İNSAN HAKLARI’ NA MUKÂYESELİ HUKUK AÇISINDAN KISA BİR BAKIŞ
Prof. Dr. Ali ŞAFAK*
Allah’ın halk ettiği sayısız varlıklar arasında özel bir yeri işgal eder insan. Her bilim dalı insanı çok farklı yönleriyle ele alır. O, bir muammadır her yönü ile. Madde ve ruhu İle. Keşifler ve bilimsel gelişmeler hep onun uğrunadır. Yüce yaratan yarattıklarının tümünü onun emrine musahhar kılmıştır. İnsanoğlu asırlar boyu, üstesinden gelebildiği her şeyi enirinde kullanmış ve kullanmaktadır. Onun tek ve asıl görevi yaratanına hizmettir, O’na kulluktur. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulur:
Ey Muâz! Allah’ın, kullar üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?
— Allah ve Resulü bilir.
— Allah’a İbadet etmeleri ve ona hiçbir şeyi şerik (ortak) koşmamalarıdır.
Kulların Allah üzerindeki haklanma ne olduğunu bilir misin?
— Onu da ancak Allah ve Resulü bilir.
— Onlara azap etmemesidir.” (Buhari, Tevhid 1. Müslim, İman 48, 49, Tirmizi, İman 18).
İşte Yüce Yaratanın lütfü ve merhameti budur. Ne var ki, yaratılış gayesini unutan insana, insanlığını öğretme uğruna da yine Allah (cc) tarafından ve insanlar arasından olmak üzere bir kısım peygamberler gönderilmiştir. Zira “İnsan kendisinin başı-boş bırakılacağım mı sanıyor?” (el-Kıyâme 75/36). Elbette insanın da bir kısım görevleri vardır. Bu da yeryüzünde fitne ve fesad çıkarmadan yukarıdaki anılan görevini eksiksiz, kusursuz yerine getirmesidir.
Yaradılışça zayıf olan insandan “İnsan zayıf yaratılıştı olduğundan, Allah sizden yükü hafifletmek ister...” (Nisâ 4/28). Mükellefiyet bakımından İSLÂM, İnsanı büyük ölçüde serbest bırakmıştır. Eğer bir kısım sıkıntılar, çekişmeler, kavgalar mevcutsa ortalıkta, bu; “Kendi elleri ve ihtiyarlan ile öne sürdükleri küfür ve zulüm yüzünden onlara herhangi bir musibet geldiği zaman; Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber göndereydin de biz de ayetlerine intiba edeydik, mü’minlerden olaydık ya, diyecek olmasalardı,.,” (el-Kasas 28/47) buyurulmuş, çeşitli âyet ve hadislerde İnsanın bu zaafı ve yanlış davranışına yer verilmiştir.
Demek ki, mükerrem bir yapı ve yaratılış sahibi olan insanoğlu, şayet bir kısım maddi ve manevî rahatsızlıklarla karşılaşıyorsa, duruma göre gözle görülemeyecek, mikroskopla zor fark edilecek bir hücrenin esiri, tutsağı haline geliyorsa bütün bunlar hep kendi elleri sebebiyledir. Nitekim, “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesad ve bozgun çıkmıştır...” (Rum 30/41). Pek tabii ki, bu davranışlarının da dünyevî bir kısım sorumluluğu gerektirdiği ilâhî ve beşerî hukuk sistemlerinin kabul ettiği bir durumdur.
