Makale

TAATLA RIZIK ARASINDA İRTİBAT

TAATLA RIZIK ARASINDA İRTİBAT

Yakup İSKENDER

Hiç şüphe yok ki, bütün kâinatı yoktan var eden Yüce Allah her can­lının rızkını da bizzat kendisi tekeffül etmiştir. Cenâb-ı Hak, meâlen şöy­le buyuruyor: “Yer yüzünde yaşayan bütün canlıların rızkını vermek Allah’a mahsustur” (Hud, 6).

Bununla beraber Yüce Allah, her şeyin varlığını mutlaka bir sebe­be bağlamıştır. Ve bu, değişmez bir ilâhî kanundur. Evet, her canlının rızkını Allah tekeffül etmiş, fakat kimseye de: “Hiç çalışma, rızkını ara­ma, sır üstü yat, uzan, keyfine bak, karnın acıktı mı, canın ne isterse he­men yanına gelir” buyurmamış, bilâkis, insanları çalışmaya, rızıklarını aramaya teşvik etmiştir. Ezcümle, Yüce Allah meâlen şöyle buyuruyor: “Allâh’ın sana verdiği şeylere, âhiret yurdunu da gözet, dünyadaki na­sibini de unutma” (Kasas, 77). “İnsan ancak çalıştığına erişir” (Necm, 39). Resûlü Ekrem (S. A.) de: “Rızık kapısı, arş-ı a’lâ’dan yerin dibine kadar açıktır. Allah, her kulu sa’y ve gayretine, rızık peşinde koşmasına göre rızıklandırır” buyuruyor.

Cenab-ı Hak (Rahman) sıfatının icâbı olarak bu rızıkları verirken mü’mini, kâfiri, mutii, âsiyi, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırmadan her­kesin sa’yı gayretine göre vermiştir. Çünkü, Allah-u Teâlâ, üzerinde yaşa­dığımız bu dünyayı ceza veya mükâfat yeri olarak yaratmış değildir. Bu­rasını çalışma yeri ve imtihan sahası olarak yaratmıştır. Aynı zamanda O, yalnız müslümanların değil, bütün âlemlerin Rabb’ıdır. Bu itibarla şu geçici dünyada —kendi katında zerre kadar değeri olmayan— dünya metaını, kendisine inananlar ile inanmayanlar arasında hiç bir fark gözet­meksizin vermektedir. Resûlü Ekrem (S. A.) bir hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyuruyorlar:

“Eğer bu dünya Allah indinde sivrisineğin kanadına muâdil olmuş olsaydı, bir kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” Demek ki, dünya me­tal gözümüze ne kadar güzel, ne kadar cazip, ne kadar tatlı görünürse görünsün, haddi zatında, dünya hayatı, dünya metaı, eğlenceden, oyun­dan ve ziynetten başka bir şey olmadığındandır ki, Allah onu sevmediklerine de aynı şekilde ihsan etmektedir. Cenâb-ı Hak bu mevzuda meâlen şöyle buyuruyor: “Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, ara­nızda öğünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olma dâvasından ibaret­tir.” (Hadid, 20).

Rivayete göre, mü’minlerden bir cemaat, Resûlü Ekrem (S.A.)’e: “Allâh’ın düşmanlarını bolluk içinde görüyoruz, halbuki, biz açlıktan helâk olduk.” demişler. Bunun üzerine, Ali İmran Sûresi’nin 196-197 nci âyetleri nâzil olmuştur. Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak meâlen şöyle buyur­maktadır: “İnkâr edenlerin diyar diyar dolaşması —sakın ey Muhammet— seni aldatmasın; az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer Cehennemedir (o ne kötü duraktır)”.

