Makale

İSLÂMİYET'TE ŞÜKRÜN DEĞERİ

İSLÂMİYET’TE ŞÜKRÜN DEĞERİ

Şerif KANUN

Akhisar Müftüsü

Hepimiz iyi biliyoruz ki, Cenâb-ı Hak biz kullarına sayısız nimetler ihsan etmiş­tir. Rabbımıza olan vazifelerimiz arasında bilhassa nimetlerine şükr etmek çok mü­himdir. Bu mühim vazifeyi yerine getirdiğimiz müddetçe hem maddi ve hem de mâ­nevi REFAHA kavuşmamız elbette mümkün olur. Aksi takdirde yâni: Allâh’ın ni­metlerine şükr etmediğimiz ve bu nimetlere lâzım gelen ihtimâmı göstermediği­miz takdirde özlediğimiz refaha kavuşma bir hayâlden ibaret kalır. Nitekim Kur’ân-ı Mübin’in sûresinin (7.) âyetinde bu hususa işaret buyurulur.

“Ey kullarım, eğer siz benim verdiğim nimetlere şükrederseniz, ben sizlere verdiğim nimetleri artırırım. Eğer şükretmez ve nankörlük yaparsanız nimetleri eksiltirim ve benim azâbım elbette çok acıdır.” buyuruluyor.

Görüyorsunuz ki, nimetlere şükredildiği takdirde nimetlerin artırılacağını Cenâb-ı Hak Hazretleri bizzat Kitab-ı Mübîn’i vasıtasiyle haber veriyor. Bu açık haber karşısında bizlere düşen vazife, nimetlere karşı olan şükr vazifemizi lâyıkı veçhile yapmak ve nimetlere gereken ihtimamı göstermektir. Esasen bu vazife din! olduğu kadar insani bir ödevdir de. Bu meyanda diğer bir âyet’i celllede Cenâb-ı Hak: “Ey kullarım, siz beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin ve sakın küfrân-ı nimet etmeyin.”

Peygamber Efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde: “Allâh’ın nimetlerini anmak şükürdür, terki ise küfrân-ı nimettir. Kim aza şükretmezse, çoğa da şükretmez ve kim insanlara teşekkür etmezse Allâh’a da şükretmez.”

Bizler bugüne kadar nimetlere şükretmeyi yanlış anlamışız. Bizim şükrümüz, su içtikten sonra (Şükür Yâ Rabbi) yemek yedikten sonra da (El-Hamdü li’llâh) demekten ibâret kalıyor. Yâni karnımızı doyurduktan ve susuzluğumuzu gider­dikten sonra söylediğimiz (El-Hamdü li’llâh şükür) demek, haddi zâtında Allah’ın bizlere verdiği nimetlere karşı tam mânasiyle yapılan bir şükür olamaz. Bu, sadece toplu bir şükürdür. Bununla Allâh’n bizlere verdiği nimetlere şükür vazifemizi yapmış sayılamıyız. Allah’ın bizlere verdiği nimetlere tam mânasiyle şükür vazifemizi yapmış sayılabilmemiz için şu dört mühim husûsa dikkat etmeliyiz:

1 Elimizde mevcut nimetler kimin tarafından verilmiştir?

2 Ne için verilmiştir?

3 Nereye kullanılır ve nereye sarfı gerekir?

4 Bu nimetler verilmeseydi ne olurdu?

İşte bu husûsların derin derin düşünüp sonunda gereken olumlu hareketi yap­tığımız ân, nimetlere tam mânasiyle şükretmiş oluruz. Şükrün, temeli de bu dört esasa dayanır. Bu dört esastan mâna ve rûhunu almayan şükür, hiç bir zaman tam mânasiyle şükür olamaz.

Yazımızın başında Allâh’ın nimetlerinin sayılamıyacak kadar çok olduğunu söylemiştik. Nitekim yazımıza mesned olan âyet-i celilede bu husûs sarahatla be­lirtiliyor:

“Ey insanlar! Sizlere ne lâzımsa ve ne istiyorsanız Rabbınız vermiştir. Eğer siz Allâh’ın sizlere ihsân buyurduğu nimetleri saymaya kalkışırsanız sayamazsı­nız ve bunu başaramazsınız. Zirâ Allâh‘ın nimetleri sayılmıyacak kadar çoktur. Muhakkak ki İnsan, nimetlerin şükründen çok gâfil ve bunlara karşı çok nankör­dür.”

