bir düzene koy­muş ki, gâh gece gündüzden alıyor, gâh gündüz geceden alıyor. Kışın geceler uzuyor, günler kısalıyor. Yazın bunun aksi oluyor. Meselâ saat 6, kışın gece iken yazın gündüz oluyor. İzafî bir şey olan 24 saatlik zamanın bir kısmı aydınlık, bir kısmı karanlık oluyor. Birbirine aktarılıp giriyor. Zaman, Allah’ın takdiri üzere ebediyyete doğru akıp devam ediyor.

İlâhî kudrete diğer bir misâl: Kendisinde hayat eseri gözle görülmeyen ölü hâlindeki nutfeden canlı mahlûk çıkarır. Menideki tohumcuklardan insan ve hayvan meydana gelip doğar. Diri olan hayvandan da ölü çıkar. Vâkıâ nutfedeki tohumlarda bil-kuvve hayat var, fakat bil-fiil hayatta değil. Bu bakımdan ölü hük­mündedir. Canlı mahlûklar hem ilk madde, hem de gıdâ bakımından cansız olan toprağa bağlı. İşte hayvanlar âleminin bir kısmı bu vasıftaki nutfeden oluyor. Diğer bir kısmı da yumurtadan çıkıyor. Nebatlar âlemine bak. Çekirdekten ağaç yetişiyor, ağaç çekirdek veriyor. Hayat böyle devam ediyor. Bu âyetlerde felekle­rin deverân ve nizâmına, hayâtın tavır ve devâmına dikkat çekilmektedir.[1]

Hasan-ı Basri’den ve Selmân-ı Fârisî’den rivayet olunduğuna göre: îmanla diriltir, küfürle öldürür. Mü’minin kalbi imanla diridir. Kâfirinki küfürle ölüdür. Hayâtın mânâsı imanla kaimdir.

“İmansız olan paslı yürek sinede yüktür.”

Milletlerin hayâtında da bu böyle câridir, ölmüş sanılan bir milletten dipdiri bir millet çıkar. Hasta denilen bir millet canlanır, ayağa kalkar, yeni hamlelerle kalkınır, yükselir. En yakın târihimizde bunun canlı bir örneğini şâir şöyle dile getirmiş:

“Nasıl bir zinde millet çıktı göndüm, hasta sinenden.”

Varlıkta, her şey Allâh’ın kudretine delil. Her şeyde O’nun izzet ve celâli, azamet ve kibriyâsı, ihsan ve keremi, lûtfu rahmeti tecellî etmekte. Varlığa vücud veren O, nizam veren O, devam veren O. Her birinin hayat ve bekasını ha­zırlayan O, Fayyâz-ı mutlak O, en yüce Hak O. Kâinâtı O’nun feyz ü in’âmı kaplamış. Mahlûkatın rızkını takdir etmiş, her birine istihkakına göre vermiş. Di­lediğine bol verir. Lûtfu keremi çok, hazînesinde darlık yok. Bütün hayırlar O­nun elinde. Ondan geliyor, Sinan. Paşa’nın Tazarruât’ından şu satırları beraber tekrarlayalım:

“Alimsin, ilmine gayet yok. Kadirsin, kudretine nihâyet yok. Kahhârsın ki, celalin satvetiyle her mevcûd makhûr, Rahmansın ki, cemalin tecellâsiyle her şerre mesrûr. Semi’sin ki, sem’ine âlet yok. Basîrsin ki, basarına âfet yok. Müridsin ki, irâdetine illet yok, Hâlıksın ki, mahlûkuna nihâyet yok.

Cevvâds ki, bahışışına garaz yok. Hay’sın ki, hayâtına maraz yok, Kayyûmsın, âlem Sen’inle kaaim. Feyyazsın, cihan feyzınla dâim. Mevcûdsun, mekansız, dâimsin zemansız. Vehhâbsın, kemine bahşışın varlık. Razzâksın ki, hazînende yok yokluk. Vârissin ki, evvel dahi Sen mâlik, Bâkîsin ki, bâkîsi cümle halik.”

Müfessirler, bu âyetlerin sebeb-i nüzûlü olarak şunu zikrederler: Ahzâb har­binde Medine’i Münevvere etrâfına müdâfaa için hendek kazarken sert, büyük bir kaya çıktı. Resûl-i Ekrem’e haber verdiler. Gelip kazmayı mübârek ellerine aldı. Taşa vurmaya başladı. Her vuruşta etrafa kıvılcımlar saçılıyor, ateş çıkı­yordu. Bu ateşin, aydınlığında Peygamber Efendimiz, Kisrâ’nın kasırlarını, Kayser-i Rûm’un (Bizansın) saraylarını, Yemen ve San’a’nın köşklerini gördüğünü. Ashabına müjdeledi. Muhâsara altında bulundukları, serbestçe kazâ-yı hâcet için bile çıkılamayan bir sırada verilen bu müjde, ye’si boğan bir ümid ışığı oldu. Çok geçmeden bu haberin mucizeleri gerçekleşti. Çelikle sert taştan çıkan ateşin ışığı­nın aydınlattığı yerleri, artık imân ışığı aydınlattı, o yerleri Müslümanlar fethet­tiler.

Allâme Ebu’s-Suûd Efendi, bu âyetlerin tefsirinde der ki: “Bâzı kitaplarda şöyle bir Hadîs-i Kudsî var: “Ben Allâhu Azîmüş’şân’ım. Pâdişahlar pâdişâhı­yım. Hükümdarların kalbleri ve nâ s iyeleri benim elimdedir. Kullar Bana itâat ederse. Ben de onları, kullarım hakkında rahmet kılarım. Yok eğer kullar Bana isyân ederse. Ben de onları onlara ukubet lalarım. Onun için hükümdarlara kız­mayın. Siz asıl Bana dönün, tevbe ve rücû edin ki, onları size meylettireyim.”[2] “Lâyık olduğunuz şekilde idare olunursunuz.” Hadisi de bu meâldedir.

Kâinatın her zerresinde kaadir Allâhın mutlak hakimiyeti tecelli etmekte, yerlerin ve göklerin melekûtu Onun yed-i kudretinde durmakta, her seste ve her nefeste O’nun âheng-i celâli duyulmaktadır. Yerde, gökte, canda, tende O’nun hüküm ve meşietı, ilâhi nizamı câridir. Varlık Onundur ve O’nun hükmündedir.



[1] Ziya Paşa, hikmet dizisi halindeki Terci-i Bendinde bu âyetlerin meâlîne şöyle işaret eder:

“Eyler sabâh şâmi-vü leyli nehir eder,

Sayfi kılar şifâ vü hazanı bâhâr eder.

Nez’-ı hayat-ı hay eder, emvata can verir,

Eyler gubârı âdem vü cismi gubûr eder.

Yüz yılda bir vücudu kılup genc-i mârifet,

Ahır yerin nişimen-i hak-i mezar eder.

Arif odur ki, muterif-i acz olup ZİYA,

Bu hâdisât-ı câriyeden itibar eder.

Mülkünde HAK tasarruf eder keyfe mâ-yeşâ,

İsterse kevni yok eder, İsterse var eder.”

[2] Ebû’s-Suûd, İrşâdü’1 - Akli’s-Selîm, c. I, s. 346.