HUKUK SİSTEMLERİNİN İNSANA BAKIŞI
Konuya hukukî perspektifle bakıldığında, İNSANIN, ilâhî ve beşerî hukuk sistemlerinde değerlendirilişi bir ölçüde farklılık arz etmektedir. Meselâ İslâm’a göre İNSAN; yaratılışı itibariyle temiz, suçsuz ve günahsız yaratılmıştır. Bir diğer ifadeyle “İnsan, İslâm fıtratı üzere yaratılmıştır.” O nedenle de “Berâet-i zimme asildir.” (Mecelle md. 8) genel kuralı hâkimdir. Oysa Hristiyanlığa ve Hristiyan düşünürlere göre insan, doğuştan suçlu olarak doğar, ezelî günahın sorumluluğunu tevârüs eyler. İşte bu günahın etkisinden kurtulabilmesi için de din adamı papazlarca vaftiz ve takdis edilmesi gerekir. Kişi hayatında iyilikler ettikçe o ezelî günahın sorumluluğunu üzerinden bir ölçüde kaldırmış olur. Yine bu sebepledir ki, klâsik Hristiyan hukuk telakkisinde kişiler temelde suçlu bir nazarla değerlendirilir. O nedenle de orta ve yeniçağ hukuk anlayışında kuşkuyla bakılan insanın yapabileceği ve yapamayacağı hususlar temel hukuk metinlerinde tespite çalışılmıştır. Benzeri değerlendirmeler Yahudi, Hindu vs. dinlerinde, sistemlerinde de görülür.
Modern hukuk sistemleri de kaynaklandığı kültür ve din muhitine, anlayışına göre İnsanı değerlendirmekte, davranışlarına hukuk normlarıyla müdahale etmektedir. Özellikle de klâsik hukukçularla, neo-klasiklerde bu durum çok daha açık ve net olarak görülür. İşte bu yanlış telakkilerin İmam Şafii’den, Ali Kuşçu’dan, Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan çok sonra gelen Lombroso ve Beccaria vb. antropologlar, cezacılar sarsmışlar, Batıda insan-suç ilişkisine yeni yaklaşımlar getirmişlerdir. Suç tipolojileri, doğuştan suç işleme eğiliminde olabilecek karakterler, marazı suçlular üzerinde durmuşlardır ki, bu konular onlardan çok önce Müslümanlar arasında adı geçen âlimler ve benzerlerince ele alınmıştır.
İslâm’da suçsuzluk temel esastır, eşyada asıl olan mubahtık ve serbestliktir. Yine orada “Def-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır.” (Mecelle md.30) temel esastır. Nitekim ilâhî sistemlerin tümünde ve İslam’da temel amaç; kötülükleri ve kötülüğe götüren vesileleri ortadan kaldırmaktır: Herkesin bu konuda birleşmesi istenilir. Bunun sonucu olarak da toplumda çıkar paralelliği, Tevhid inancının toplumda hâkimiyeti amaçlanmıştır. Diğerlerinde ise çıkar çatışması, çıkar sağlamada rekabet ortamı serbest hale getirilmiştir. İktisada Adam Smith’in de ifade ettiği üzere günlük hayatta "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” temel ilkedir. Nasıl yapar? Nasıl geçer? Onu kişinin ve toplumun çıkarları belirler. Serbest girişim denilen anlayış işte o zamanda çıkar çatışmalarının aşırı boyutlara ulaştığı ortamda kişilerin hak ve hukukunda sınırlama söz konusu olmuştur. Bir yandan da kurallar gölgesinde çok aşırı çıkarlar temin edilmiş, gelir dağılımı ve bölüşümündeki dengeler bozulmuştur. Dine dayalı hukuk sistemlerinde davranışların ahlakiliği, uhrevileri üzerinde durulmuş, olan ile olması lâzımgelen hukuk kuralları bir arada düzenlenmiştir. Lâik-materyalist hukukta ise işin sırf o andaki maddî-materyal yönü ele alınıp, ona göre yaptırımları sevkedilmişir. Orada hukukun ahlakiliği, ideal yanı yoktur. Esasen düşünülmez de. Yine o sistemlerde ilk ve son insan ve toplum olarak düşünüldüğünden ölüm ötesi, yüce yaratıcı ve ona olan görevler hukuk normları dışında bırakılmıştır.
