Makale

KUR’ÂN-I KERÎM’İN TÜRK DİLİNDE BASILMIŞ TERCEME VE TEFSİRLERİ

İnceleme:

KUR’ÂN-I KERÎM’İN TÜRK DİLİNDE BASILMIŞ TERCEME VE TEFSİRLERİ

Hazırlıyan: Dr. Müjgân CUNBUR

İslâm Dini IX. yüzyıldan itibaren Türkler arasında yayılmağa başlamıştır. Bu yayılmanın kılıç gücüyle ve zorla olmadığını söylemek, tarihî bir gerçeğin ifadesidir. Türkler bu büyük dine gönül rızasiyle ve istekle katılmışlardır. Yine bir gerçektir ki, bu katılış İslâmlık için büyük bir güç kaynağı olmuş, dine yeni bir hız kazandırmıştır.

Türkler onbinlerce yıllık uzun geçmişlerinde daima en arı, en iyi, en doğru ve en güzel bildikleri şeyleri benimsemişler; Tanrı vergisi öz değerlerinin varlığını da büyük bir hassaslıkla korumaya çalışmışlardır.

Dil bir milletin Tanrı vergisi öz değeridir. Diller vardır, yaşama güçlerini koruyamamış, ölmüşlerdir. Diller vardır, çeşitli etki ve baskılara yüzyıllar boyu karşı koymuşlardır. Türk dili bu dillerdendir. Asırlar boyu Çince’nin, bir süre Hintçe’nin tesirine karşı varlığını korumuştur. Dillerinin bu büyük yaşama gücü karşısında Türkler girdikleri her dinin ana kitabını kendi dilleriyle ifade etme mecburiyetini duymuşlardır. Nitekim bugün, yazılı en eski Türk dil ve edebiyatı ürünlerinin ekseriyetini Mani ve Buda dinine ait Türkçe metinler teşkil etmektedir.

Türkler İslâm camiasına girdikten sonra, bu yeni kültür çevresinde eskisinden çok farklı eserler vermeye başlamışlardır. Bilgiyi ve öğretimi herşeyin üstünde tutan bir dinin mensupları olarak bir yandan aralarında İbni Sina gibi, Fârâbî gibi, Bûharî gibi en büyük Türk-İslâm bilginlerinin yetişmesini sağlayacak çevreyi hazırlarken bir yandan da yeni girdikleri dinin Ana Kitabının dilini öğretecek bir lügat kitabını, İslâm ve Türk ahlâkını mezceden edebî ve içtimaî bir siyaset eserini hazırlamışlardır. Bu ilk Türkçe eserler arasında sahibi meçhul bir de Türkçe tefsir kitabı bulunmaktadır. Bu ilk Fatiha Tefsinri’ni, XI. ve XII. yüzyıllarda Kur’ân-ı Kerîm’in Türk diline kelime-kelime, cümle-cümle yapılmış tercemeleri takip etmiştir. Bütün bir Türk toplumuna mal etmek istercesine bu tercemelerin hiçbirinin sahibi kendi şahsını ortaya koymamıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’in başka dillere çevrilip çevrilemeyeceği meselesi çok eski asırlardan beri ilgilileri meşgul etmiştir. Günümüze kadar süregelen çevirmenin caiz olup olamıyacağı, mümkün olup olamıyacağı münakaşalarına saplanıp kalmak belki de boşuna vakit geçirmek olacaktır. Çünkü bu konuda büyük İslâm müctehit ve bilginleri hükümlerini vermişlerdir[1].

Kurân-ı Kerîm’i ana dilde okuyup anlama ve ona göre emirleriyle amel etme ihtiyacı asırlara mal olmuş tarihî bir zarurettir. Bu zaruretin birer ifadesi ve tanığı olan yazma Kur’ân-ı Kerim tercemeleri Türk ve dünya kütüphanelerini muhteva ve mevcudiyetleriyle değerlendirmektedirler.

Kelime-kelime, cümle-cümle yapılan İlk Türkçe Kur’an tercemeleri’nin yerini XIV. ve XV. asırlarda daha geniş izahlı tefsirler almaya başlamıştır: Cevâhiru l-esdaf ve Tefsîrü’d-dürer gibi. Daha sonraki yüzyıllarda Kadı Beydâvî tefsirinin tercemelerini, Ayıntablı Mehmed Efendi’nin Tefsîr-i Tibyan tercemesi, İsmail Ferruh Efendi’nin, Hüseyin Vâizü’l-Kâşifî’nin Tefsir-i mevâkib’inden -Tibyan, Beydâvî, Keşşaf ve İbn-i Hâzin tefsirlerinden alınmış eklerle- yaptığı terceme takip eder.

XIX. yüzyılm ikinci yansı başlarında Türkçe Kur’an-ı Kerîm tefsir ve tercemelerinin Kahire ve İstanbul matbaalarında basılmağa başladıkları görülmektedir, İlk basılan tefsirler Aymtablı Mehmed Efendi’nin Tibyan tercemesi ile İsmail Ferruh Efendi’nin Tefsîr-i mevâkîb’idir. İlk tefsirin 6-7, ikincinin 4 muhtelif baskısı yapılmıştır[2]. Tefsir ve tercemelerin basılmağa başlamasıyle okuyucu çevresi daha da genişlemiş, Tefsîr-i zübedü’l-âsâr gibi, Tefsîrü’l-Cemâlî ale’t-tenzîli’l-Celâlî gibi tefsir ve tercemelere de rastlanır, olmuştur[3].