Şu gerçek de unutulmamalıdır ki, ne fakr ve zaruret içinde kalan o fedakâr müslümanlar, müslüman olduklarından ötürü bu hale düşmüş­ler, ne de bolluk ve nimet içinde yaşayan o kâfirler, inkâr ettiklerinden dolayı bu lütf ü kereme mazhar olmuşlardır. Tarihîn naklettiği üzere, her peygambere önce ümmetinin zayıfları, fakirleri ve yoksulları tâbi olmuşlardır. Resûlü Ekrem (S.A.) Efendimizi de ilk uyanlar çoğunluk­la fakir kimselerdi. Mal ve servet sahibi müslümanlar da, din ve Allah uğrunda mallarını, mülklerini müşriklere terkederek hicret etmişlerdi. Medine’deki hali vakti biraz yerinde olan müslümanlar da mallarını Medine’ye hicret etmiş olan muhacir kardeşleriyle paylaşarak gayet basit bir hayat yaşamaya mecbur kalmışlardı. Diğer taraftan Allah korkusun­dan mahrum, katı yürekli, azılı İslâm düşmanları, biçare müslümanların mallarını, servetlerini ellerinden aldıkları gibi, evvelce de zayıf kimsele­ri, öksüzleri, yetimleri ezerek zûlümle ellerinden mallarını alırlar ve en münbit arazileri mülklerine geçirirlerdi. O devirde müşriklerin iktisadî durumlarının iyi olması, işte bundan dolayı idi. Fakat, gün geçtikçe za­fer kazanan müslümanlar Allâh’a olan sarsılmaz imanları sayesinde hem İslâm dinini dünyaya yaymaya çalışmışlar, hem de ziraat, ticaret ve sa­nata önem vererek İktisadî durumlarını geliştirmişler ve karanlıklar içe­risinde bocalayan milletlere, hattâ bütün dünyaya gerçek medeniyet, ilim ve irfân kapılarını açmışlardır. İslâm dinini gerçek mânasiyle anlayan bu insanlar, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaları için ve yarın ölecekmiş gibi de âhiretleri için çalıştılar. İşte o devirlerde müslümanlar, huzur ve saa­det içinde yaşadılar. Sonra maalesef müslümanlar arasında yeni yeni gö­rüş ayrılıkları meydana çıktı, bazıları, kaderi, tevekkülü yanlış mâna­larda tefsire kalkıştılar. İnsanları gerçek tevekküle değil, atâlete, tembel­liğe sevkettiler. Dolayısiyle müslümanlar dünyanın her tarafında bugün­kü acıklı duruma düştüler. İslâmiyet’in ilk çağlarında her sahada dev adımlarla ilerleyen ve bugünkü dünya medeniyetine ışık tutan İslâm me­deniyetinin duraklaması, hattâ gerilemesi ne kadar acıklıdır! Çünkü İs­lâm dini “İki günü müsavi olan aldanmıştır” tezini ileri sürerek müslümanları daima ileri götürmeğe çalışırken, onların, kendilerine ışık tut­tuktan milletlerden geri kalmaları gerçekten çok üzücüdür.

Müslüman olmayan milletler gözlerini açtılar; Kur’ân-ı Kerîm’in: “İnsan ancak çalıştığına erişir” meâlindeki özlü ifadesini kendileri için düstûr ittihaz ederek, vakitlerini değerlendirmeyi bildiler ve vadedildiği gibi çalışmalarının mükâfatını da gördüler ve görmektedirler de. Eğer bu ciddî ve sistemli çalışmayı, Allâh’a inanan, onun emirleri dışına çık­maktan korunan, dolayısiyle, O’nun gösterdiği yoldan giden gerçek müs­lümanlar, yapmış olsalardı, Rab’larından kendilerine mükâfat olarak, kendi emeklerinin üstünde, daha üstün başarıya ulaşacaklar ve işlerin de kazançlarında ayrıca bir bereket ve geçimlerinde, yaşayışlarında ger­çek huzur ve saadet bulacaklardı. Bunu Kur’ân-ı Kerîm bizlere açıkça bil­diriyor. Cenâb-ı Hak, meâlen şöyle buyuruyor: “Eğer kasabaların halkı inanmış ve bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı onlara göğün ve ye­rin bolluklarını verirdik. Ama yalanladılar; bu yüzden onları yaptıkları­na karşılık yakalayıverdik?” (A’raf, 96). “Eğer onlar Tevrat’ı ve İncil’i ve Rab’lerinden kendilerine indirilen Kur’ân-ı gereğince uygulasalardı, üstlerinden ve ayaklarının altlarından —yani her yönden— nimete ermiş olurlardı.” (Maide, 66). “And olsun ki, Tevrat’tan sonra Zebur’da da yer­yüzüne ancak salih kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık.” (Enbiyâ, 105). “Rabb’iniz: “Şükrederseniz, and olsun ki, size karşılığını arttıracağım; nankörlük ederseniz, bilin ki, azâbım pek çetindir” diye bildirmişti.” (İbrahim, 7). “De ki, doğrusu Rabb’im kullarından dilediğinin rızkını ge­nişletir ve ona bir ölçüye göre verir; sarfettiğiniz herhangi bir şeyi o ye­rine koyar, çünkü O, rızık verenlerin, ey hayırlısıdır” (Sebe, 39). “Allah, kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye bir kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rızık verir.” (Talâk, 2-3). “Dedim ki, Rabb’inizden bağışlanma dileyin, doğrusu O, çok bağışlayandır ki size gökten bol bol yağmur indirsin; sizi mallar ve oğullarla desteklesin; sizin için bahçeler var etsin, ırmaklar akıtsın” (Nuh, 10-11).

Bugünkü müslümanlar bu nimetlerden mahrum bulunuyorlarsa, iş­lerinde kolaylık, kazançlarında bereket bulamıyorlar ve yaşayışlarında huzur ve saadetin hasretini çekiyorlarsa, sırf kendi kusurlarının cezası­nı çekiyorlardır. Bu İlâhî va’de nâil olamamışlarsa demek ki, Allah’a olan imânları kâmil bir imân değildir. O, boş bir iddiadan ibarettir ki, öyle bir imânın ne dünyada faydası olur, ne de âhirette. Cenâb-ı Hak, imanları tam olan mü’minleri meâlen şöyle tanıtıyor: “Mü’mmler ancak, Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, âyetleri okunduğu zaman, imânları ar­tan ve Rab’larına güvenen, namaz kılan, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf edenlerdir. İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır’’ (Enfal, 2-4).