Bir diğer İfadeyle İlâhî sevgi ve ona İnançla bağlanma duygusu yerine insan sevgisi ve onu mabudlaştırma duygusu “hümanizm” hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Hümanizm hukuka hâkim kılınmak istenilmiştir. İşte öyle olunca da hukuk evrenselliğini yitirmiş, ona milliyetçi bir vasıf, kazandırılmış ve o yönde düzenlemeler yapılmaya, güçlülerin koyduğu hukuk kuralları ve sistemleri oluşturulmaya başlanmıştır. Tıpkı Roma Hukuku, German Hukuku, Anglo-Sakson Hukuku vs. gibi.
İNSAN HAKLARI AÇISINDAN MESELEYE BAKIŞ
Yirminci asır ve belki de 1789 Fransız İhtilâli sonrası yaklaşık iki yüz yılı aşkın bir süredir batının gündemini işgal eden temel konuların başında İNSAN HAKLARI gelmektedir. Ulusal ve uluslararası platformlarda hukukçuları, yönetenleri, devletleri hep meşgul edegeldiği gibi hâlâ da uğraştırıp durmaktadır. Yukarıda kısaca değinildiği gibi çıkar çatışmasının ve ezelî günahın kişilere hâkim olduğu düşüncesinin yaşandığı Batı toplumlarında, Müslümanların dışındaki toplumlarda, kendisine kuşku ile bakılan insanları serbest bırakmamak İçin hak ve hürriyetlerini belirleyelim, derken aslında onun hareket serbestliğini sınırlamışlardır. İşbu sınırlamada kim güçlü ise o, kuralları hep nalına keseri gibi kendi tarafına yontmuştur. Tıpkı ortaçağ kilise babalarının kilise hukuku kurallarım (canon law) kendi lehlerine, Fransız İhtilâlcilerinin, İnsan Hakları Beyannamesindeki kuralları kendi lehlerine olarak kiliseye ve dine karşı biçimde uygulayışları, A.B.D. de ise eyâletlerarası varılan anlaşmalarda yer alan hak arama hürriyeti İle İlgili kuralları beyazların lehine, diğerlerinin aleyhine olacak biçimde uygulayışları gibi.
İşte bu ters anlayış ve uygulamaların önüne geçmek için de yine başta Batılılar olmak üzere dünya devletleri bu asırda zaman zaman bir araya gelerek insan haklarını metinler halinde tanımlayıp güvence altına almaya çalışmışlardır. Meselâ;
• 26 Haziran 1945 tarihli Birleşmiş Milletler Antlaşması (111 maddelik),
• 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (30 maddelik)
- 4 Kasım 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (66 maddelik) ve buna ek protokoller.
- 1 Ağustos 1975 tarihli Helsinki Nihai Senedi veya Avrupa Güvenlik ve
İşbirliği Konferansı Sonuç Belgesi,
- 3 Ocak 1976 tarihli Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (31 Maddelik),
- 23 Mart 1976 tarihli Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi (54 maddelik),
- 26 Kasım 1987 tarihli İşkence ve Gayri insani Davranıştan veya Cezanın önlenilmesine Dair Avrupa Sözleşmesi (23 maddelik),
- 16 Haziran 1988 tarihli İşkence ve Başka İnsanlık dışı Zalimane ve Onur Kırıcı Davranış ve Cezaya Karşı Sözleşme (33 maddelik),
- 21 Kasım 1990 tarihli Yeni Bir Avrupa İçin PARİS ŞARTI, insan haklan mevzuunda hep birer kilometre taşı olarak karşımıza çıkmakta, ülkelerin başta millî anayasaları olmak üzere diğer birçok temel yasaları ona göre düzenlenmektedir. Hatta düzenlenmek mecburiyeti söz konusudur. Bu metinlerin her- birisinin başlangıç kısmında ve maddelerinde;
"İnsanlık ailesinin tüm üyelerinde bulunan onuru ve onların eşit ve ayrılmaz haklarını tanımanın dünyada özgürlük, adâlet ve barışın temeli olduğunu... Birleşmiş Milletler Genel Kurulu İlân eder.”
“Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez.” (İHEB md. 9), “Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkı vardır. Bu hak, din veya inancını değiştirme özgürlüğü ile, din veya inancım tek başına veya topluca, açık veya özel olarak ibadet öğretme, uygulama ve gözetme yoluyla açıklama hürriyetini de kapsar...” (İHAS md. 9/1) gibi pek çok ferdî, sosyal, ekonomik ve kültürel hakları düzenlemektedir.
Bir diğer ifadeyle yeni uluslararası metinlerde insanoğlunun temel hak ve ödevleri bunların sınırları ayrıntılı bir biçimde düzenlenmeye çalışılmıştır. Bu metinler pratikte pek çok kavram kargaşasına yol açmakta, güçlü devletlerce farklı standartlar geliştirilip ülkelerden ülkelere farklı biçimde uygulanmaktadır. Şu anda erişilen son durumlara ve sonuçlarına bakılınca insan haklan mevzuunda ne kadarlık bir mesafe alındığı kolayca fark edilecektir. Ne var ki, insan haklarının hukuk metinlerinde uzun uzun sıralanması amaca ulaşmada yeterli olmamaktadır. İnsana ne kadar saygılı davranılmaya çalışılırsa da sonuçta ezilen, temel hakları çiğnenen, zulme, haksızlıkların her çeşidine maruz kalan yine insan olmaktadır.
İNSAN HAKLARI KONUSUNUN İSLÂMÎ BOYUTU
İslâm Hukukunun, kültür ve medeniyetinin geldiği, yayıldığı, hâkim olduğu toplumlarda bu konunun algılanışı batıya ve günümüz uluslararası telâkkilerine göre bir hayli farklılıklar arz etmektedir. Bu muhitte İnsanların; din farkı, milliyet, ırk farkı gözetilmeksizin yapamayacakları şeyler (haramlar-yasaklar) sayılmış, onun dışındaki bütün hareketler ve eşya İnsan İçin mubah hale getirilmiştir. İslâm kültür muhitinde insan bir sirk varlığı, bir sirk hayvanı gibi düşünülüp de hareketleri ve haklarının neler olduğunun tanımı ve tespiti yönüne gidilmemiştir. Ve orada aynı yönetim içerisinde yaşayanlar arasındaki inanç farklılıktan, farklı milliyetlere, ırklara mensup olma kavga için sebep olarak gösterilmemiştir. Orada yıkıcı ve bölücü türde zararlı düşünceler eyleme dönüştürülmedikçe cezalandırılmamıştır. Bir doğuştan suçluluk, bir engizisyon olayı, bir genosit suçu söz konusu değildir. Dünya genelde; İslâm Diyarı ve Düşman Diyarı şeklinde iki kategoride düşünülüp düzenlenmiştir. Anlaşmalı ülkelerle hep sulh anlaşması hükümleri ve şartlan tatbik edilmiştir.
İşte bu ve benzeri nedenlerledir ki, Müslüman yönetimlerde yasalarda temel yasaklar yer almıştır. Böyle bir toleranslı geniş özgürlük ortamında ilim, fen, teknoloji, güzel sanatların her türü son derecede gelişme kaydetmiştir. Ne zaman ki, bu hürriyetler kötüye kullanılır olmuş işte o vakit “Seddi-terâyl” denilen, serbestîleri sınırlama cihetine gidilmiştir. Buna, günümüzde “Hakkın kötüye kullanılmasına, hukuk müsaade etmez/’ ilkesi denilmektedir. Özgürlüklerin, temel hakların sayılmadığı bir hürriyetçi anlayışın hâkim olduğu Müslüman muhitinde bunu hazmedemeyen bağnazlar zaman zaman çıktığı gibi, fesatçılar da çıkmıştır. Ama hepsinde de yumuşaklılık politikası izlenmiştir. Zira Peygamber Efendimiz “Yeryüzündekilere merhametli olmayana gökteki Yüce Yaratan da merhameti! olmaz.", “Merhamet etmeyene merhamet etmeyiniz.” buyurmuşlardır (Buhar!, Tevhid 2, Edeb 18,27. Müslim, Fedâil 65,66. Tırmizî, Birr 12, 16 vs.).