1908 Meşrûtiyetini takip eden yıllarda Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir ve terceme faaliyetlerinde büyük bir hareket ve yeni isimler görülmektedir: Bereketzâde İsmail Hakkı’nın Envâr-ı Kur’ân’ı, Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin Safvetü’l-beyân fî tefsiri’Î-Kur’ân’ı. Kur’ân-ı Kerîm’in çok geniş tefsirleri olan bu [4]iki eserin ancak Kur’ân’ın ilk cüzünü kapsayan birinci ciltleri basılabilmiştir.

Meşrûtiyeti müteakip başlayan faaliyet asıl ürünlerini Cumhuriyetin ilk yıllarında vermiştir. Hâdimli Mehmed Vehbi Efendi’nin Hülâsatul-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân adlı 15 ciltlik büyük eseri, Hüseyin Kâzım Kadri başkanlığında bir heyetçe hazırlanan iki ciltlik Nûrü’l-beyân ve Cemil Said’in Kurân-ı Kerîm tercemesi, Ders Vekili Hâlis, Meclis-i Maarif Âzasından Hacı Zihni, Fâiz ve Aydoslu Tevfîk Efendi merhumların tetkik edip takdir buyurdukları Tafsîlitl-beyân fî tefsiri’l-Kur’ân adlı yazma eserden özet olarak alınan Terceme-i şerife, Türkçe Kur’ân-ı Kerîm ve İzmirli İsmail Hakkı merhumun Maâni-i Kur’an adlı eserleri hep 1924-1927 yılları arasında basılıp umumî efkâra sunulmuşlardır[5].

Asıl Cumhuriyet çağı Kur’ân-ı Kerîm tefsir ve tercemelerine geçmeden önce iki kayıp eseri zikretmek isterim. Bunlardan biri büyük Türk-İslâm şâiri Mehmed Akif Ersoy’un, diğeri de Doğu Türkellerinde yetişmiş bir bilginin, Musa Carullah Bigi’nin Kur’ân tercemeleri’dir.

Cumhuriyet devrinin Kur’ân-ı Kerîm terceme ve tefsirleri 1934 yılında basılmaya başlanmıştır, denilebilir. Bunlardan Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu, Kurân-ı Kerîm’in tercüme ve tefsîr-i şerîfi 1934’te basılmış, ikinci baskısı 1947, üçüncü baskısı 1958 yılında yapılmıştır.

Merhum Elmalılı Mehmed Hamdi Yazır’ın Hak dini Kur’ân dili, yeni meâlli Türkçe tefsir’i 9 cilt halinde 1935-1938 yılları arasında T.C. Diyanet İşleri Reisliği neşriyatı içinde yayımlanmıştır. Bu geniş tefsirin 1960’da ikinci basımı merhumun veresesi tarafından yayımlanmağa başlanmıştır.

Balıkesirli Hasan Basri Çantay’ın Kur’ân-ı Hakim ve meâl-i Kerîm adlı üç ciltlik eseri 1952-1953 yıllarında yayımlanmış, 1957-1958 de ikinci, 1959-1960’da da üçüncü baskısı yapılmıştır.

Abdülbâki Gölpınarlı’nın hazırladığı ve Şeyh-zâde Hamdullah hattı bir Kur’ân-ı Kerîm’in tıpkı basımı ile birlikte yayımlanan Kur’ân-ı Kerîm ve meâli adlı eser 1955’te basılmıştır.

1957 yılında Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun çevirisi Kur’ân ve Osman Nebioğlunun çevirdiği Türkçe Kur’ân-ı Kerîm çıkmıştır.

1958 yılında Murad Sertoğlu İslâmın kitabı adlı onbeş günlük bir dergi içinde Kur’ân-ı Kerim’in türkçe tercüme ve tefsîri’ni yayımlamağa başlamıştır.

En son tercemeler Arkın Kitabevi’nin, 1959’da çıkardığı Kur’ân’la Şemseddin Yeşil’in 1960 içinde üç cildini yayımladığı Füyûzât’tır[6].

Bu arada Türkiye dışında basılmış Şark Türkçesiyle bir Kelâm-ı Şerif Kur’ân-ı Kerîm’ den bahsetmek gerekiyor. Bu eser, 1911 ’de Kazan’da basılan Tefsir-i Nu’mânî’nin Helsinki’de İmadeddin Cemâleddin tarafından yayımlanan tıpkı basımıdır. Basım tarihi 1958-1959’dur. 17. Sûrenin sonuna kadar olan kısım basılmıştır. Türkiye’den başka yerlerde basılmış olarak görebildiğim tek Türkçe tefsir bu eserdir. Tabii Kahire’de Bulak Matbaasında basılmış Türkçe tefsirler bundan istisna edilmelidirler.

Türk dilinde şimdiye kadar basılmış veya basılmağa başlanıp yarım kalmış tefsirleri ve tercemeleri kısaca gördükten sonra birkaç örnekle muhtevâlarını gözden geçirelim.