Diğer taraftan Allah Teâlâ, insanlardan bazılarının durumlarını or­taya koymak için, onları denemek üzere bazılarına bol nimetler ve yük­sek makamlar lütfeder. Onlar da bu nimetlere mazhar olduklarından ötü­rü, O’na şükretmeleri ve bu nimetleri, O’nun emirleri gereğince sarf etmeleri gerekirken, bilâkis, nankörlük yapar veya kendilerini Allah ka­tında diğer insanlardan daha üstün sayarak gururlanır ve: “Allah bizi daha çok sevdiği için sizden üstün kıldı.” derler ve buna aldanırlar da “Bu nîmet belki, bizi denemek için Allah tarafından bize lütfedildi.” demeği asla akıllarından geçirmezler. Hattâ bazıları daha ileri giderek bu nimetleri vereni bile tanımaz ve Karun gibi: “Biz bunları kendi bilgilerimizle, kendi zekâmızla ve kendi meharetimizle kazandık.” demek küstahlığında bile bulunurlar. Halbuki, Allahu Teâlâ sırf onları denemek için bu nimeti onlara lütfetmiştir. Yoksa böyle bir nimete nâil olmaları ne zekâ­larının çokluğunu, ne de Allah katında diğer insanlardan üstün oldukla­rını gösterir. Bu konuda Cenâb-ı Hak meâlen şöyle buyuruyor: “Bir in­sanı Rabb’ı denemek için ona iyilik edip, nimet verdiği zaman ‘Rabb’ım beni şerefli kıldı, der” (Fecir, 15). İnsanların bazılarını da Allahu Teâ­lâ kıtlıkla, işlerinde, ticaretlerinde başarısızlıkla dener. Fakat ne yazık ki, bu gibiler de: “Bu musibet belki, Allah tarafından bizi denemek için başımıza geldi.” demeyi yine akıllarından geçirmezler. Allahu Teâlâ ay­nı sûrenin 16. âyetinde de meâlen şöyle buyuruyor: “Ama onu sınamak için rızkını bir ölçüye göre verdiği zaman: “Rabb’im beni hakir düşürdü, bana ihanet etti, der.”

İşte insanın tabiatı, insanın yaratılışı... Eğer maddiyatçılardansa, yukarıda arzettiğim gibi ben bu zenginliği, bu serveti kendi bilgimle, kendi aklımla, kendi becerikliliğimle kazandım, diye iddia eder; dindar kimselerden ise, bir başarı elde edince, bir makama yükselince veya bir nimete kavuşunca “Allah’ım beni çok sevdiğinden bana lütufta bulundu”; dindar kimselerden değilse “Rabb’im bana ihanet etti, der”. Kurtubî’nin “Tefsir” inde rivayet ettiği bir Kudsî Hadîste: “

— Allahu Teâlâ, hayır Ben kat’i surette şerefli kıldığım kimseyi çok dünyalık vermekle, şerefli kılmam, ihanet ettiğim kimseye de az dünya­lık vermekle ihanet etmem. Şerefli kıldığımı ancak bana itaati sebebiyle şerefli kılarım, ihanet ettiğime de ancak bana mâsiyeti dolayısiyle iha­net ederim.” buyrulmaktadır.

Hülâsa, yapılan bu açıklamadan anlaşıldığı gibi, tâatle rızık arasın­da irtibat vardır. Fakat bu, şu demek değildir ki, inanmayanlar ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, Allah onları rızıklandırmaz ve müslümanlar da hiç çalışmasalar dahi Allah onlara bol bol rızık ihsan eder. Allah, çalı­şanlara, çalıştıklarının mükâfatını mutlaka verir. Dünya için çalışana, dünyalık, âhireti için çalışana da onun ecir ve sevâbını ihsan eder. Bu umumî olarak heskes için böyledir. Ayrıca, Allahu Teâlâ kendisine gere­ği gibi kulluk yapan sevdiği kimselere, sevmediklerinden fazla olarak, işlerine kolaylık, rızıklarına bereket, alış verişlerinde hayırlı kazançlar sağlar ve bütün meşrû işlerde kendilerine yardımcı olur. Dolayısiyle her şeyde muvaffak olurlar. Bunun aksine olarak az çalışma ile çok şeyler elde etmek veya çok çalışma ile pek az şey kazanmak veyahut iyi insan­ların başına büyük felâketlerin gelmesi ve kötü kimselerin de hiç yoktan büyük nimetlere konmaları veya yüksek makamlara ulaşmaları... bu gibi hâdiseler de hiç şüphesiz onların durumlarını ortaya koymak için Allah tarafından kendilerine bir imtihandır. Ne nimete kavuşanın bundan ötürü öğünmeğe hakkı var, ne de mûsibete dûçar olanın bundan dolayı üzülmesi gerekir.