Kâinattaki bütün varlıkları ve bütün zerreleri incelediğimiz zaman görürüz ki, her varlık, insanın faydasına yaratılmış birer nimetten ibâbettir.

Cenâb-ı Hak, Bakare suresinin bir âyetinde bu husûsu şöyle belirtiyor:

“O Allah öyle bir Allâh’tır ki, arzda bulunan her şeyin kâffesini sizin için yarattı. Yani arzda bulunan her şey de sizin faydanıza yaratılmış birer nimetten ibarettir.” Hadd-i zâtında bu böyledir. Her şeyde bizim için bir fayda vardır. En çok zararımıza olduğunu zâhiren gördüğümüz varlıklarda dahi...

Bu nimetler meyânında bir de vücut nimetimizi düşünelim: Ne muazzam bir nimettir bu! Bu nimet karşısında insanın hûşû duymaması ve şükretmemesi cidden elinden gelmiyor. Zirâ insan, bugün birçok şeyi yapabiliyor. Hattâ FEZA fethine bile muvaffak oluyor. Amma görüyorsunuz ki ufak bir vücut yapamıyor ve yapamıyacak da... Ayrıca vücudda vazife gören göz, kulak, ağız, burun, el ve ayaklar gibi organlar, bunlar insan hayrına hizmet eden büyük nimetlerdir. Bu organların birini veya birkaçını kaybetmiş insanların durumlarını gözümü­zün önüne getirdiğimiz zaman, bu nimetlere nasıl şükredilmesi icap ediyorsa öy­lece şükreder ve daha çok bu nimetlerin kadr-ü kıymetini takdir ederiz.

Meselâ: Göz nimetinden mahrum birini düşünelim. Tabiatın binbir çeşit güzelliğini, renk renk muhteşem eserleri, âbideleri, şırıl şırıl akan sulan, an­ne ve babasını, akraba, eş ve dostlarını, cam gibi sevdiği evlâtlarını ve bilhassa Kur’ân-ı Kerîm gibi kitâb-ı ilâhîyi ve nice nice şeyleri görmekten mahrum ve bunların hiçbirini hiçbir zaman göremiyor. En sâdık dostu, elinde bulunan bas­tonundan başka bir şey değil. Kulağından mahrum olan da kezâ böyle, he­le dilinden mahrum olmak... Bunlar ne acı şeyler değil mi? İşte bu bedbaht­ların durumlarını teker teker incelediğimizde bu nimetlerin şükrünü edâ etmeyi vicdâni bir borç, ilâhi bir vazife sayar, kadr-ü kıymetlerini de daha iyi takdir ederiz. Bu nimetlerin de şükrünü edâ etmek için yukarıda arzettiğimiz gibi kimin tarafından verildiğini, ne için verildiğini ve nerede kullanılması icap ettiğini çok iyi bilmemizle mümkün olur.

Meselâ: Göz bir nimettir. Bunun kimin tarafından verildiğini, ne için verildiğini ve nerede kullanılması gerektiğini iyi bilmek gerekir. Gözünün Allâh tarafından verildiğini, Kâinatı ve Kâinatta da Allâh’ın ibret dolu eserlerini müşâhede etmek için verildiğini ve hayırlı şeylere bakmak, faydalı eserler oku­mak, gerek dînen ve gerekse kânunen yasak olan şeylere bakmamakta kullanıl­ması icap ettiğini bildiğimiz ve buna göre hareket ettiğimiz an, bu nimetlerin şükrünü tam mânâsiyle edâ etmiş oluruz.