İlk örnek, İkra’ Sûresi diye de adlandırılan Alâk Sûresi’nin ilk beş âyetidir. Hazret-i Peygamber’e ilk inen bu âyetler İsmail Ferruh Efendi’nin Mevâkıb adlı Tefsîr-i mevâkıb tercemesinde (1286 tarihli baskısı, II. C., S. 511):

1 — 2: “Cemi’-i eşyayı halk eden Rabb’in Teâlâ’mn ismiyle başlayıp Kur’ân’ı oku. Ol Allâhu Teâlâ insanı bir parça uyuşmuş kandan halk etti.”

3 — 5: “Ya Muhammed Kur’ân’ı oku Rabb’in Teâlâ cümle kerîmânın ekremidir ki kalemle hat ve kitabet talim eyledi. İnsana bilmediğini bildirdi. Ekser-i miifissirîn kavlince Kur’an’dan ibtida nazil olan “mâlem ya’lem”e dek bu beş âyettir. Rivayet olundu ki Hazret-i Risalet-penah (A. S.) Hırâ dağında mağarada halvette iken nâgâh Cebrail (A.S.) zahir olup yâ Muhammed ben sana gönderildim. Bu ümmete sen peygambersin; oku, dedi. Peygamber (A.S.) : Ben okumak bilmem, dedi. Melek onu sıkıp bî-tâkât eyledi ve üç defya bu minval üzere “Oku” deyu ve bilmem cevabiyle sıktı. Üçüncü defada “îkra’ bi’smi Rabbike”den “Mâlem ya’lem”e dek okudu. Ol halile ditreyerek Hadîce (R.A.)nın hanesine gelip bî-huş beni örtün dedi.”

Muhammed Cemâlüddin Hindî-i Dehlevî’nin Kitâbü’t-tefsîri’l-Cemâlî ale’t-tenzîli’l-Celâlî adlı eserinde (C. IV, S. 220):

1: “Oku kendü Rabb’inin adının bereketile ki yaradığıdır.”

2: “Yarattı âdemîyi donmuş olan kan parçalarından.”

3: “Oku ve senin Rabb’in ziyade çok büyüktür, İlmi öğretti kalem vasıtasiyle.”

4: “Öğretti âdemîye bildiği şeyi kalem vasıtasiyle Allah Subhanehu ilim verir ve kalemsiz öğretmeğe hem kadirdir.”

5: “Hakdır ki âdemi hadden geçer ol vakitki götür kendisi zengin olmuş.”

Nûrü’l-beyân’da (C. II, S. 119),

1 ilâ 5: “Ey Muhammed! Herşeyi halk eden Rabb’inin ismiyle sana vahy olunan şeyi oku! İnsanı alâkdan ya’ni pıhtılanmış kandan halk edenin ism-i Celili ile oku! Sana okumakla emreden Rabb’inin ismiyle oku! İnsana kalem ile yazıyi öğreten ve bilmediği şeyleri bildiren o Zat-t ecell ü a’lâ ekremdir.”

İzmirli İsmail Hakkı’nın Türkçe Kur’ân-î Kerim tercümesi’nde (1932 baskısı, S. 914) ve bunun ilk basımı olan Maâni-i Kur’ân’da:

1 ilâ 5: “Yaradan Rabb’inin adı ile oku. O, insanı kan pıhtısından yarattı. Oku. Kalem ile öğreten, insana bilmediği şeyleri öğreten Rabb’in, keremde irişilmeyecek bir mertebededir.”

Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu’ nda. (S. 933):

1. “Yaratan Tanrının adı ile oku! 2. O, insanı kan pıhtısından yarattı. 3. O, keremine nihayet olmayan Rabb’in adına oku! 4. Kalemle (yazmayı öğreten) 5. İnsana bilmediğini belleten, keremi irişilmez mertebede olan Tanrı’nın adiyle oku.”

Hasan Basri Çantay’ın Kur’ân-ı Hakîm ve meâl-i Kerîm’inde (C. III, S. 1176):

1. “Yaratan Rabb’inin adiyle oku.

2. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.

3. Oku. Rabb’in nihayetsiz, kerem sahibidir.

4. Ki kalemle (yazı yazmayı) öğreten O’dur.

5. İnsana bitmediğini O öğretti.”

Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun çevirisinde (S. 522):

1. “Yaratan Çalabının adını anarak oku.

2. O, insanı kan pıhtısından yarattı.

3. Oku, senin Çalab’ın vergisi bol olandır.

4. Kalemle yazmayı öğretti.

5. İnsana bilmediklerini öğretti.”

Osman Nebioğlu’nun tercemesinde (S. 340):

1. “Yaratan Rabb’inin adiyle oku.

2. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.

3. Oku. Rabb’in sonsuz kerem sahibidir.

4. Kalemle Öğretendir.

5. İnsana bilmediğini belletti.”

İkinci örnek, Hazret-i Peygamber’e ikinci sefer inen beş âyettir. Bu âyetler de bilindiği üzere Müddessîr Sûresi’nin ilk beş âyetidir

Mevakıbda (C.II, S. 467):

1-2: “Ey câme-i nübüvvet ve kemâlât-ı nefsâniyetle bürünmüş kalk, küffârı azâbullahla ihâfe eyle yahud ey disâr denilen sevbe bürünmüş kalk küffârı inzâr eyle. Denildi ki Efendimiz (A. S.) Hırâ dağında iken bir sada işitip nazar etti ki âsumânla zemîn beyninde hey’et-i azametle bir melek Kürsi üzere oturur, Havfından saâdet-hanesine gelip Hadice (R. A.) ya beni çarşaf ile ört buyurdu. Bu halde iken Cebrail (A. S.) gelip “Yâ eyyühe’l-müddessir” ile hitab eyledi.”