İslâm ceza hukukunda da yine bir kısım temel suçlar sayılmış ve bunların yaptırımları belirtilmiştir ki, toplam yedi veya sekiz grup ağır suçlardır. Bunların dışındaki günahların, hukuk dışı davranışların cezalandırılması, onlara yaptırım türünün tayini; hukukun temel ilkeleri doğrultusunda Kitap ve Sünnete aykırı düşmemek koşullarıyla yönetici ve kadılara bırakılmıştır. Böyle bir cezalandırma siyaseti (Penoloji) sonucudur ki, suçların türünde, yaptırımlarında bir fazlalık görülmez. Bir yerde hakkın kötüye kullanılması söz konusu olmadıkça suçtan da söz edilmemekteydi. Bu tür bir cezalandırma siyaseti ve müsamaha anlayışı ile yönetilen müslümanlar muhitinde iç ve dış siyasette meydana gelen zayıflamalar, buna karşılık batıda oluşan güçlenmeler sonucu Osmanlılara yapılan baskılar, özelikle azınlık haklan mevzuunda meyvesini vermiştir.
1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları ile temel İnsan hakları ve azınlıkların haklan konusu gündemimize girmeye başlamıştır. Sanki Osmanlıda o güne kadar kişilerin böyle bir hakları yoktu da Batıklar sayesinde bu haklara Osmanlı tebaası da kavuşturulmuş gibi bir kanaat verilmiştir. Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Zira Müslümanlar asırlar boyu hep şuna inanmışlardır:
“Elçiye düşen görev ancak apaçık bir tebliğdir. Sonrası Allah’a kalmıştır...” (Nûr 24/54 vs.), “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim şeytanı tanımayıp da Allah’a iman ederse o muhakkak ki, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah Hakkıyla işitici ve kemâliyle bilicidir.” (Bakara 2/256).
SONUÇ
Uluslararası oluşturulup imzalanan en son metinlerden "Yeni Bir Avrupa İçin PARİS ANLAŞMASI”nın “insan Hakları, Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü” bölümünde şunlara yer verilir:
“İnsan hakları ve temel özgürlüklere her insan doğduğu anda sahip olur, bunlardan vazgeçilemez ve bunlar hukukun güvencesi altındadır. Yönetimin ilk sorumluluğu bunları gelebilecek zararlardan korumak ve geliştirmektir. Bunlara saygı, aşırı güçlü bir devlete karşı aslî bir güvencedir. Bunlara uyulması ve eksiksiz İşlerlik kazandırılması, özgürlük, adalet ve barışın temelidir. Demokratik yönetim düzenli aralıklarla yapılan özgür ve âdil seçimlerle ifadesini bulur. Halk iradesine dayalıdır. Demokrasinin temeli, insanın kişiliğine saygı ve hukukun üstünlüğüdür. Demokrasi, anlatım özgürlüğünün toplumdaki bütün gruplara hoşgörü gösterilmesini ve her birey için fırsat eşitliğinin en iyi güvencesidir.”
“Demokrasi, temsilî ve çoğulcu karakteriyle seçmene hesap verilmesini kamu makamlarının hukuka uymak yükümünü ve adaletin yansız bir şekilde dağıtılmasını da zorunlu kılar. Kimse hukukun üstünde olmaz.”
Aynı konuda İslâm 15 asırdan beri şunu vurgulaya gelmiştir:
“Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha birleşemeyeceğim. İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz Mekke nasıl mukaddes bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle dokunulmazdır, her türlü tecavüzden korunmuştur.”
“Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin! Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, Ayağının altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah’ın emri ile artık tefecilik yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çiticin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdul-Muttalib’in oğlu Abbas’ın fâizidir.” “İnsanlar! Kadınların haklarını gözetmenizde ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah Emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerim Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizler üzerinde haklan vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların aile yuvasını sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnememeleridir. Eğer razı olmadığınız her hangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa onları hafifçe dövüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki haklan; meşru şekilde her türlü yiyim ve giyimlerini temin et men izdir.” "Mü’minler! Size bir emanet bırakıyorum, ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah’ın Kitabı Kur’an’dır.”
"İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, ona en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana takva ölçüsünden başka bir üstünlüğü yoktur.” (Vedâ Hutbesinden kısaltılarak alınan parçalardır. Müslim, İmare 36., Cuma 80, cihad28. Müsnedü Ahmed c.3/226, (4/70 vs.).
“Aklın yolu birdir.” denilirken de İnsan-oğlu şayet duygularından, çıkarlarının baskısından uzak bir şekilde kendisini ve çevresini düşünürse her sistemde varılan sonuç aynıdır. Her şey insan içindir, o her şeye lâyıktır. Toplum İse İnsan İçin bir rahmettir. İnsan amaç, hukuk düzeni ise bir araçtır. Hukuk adına cinayet İşlemek, yöneticilerin kendilerini hukukun Üstünde görmeleri ve despotizme kaçmaları yasaktır.
Buraya kadar verilen temel bilgiler ışığında şunları sıralamak mümkündür:
• İnsanoğlu, yaratanın yeryüzünde halifesi olarak ona itaat ve onun emirlerine uymakla yükümlüdür, isyan yasaktır.
• İrade sahibi İnsan, doğuştan temiz doğar, o suçsuz ve borçsuzdur. En güzel bir kıvam üzre yaratılmıştır.
• Böyle bir varlığın hakları, şunlardan ibarettir, şunları yapar, bunları yapamaz şeklindeki bir sınırlama, belirleme, daha doğmadan önce onun hareketlerini belirleme, bir elbise çizme mümkün değildir. O her şeyin en güzeline lâyıktır.
- İnsanlara İyilik getirir düşüncesiyle teferruatlı hukuk metinleri geliştirmek amaca hizmetten çok keyfiliklere, keyfî uygulamalara yol açar. İnsanoğlu o metinler arkasına sığınarak zulmünü, keyfi yönetimini sürdürür. Buna fırsat vermemek için anayasalar çok kısa metinli olmalı, sırf temel yasaklar belirlenmeli, devletin temel organları ve fonksiyonları üzerinde durulmalıdır.
• Konuya sırf hümanist açıdan bakmak insanın insanı putlaştırması akımına yol açar. Bu da hukukun ırkçılığa, bölgeciliğe destek çıkmasına götürür. Oysa ideal hukuk, evrensel olma iddiası ve idealini taşır. Hukukun sık sık değişikliklere uğramaktan uzak tutulması gerekir
KUL HAKKINA RİAYET
135. Ey inananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adâleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adâletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.
136. Ey inananlar! Allah’a, Peygamberine, peygamberine incindirdiği Kitap’a ve daha önce indirdiği kitaplara inanmakta sebat gösterin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır. .
137. Doğrusu inanıp sonra inkâr edenleri, sonra inanıp tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârları artmış olanları Allah bağışlamaz; onları doğru yola eriştirmez.
Kur’an-ı Kerim Nisa Süresi Ayet: 135 - 137 Cüz: î. Sure: 4 (Nisâ).
* Mukayeseli Hukuk Profesörü
“ Ey insanlar! Rabbiniz bir, ceddiniz birdir. Hepiniz Adem’den türemiş bulunuyorsunuz. Adem ise topraktan(yaratılmıştır). Allah indinde en mükerrem ve makbul olanınız, o’ndan korkup çekinenizdir. Bir Arabın Arap olmayan üzerinde bir üstünlüğü yoktur; (varsa) bu, takva yönündendir. Dikkat edin! Tebliğ ettim mi ?... Ey Allah’ım, sen şahit ol”
VEDA HUTBESİNDEN