Şükür hakkında bir menkıbe nakledeyim:

(Sırr-ı Sakatî Hz. leri Cüneyd-i Bağdâdi’yi yedi yaşında iken Hacca götü­rür. Harem-i Şerifte 400’den fazla ulemâ arasında ŞÜKRÜN ne olduğu hak­kında mübâhase cereyan ediyormuş. Sırr-ı Sakati’nin emriyle Cüneyd-i Bağdâdi Hz. Ieri: “Cenâb-ı Hak’kın sana ihsân etmiş olduğu nimetle kendisine âsi olma­yasın ve ilâhî nimetlerini ma’sıyete sermâye yapmayasın.” İşte şükür budur diye buyurmuşlardır.)

Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm da bir münâcâatında: İlâhi, ben Sana nasıl şükredeyim ki, o şükür de bana bir nimettir. Ona dahi bir şükür gerek, o şükre de bir şükür gerek, dedi. Cenâb-ı Hak da bunun üzerine Hz. Dâvuda: “Şimdi sen bana tamam şükreyledin” buyurdu. Haddi zâtında Cenâb-ı Hak’kın bizlere ihsan buyurduğu nimetleri ona isyanda kullanmamak ve nimetleri günah olan ha­reketlere sermaye yapmamak, nimetlere karşı yapılan en büyük şükürdür. Bugün millet olarak bir kısmımız maalesef bu davranıştan yoksun yaşamaktayız. Elimi­ze geçirdiğimiz nimetleri hayırlı yerler ve işlerde değil, Allâh’ın hoşuna gitmeyen, dînimizin yasak kıldığı kötü ve şer yollarına harcamaktayız. Bakınız sizlere biz­zat şahidi olduğum bir olayı nakledeyim:

Bir gün bir lokantaya gitmiştim. Bir masaya oturdum. Tam karşım­da da üç kişi yemek yiyorlardı. Kılık ve kıyafetleri de düzgündü. Bir ara ne gö­reyim: Bunlardan ikisi bir parça ekmekle ağızlarını, dudaklarını sildiler ve ek­meği masanın altına atıverdiler. Bu olayı görünce tüylerim ürperdi. Ve içimden yükselen bir ses beni ikaza zorladı. Masamdan kalkıp yanlarına yaklaştım ve eğilerek lisân-ı münâsiple, bu yaptıktan hareketin doğru olmadığını söyledim ve nimete bu şekilde davranmanın dinimize mugayir olduğunu belirttim. Bana cevaplarında: Sizi ilgilendiren bir husus değildir. Sizden öğüt dinlemeye değil, karnımızı doyurmaya geldik, dediler ve bir de alayvarî güldüler. Ben vazifemi yaptığım için müsterihtim. Ve yanlarından ayrıldım. Belki beni tanımıyorlardı. Sanki tanısalar ne olacaktı. İlâhî duygu ve dini terbiyeden yoksun insanlara hiç ikaz tesir eder mi? İşte bizde nimete saygı anlayışının bir açık örneği.

Gelin bir de Belediye çöp tenekelerini görelim. Parça parça atılan ekmekler, artık yemekler, inanın, ki insan bunları gördüğü zaman değil, anlatır­ken bile vicdan azâbı duyuyor. Bir gazetede okuduğuma göre, İstanbul’da bir ayda Belediye çöp kutularına atılan ekmekler, bir haftada 100 bin kişiye yetecek miktarda imiş. Bu ne hazin manzaradır yâ Rabbi. Hem fakirlikten bah­seder ve hem de nimetleri böylesine ayaklar altına alırız. Sonra da binlerce döviz yatırarak hâriçten buğday ihrâcına çalışırız. Ve hem de medenî milletler se­viyesine ulaşamadığımızdan, millet olarak üzüntü duyarız. Fakat bu isrâfı ve bu nimetlere karşı saygısızca davranışı hiç mi hiç düşünmeyiz. Bizler bu dâva­larımızı hallettiğimiz gün medeni milletler seviyesine ulaşmakta gecikmiyeceğiz kanaatındayım. Cenâb-ı Hak bir âyet-i celîlede meâlen: “Ey kullarım, nimetle­rimden dilediğiniz kadar canınızın istediğini yiyin, için, fakat döküp saçmayın, isrâf etmeyin. Nimeti ayak altına almayın.” buyuruyor.

Cenâb-ı Hak cümlemizi nimetlere şükreden ve küfrân-ı nimet etmeyen kullarından eylesin.