3: “Ve Rabbike azse-şânehû’ya ta’zîm et. Denildi ki bu kelâm-ı şerîfin nüzulünde vahy idüğini yakinen bilip tekbîr eytti. Zira şeytan böyle emretmez.

4: “Ve siyâbını elvasdan tathir et yahut siyâbını kutah eyle (ki senâdid-i Arab’a müşabih olmasın) yahud nefsini ahlâk-ı zemîmeden pak eyle.”

5: “Cümle zûnubdan ihtiraz ile olduğun gibi takvâda ol.”

Kitâbu’t-tefsiri’l-Cemâli ale’t-tenzili’l-Celâlî’de (C. IV, S. 186):

1-5 : “Ey libâsına bürünmüş Peygamber (yâni vahyin heybetinden) otur, korkut ve kendüRabb’ini büyüklükle zikr et ve libâsını arıt ve necaseti terk et ve lâyık değil ki bir şey veresin ziyade taleb ederek (yâni bir reis önüne ziyâde bir şey ümid ederek hediye getirmiyesin işbu dahi kötü ahlâkdandır) ve Rabb’inin hükmü üzerine sabr et. (Vakta ki işbu sûre nazil oldu ol vakitte halkları İslama davet etmeğe hükm olundu ve namaz farz olundu………”

Nûrü’l-beyân’da (C. II, S. 1081):

1-5: “Ey disârına yâni gömlek üzerine giydiği sevbine bürünmüş olan Resûl-i Muhterem! Kalk, inzar ve Rabb’ini tekbir ü ta’ztm ve siyâbını tathir ve azâbı mucib olan günahları terkte devam et.”

İzmirli İsmail Hakkı’nın Maâni-i Kur’ân ve Türkçe Kur’ân-ı Kerîm tercümesi’nde (S. 873):

1-5 “Ey örtüsüne bürünmüş (Peygamber)! Kalk, azâb ile korkut, Rabb’ini büyüklük ile an, esvabını temiz tut, azaba bâis olan şeyleri bırak. Çok istemek üzere bir şey verme, Rabb’in için herşeye katlan.”

Tanrı Buyruğu’nda (S. 891):

1,2: “Ey örtüsüne bürünmüş adam kalk! (İğri yolun encamından) korkut!

3,4: Tanrının namım yücelt (tenzih et), esvâbını tertemiz tut!

5: Kötülüğün (her çeşidinden) çekin!”

Kur’ân-ı Hakim ve meâl-i Kerîm’de (C. III, S. 1086):

1:Ey bürünüp sarınan (Habîbim),

2: kalk, artık (kâfirleri azâb ile) korkut,

3: Rabb’ini büyük tanı,

4: elbiselerini (bundan sonra da) temizle (mekte devam et),

5: azâb (a götürecek şeyleri) terk (de yine sebat) eyle.”

Baltacıoğlu’nun çevirisinde (S. 495):

1:“Ey örtüsüne bürünen kişi

2: Kalk da kişileri uyar,

3: Çalabını ulula.

4: Kendini arıt.

5: Kötülükten sakın”

O. Nebioğlu’nun tercemesinde (S. 321):

1: “Ey örtüsüne bürünen,

2: Kalk ve sakındır

3: Rabb’ini yücele

4: Kalbini temizle,

5: Kötülükten çekin.”

Üçüncü örnek İslâm’ın Ana Kitabının başlarından alınmıştır. Bu örnekte Bakara Sûresi’nin ilk beş âyetidir. Bu âyetler Ayıntablı Mehmed Efendi’nin Tibyan Tefsiri’nde (1307 yılı basımı, C. I, S. 26):

1: “Elif Lâm Mim" “Meâlimü’l-tenzil”de eydür huruf-i heca ki işbu sûre ve sâir sûreler evvelindedir. Müteşabihattandır ki Allahu Teâlâ onun ilmiyle isti’sar ediptir. Kur’an’m sırrıdır zahirine iman getirip ilmini Allahu Teâlâ’ya havale ederiz. Onu zikrin faidesi ona iman talebidir. Ebubekr is-Sıddıyk (R. A.) eydür: Her kitabda Allahu Teâlâ’mn sırrı vardır ve Kur’an’da sırrı sureler evvelindeki huruf-i hecâdır. Denildi ki onun herbir hurûfu Esmâullahdan bir ismin miftahıdır. (Elif) Allah ve (Lâm) Lâtif ve (Mîm) Mecid ismine miftahdır. Denildi ki (Elif) Allahu Teâlâ’nın âlâ’ına ve (Lâm) lûtfuna ve (Mîm) mülküne işarettir.”

2: “İşbu şol kitab-ı kâmildir ki onun inzaliyle sana va’d ettim. Onun Allahu Teâlâ indinden idüginde şek yokdur. Ehl-i takvaya rüşd ü beyândır ve hüdadan murad ol şeydir ki insan onunla matlubuna erer ve muttaki oldur ki şirk ü kebâ’ir ve fevâhişden sakına hadisde geldi ki takvanın cemi’i kavlinde zikr olunmuştur. Şehr ibnu Huşeb eydür muttaki ol kimesnedür ki ba’is olur şeyden sakınıp lâ-bâis olan şeyi terk ide müttakileri zikr ile tahsis onları teşrif içindir veya hidâyet ile intifa kılındığı içindir.”

3. "Şunlar ki hal-i gaybde Peygamberimiz (A. S.)ın haber virdiği ba’s u cennet u nar u gayrı tasdik ederler ve îmânun hakikati kalb ile tasdiktir ve ol şeriatte kalble i’tikad ve lisanla ikrar ve erkânla ameldir ve ikrar ve amele iman denildi. Şeriatını olduğu münasebetle ve İslâm ise huzu’ ve inkiyaddur. İmdi her îmanda İslâm bulunur amma ki her islâmda iman bulunmaz... —Eserin burasında îman üzerine uzun tefsirlere girilmiştir—... ve dahi onlar namazın erkânını ta’dil ederler ve ef’aline halel irgürmeden sakınırlar veya ona müvazabet ederler veyahud edasına fütur ve tüvanasız kıyam ederler... —salât hakkında izahattan sonra—... dahi bizim onlara verdiğimiz ni’am-ı zahire ve batıeden Allahu Teâlâ celle-şanehu’nun ta’aline, farzına ve nefline sarf ederler. Rızk ol şeydir ki halkdan zü’l-hayat onunla nef’lene ve Hak Teâlâ onu kendüye isnadı izandır ki ol halâl sarf ola ve ona men idhali israf u tebzirden men’ içindir.”

4 “ Ve dahi şunlar ki sana inzal olunan Kur’ân’a ve senden öndin inzal olunan Tevrat ve İncil ve Zebur ve sair kütüb-i sabıkayı tasdik ederler. *Bustânü’l-ârifîn’de Veheb ibnu Münebbih’den rivayet olundu ki Hak Tealâ 114 kitab inzal ediptir. Ellİ sahife Şit (A. S.) a ve otuz sahife İdris (A. S.)a ve yirmi sahife İbrahim (A. S.) a ve on sahife Âdem (A. S.) a ve Zebur Davud (A. S.) a ki ona kütüb-i sitte denir ve Tevrat Musa (A. S.) a ve İncil İsa (A. S.)a ve Kur’an ahir zaman Peygamberi Muhammed (S, A.) hazretlerine inzal olunuptur.* ve dahi dar-ı ahireti şeksiz bilirler. Dünyaya dünya denildi ahirete dünüv ü kurbü olduğuyçün ve ahirete ahiret denildi dünyadan teehhür edip dünyanın fenasından sonra olduğuyçün.”

5 “İmdi zikr olunan sıfatla muttasıf olanlar Rableri celle-şânehudan rüşd ü beyan u basiret üzredirler.* Ve dahi yövm-i kıyamette nâr’dan necat bulup cennete girenlerdir ve felâh beka ma’nasına dahi gelir ya’ni naîm-i mukimde bâki kalanlardır."

Tefsİr-i mevâkıb da (1286 baskısı, C. I, S. 6):

1 “Elif Lâm Mîm” (Cevâhirü’t-tefâsir) de Yenâbi’den nakl eder ki Hazret-i Faruk (R. A.) dan bu hurûfun manası sual olundukda eğer bu hûruflardan kelâm söylersem mütekellif olmuş olurum. Zira Peygamberimiz (S. A.) cevabını vermekle me’mur oldu, buyurmuş. İbnu Abbas (R. A.) Elif (ene) ve Lâm (Allah) ve Mîm (a’lem) işaretleri olup demek ola demiş ve bazıları bu hurûf-i mukattaanın cümlesi ism-î sûre olmak gerek demiş. Bunda ve sair sûreler evvelinde olan hurûfatta ahvâl u tevcihin vefreti olmakla bu muhtasarda bu kadarca kayd olundu.”

2 “Bu kitabdaya’ni Kur’an’da kat’a şekk ü şübhe yoktur ki Cenab-ı Hak kütüb-i mütekaddimede inzaliyle ya’d eylediği kitab-ı kâmildir. Müttakiler içün yâni kebâir ve fevâhişden sakınanlar içün delil ve yol göstericidir.”

3 “O1 kimesneler ki gaybe ya’ni Hak Teâlâ’ya ve meleklere ve kıyamete ve kaza ve kadere görmeksizin inanırlar ve beş vakit namazı şerâit ve âdâbiyle eda iderler ve onlara ihsan eylediğimiz rızklardan ehl ü iyal ve akraba ve komşularına vesa’ir müstahaklara nafaka verirler.”

4 “Ve ol kimesneler ki sana gönderilene ya’ni Kur’an’a ve senden mııkaddemki peygamberlere gönderilene yâni Tevrat ve Zebur ve İncil ve suhuf-i sâireye ve âhirete ki kıyamete şübhesiz yakinen inanırlar.”

5 “Bu zikr olunan kimesneler Rablerî celle-şânehu’nun tevfik u mededinden doğru yol üzeredirler ve ol güruh ikabdan felah ve necat bulup derecat-ı sevaba nail olmuşlardır. Bu geçen âyât-ı şerifeler ehli-i İslâm ve ehl-i kitabdan Abdullah ibnu Selam ve ashabı radiyallahu anhum gibi mü’minler şanında variddir. Bu mu’minleri medihden sonra küffarın zemminde buyurur: “Cevâhirü’t-tefâsir”de bundan sonra gelecek ondört âyât-ı kerime müşrik ve münafık ve küffar hakkında ondört zemime ve akaid-i habiselerini ki da’vâ-yı bâtıl, aldatmak, maraz-ı kalb, cehl-i hilâf, ifsad, sefahat, tugyan, istihza, sergerdanlık, ziyankârlık, sağırlık, dilsizlik, körlük hallerini şamildir diyu muharrerdir.”

Ali ve Harputlu Süleyman Efendilerin neşrettikleri Tefsîr-i zübedü’l-âsâr’da (C. I, S. 5-6):

1 “Elif Lam Mîm bâzı suverin evâilinde düşen hurûf-ı mukattaa esahh-ı ahval

üzere esrar-ı ilâhiyedir. Bir kimse onun hakikatine muttali olmadı. Ulema onların ma’naların tevcih etdi. Nitekim bu makamda Elif LâmMîm ma’nasın bu gûne dediler ya’ni ben ki Tanrıyım, dânâterim.

2 “Ol kitab ki Hak Tealâ kütüb-i mütekaddime-i semaviyyede onu indiresine va’d etmiş idi. Rütbe-i kemâle erişen kitabdır ve ol Kur’ân-ı azimü’ş-şândır. İçinde şekk ü şubhe yoktur. Şirkten sakınanlara doğru yol göstericidir. Şol erbab-ı takva ki pûşide olan şeye tasdik getirirler yani Peygamber’in ahbarına i’timad edip kendilere nümayan olmayan Huda’nın vücudu ve kıyametin vukuu gibi eşyaya iman getirirler. Ve namazı ayaklandırırlar ya’ni namazı şerait ve âdâbiyle kılarlar. Ve kendülere ihsan ettiğimiz eşyadan ehl ü iyâl ve akraba ve erbab-ı istihkaka verirler.

3-4 “Ve şol ehl-i takva ki Kur’ân’dan sana inen nesneye iman getirirler. Ve senden esbak peygamberler üzere inen nesneler Tevrat ve İncil gibi kütüb-i semaviyyeye dahi îman getirirler, ve öbür saraya yâni dar-ı âhiretin olmasına kendiler bilâ-misl inanırlar.”

5 “Ol güruh ki mezbur olan sıfatla mevsufdur. Perverd-gârlarının tevfikinden doğruluk üzeredirler. Ve onlar kendilerdir işkencenin zahmetlerinden kurtulanlar. Beyt: “Çu işanra tartk-i rast-kârist * Seza-yı rast-kârî resl-gârist” Çün geçmiş âyetlerde ibtida îmana gelenlerin halini ve ehl-i kitab olup sonra Hazret-i sallâllâhu aleyhi ve sellemin nübüvvetine (an samim ül-kalb) tasdik idüb ve buyurdu.”

Kitâbu tefsiri’l-Cemâlî ale’t-tenzili’l-Celâlî’de (C. I, S. 3):

1-5 “Elif Lâm Mîm. —Şu kitabda hiç şübhe yokdur— Doğru yol göstericidir sakınıcı kimseler— Onlar ki inanırlar görmediklerine — ve müdâvemet iderler namaza — ve ol şeyden ki onlara rızk virdik harc iderler — ve ol kimesneler ki îman getirirler ol şeye ki nazil oldu senin cânibine ve ol şeye ki aşağa indirilmiş oldu senden evvel ve ahirete onlar yakîn iderler— Onlardır hidâyet üzerine kendi Rableri tarafından — ve onlardır necat bulanlar.”

Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım’ın Safvetü’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân adlı geniş izahlı eserinde âyetlerin ve âyet parçalarının kısaca icmalen mânaları da verilmiştir:

1-5 (S. 19) “İşte şu (Elif Lâm Mîm) hurûfu cinsinden terekküb eden Kur’ân-ı Kerîm bir kitâb-ı kâmildir, ki onda asla şekk ü şübhe yokdur.” (S, 38) “müttakiler içün hidâyettir.”, (S. 47) “O mütlakiler ki gaybe îman ederler ya’ni inanırlar ve farz olan namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızktan fukarayı infak u it’am ederler”, (S. 63) “Ve o müttakiler ki sana inzâl olunan Kur’an’a ve senden evvel enbiyaya inzâl edilen Tevrat, İncil ve saire gibi kütüb-i semaviyyeye îman ve yövm-i ahirete îkan ederler. Ya’ni nefs ül-emre muvafık olarak bilâ-şek i’tikad ederler", (S. 69) “İşte şu zevat kendilerine Rableri cânibinden ihsan buyurulan hidayet üzere sabit ve yine işte ancak şu zevat felâh-ı kâmile dahildirler.”

Nûrü’l-beyân’da (c.I, S.2)

1-5:“Elif Lâm Mîm, Bu kitab şekden âridır ve müttakiler için nur ve beyândır, O müttakiler ki Allahu azimü’ş-şâne ve Resuli tarafından bildirilen umur-ı gaybiyeye iman ile namazlarını kılarlar ve kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden rızaen-lillah infak ederler. Ve sana nazil olan Kur’ân-ı Mübîn ile senden evvelki peygamberlere inzal ettiğimiz kitablara îman ve ahirete ikan ederler. İşte onlar Allahu azim iş-şanın hidayetine mazhar olanlar ve fevz u felah bulanlardır.”

Hâdimli Mehmed Vehbi Efendi’nin “Hulasâtu l-beyân” adlı tefsirinde (C. I, S. 20):

1. (Elif lâm mim) Bazı suver-i Kur’ânîyyenin evvelinde bulunan hurûfat Allahu Teâlâ’nın ilmini kendine has kıldığı esrar-ı ilâhiyeden olduğu cihetle Kur’an’da bu misillu hurûfat, ibadın muttali’ olamıyacağı esrardandır. Bunlar ilm-i usulde beyan olunduğu uech ile ntuteşabihatdır. Muteşabihatın iki kısmı vardır. ...”

2. Şu müşarün-ileyh olan kitab ibtida-yı bi’setde Muhammed (S. A.) ondan evvel geçen enbiyaya ahir zaman Peygamberine inzal olunacağı va’d u beyân olunan kitab-ı ma’hûddur ki O kitabın vahy-i münzel olduğuna dair olan delâilin vuzuh ve zuhûruna binaen onun kelâm-ı ilâhî olduğunda asla şübhe yok.

3. Kur’an-ı azimü’ş-şân günâhlardan kaçınan müttakilere târik-i hayrı gösterici ve menfaatlerine delâlet edicidir. O müttakiler şol kimseler ki onlar gaybe îmanla salâvat-ı mefrûzayı eda ederler ve bizim onları merzûk ettiğimiz rızıklarının bazısını muhtâc olanlara infâk ederler. (S. 24).

4. Kur’an şol kimselere dahi hâdidir ki onlar sana inzâl olunan Kur’ân’a ve senden evvel geçen enbiyâ-i kirâm biraderleri ki inzâl olunan kütüb-i semâviyenin kâffesine îman eder ve ancak âhireti yakînen bilir ve tasdik ederler. (S. 30),

5. “Şol mü’min-i muttaki olan kimselerin ve cemi’ kitâblara îman ve âhirete yakîn üzere i’tikâd etmeleri sebebiyle mürebbi-i hakikîleri olan Rablerinden hidayet-i azim üzerinde karar edici ve şu evsâf-ı celîleyi hâiz olan zevatı müşârün ileyhim dünyada ve âhirette fevz u felâh bulucudurlar. (S. 32).”

Terceme-i şerîfe adiyle neşrolunan eserde Bakare Sûresi, (Sığır) Sûresi olarak da adlandırılmıştır. (S. 3):

“Dünya ve ahirette bütün mahlûkata merhamet ve inayet edici Allah’ın ismiyle başlarım.

1-3: “Allah kelâmı olduğunda şekk u şübhe olmayan bu kitap gaybe iman eden, namazlarını âdab u erkâniyle kılan ve kendilerine rızk eylediğimiz şeylerden Allah yolunda infak eyleyen mûttakîlere, Allah’tan korkup günahlardan sakınanlara yol gösterici ve rehberdir.”

4: “Ve o müttakiler ki sana indirilen kitab ve dine ve senden evvel gönderilen kitablara ve edyana îman ederler ve âhirete şübhesiz olarak bilip inanırlar.”

5: İşte onlar Rableri tarafından hidâyet üzeredirler ve yine onlar felah bulmuş olanlardır.”

İzmirli İsmail Hakkı’nın Maâni-i Kur’ân adlı eserinde (S. 2):

1. Elif Lâm, Mîm.

2. Bu, bir kitaptır ki onda şüphe götürecek hiçbir şey yoktur. Müitakiler hakkında rehberdir.

3-4. O müitakiler ki gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılar, kendilerine verdiğimiz rızıktan harcederler. Sana inzal olunan kitaba da, senden evvel inzal olunan kitaplara da inanırlar, âhireti yakînen bilirler ve inanırlar.

5. İşte Rabbileri tarafından doğru bir yolda bulunanlar bunlardır, umduklarına erenler, yine bunlardır.”

Ö. R. Doğrul’un Tanrı Buyruğu’nda (S. 16):

1. Elif, Lâm, Mîm

2. Bu kitap, hiç şüphe yok ki, doğru yol kılavuzudur, korunanlar için!

3. Onlar ki gaybe (görünmeyene) inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar. Geçim için kazandırdıklarımızdan (başkalarına) yardım için harcederler.

4. Ve onlar ki sana indirilene (vahy olunana) ve senden önce indirilene îman ederler ve âhireti de yakînen tanırlar.

5. Bunlar, Rabları tarafından (gösterilen) doğru yol üzeredirler ve murada erenler de bunlardır.”

Elmalılı Mehmed Hamdi Yazır’ın Hak dini, Kur’an dili adlı geniş açıklamalı tefsirinde âyetlerin meâlen tercemeleri de yer almıştır (C. I, S. 150):

1-5. “Elif Lâm Mîm *İşte o kitap, bunda şüphe yok, ayni hidayet, korunacaklar için.* Onlar ki gaybe îman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine merzuk kıldığımız şeylerden infak ederler.* Ve onlar ki hem sana indirilene îman ederler hem senden evvel indirilene, âhirete yakîni de bunlar edinirler.* Bunlar işte Rablarından bir hidâyet üzerindedir ve bunlar işte bunlar o murada eren müflihin.” (S. 151-205 arasında bu beş âyetin geniş tefsiri vardır.)

H. B. Çantay’ın Kur’ân-ı Hakîm ve meâl-i Kerîm’inde (C. I, S. 13):

1. “Elif, Lâm, Mîm.

2. Bu, o kitabdır ki kendisinde (Allah katından gönderilmiş olduğunda) hiç şüphe yoktur. (O) takvâ sahihleri için doğru yolun ta kendisidir.

3. (O takvâ sahihleri ki) onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızk olarak verdiğimizden de (Allah yolunda) harcarlar.

4. (O takvâ sahipleri ki Habibim) onlar sana indirilene de, senden evvel indirilenlere de inanırlar, âhirete ise onlar şübhesiz bir bilgi ve îman beslerler.

5. İşte onlar Rablerinden (gelen) Hidâyetin tam üzerindedirler. Asıl muradlanna kavuşanlar da işte onlar.”

Abdülbâki Gölpınarlı’nın Kur’ân-ı Kerîm ve meali adlı eserinde (C. I S. 2):

“Rahman ve rahim olan Allah adiyle

(1) Elif Lam Mim. (2) Bu, bir kitaptır ki onda şüphe yok. Takvâ sahiplerine yol göstericidir.

(3) Onlar, gaybe inanırlar, namaz kılarlar, rızıklandırdığımız şeylerin bir kısmını yoksullara harcarlar.

(4) Onlar, sana indirilene de inanırlar, senden önce indirilenlere de; âhirete de iyice inanmışlardır.

(5) Onlardır Rablerinden doğru yolu bulanlar, onlardır kurtulup muratlarına erenler.”

Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun çevirisinde (S. 5):

1. “Elif, Lâm, Mîm.

2. Bu öyle bir Kitaptır ki doğruluğunda hiç şüphe yoktur, Allah’tan sakınanlara da yol göstericidir.

3. O sakınanlar ki görünmiyene inanırlar, namaza dururlar, kendilerine verdiğimiz azıktan başkalarını da geçindirirler.

4. O sakınanlar ki sana bildirilen kitaba, senden önce bildirilmiş olan kitaplara, öbür dünyaya da kanasıya inanırlar.

5. İşte bu inananlar Çalaplarının doğru yolu üzerinde olanlardır, umduklarına erenler de bunlardır.”

Osman Nebioğlu’nun tercemesinde (S. 5):

1. "Elif. Lâm. Mîm.

2. Bu, şüphe edilmez bir kitaptır; sakınanların kılağuzudur.

3. Onlar ki gaybe inanırlar; salata kıyam ederler; kendilerine rızk olarak verdiğimiz şeylerden yardım için verirler;

4. Onlar ki sana indirilene ve senden önce indirilenlere îman eder ve âhirete de inanırlar.

5. İşte Rablerinin doğru yolunda olanlar ve felâha kavuşanlar bunlardır.”

Arkın Kitabevi’nin çıkardığı Kur’ân’da (S. 4) —İnek (el-Bakare)—:

1-2: “Elif, Lâm, Mîm, Bu, üzerinde şüphe olmıyan bir kitaptır; sakınanlara doğru yolu gösterir.

3. Gaybe inananlar, namazını kılanlar, verdiğimiz rızıklardan başkalarına yedirenler,

4. Sana indirilmiş olan, senden öncekilere indirilmiş olanlara inananlar, âhirete de inananlar,

5. Yalnız onlar Rableri tarafından doğru yola iletilmiş olanlardır, yalnız onlar kurtulmuş, olacaklardır.”

Şemseddin Yeşil’in Füyûzât adlı Kur’ân-ı Mübîn’in meâlen tefsirinde (C. I, S. 18):

“Birliği aded cinsinden bîr olmayan, bütün ekvandan ganî, vâr olan vârın muhtâcün-ileyhi, Allah, Rahman, Rahîym yani ism-i celâl, ism-i kemâl, ism-i cemâli ile, zâtı, sıfatı ve ef’âliyle âlemi vücuda getiren Allah’ın ismiyle başla, oku. ...

1 (Elif Lâm Mim)

Bazı sûre-i celilenin başındaki hurûf-u mukattaa Allah ile Habîbi arasında bir şifre- kerimedir. Allahu Teâlâ ile Habibi arasında bir işarettir. Binaenaleyh ma’nâ-yı hakikisini ancak Zât-ı Kibriya ile, Habîb-i Huda bilir...

2 — İşte şu bir kitaptır ki, ezelden ebede kadar bütün hakikatleri câmî, hak ile bâtılı ayırıcı, elfâzı bütün bülegâyı âciz, ma’nâsı bütün ürefâyı hayrette bırakmıştır. Onun ind-i ilâhimizden münzel olduğunda hiç şekk ü şüphe yoktur.

O kitap; dünya denilen şu sûrî hayatta seciyye-i insânîsini ayak altına salmadan, ilm ü ma’rifete tâlib olarak yaşamak isteyen, Allahın emirlerine ta’zimkâr, mahlûkuna şefakatkâr olan insan içün menba-i Hudâdır. Maaliyatta esâsâtın doğru yol göstericidir.

3 — Müttekiyler, yâni Allah’ın emirlerine ta’zîmkâr, mahlûkuna kalbleri rikkatle çarpanlar, adle, ihsâna, akraba hukukuna sâhib, fahşâdan, münkerden, fesaddan içtinab ederek, libâs-ı beşeriyetini günah işleriyle kirletip lekelemeyenler, enfüs ve âfâkının tahâret-i asliyyesini bozmayanlar, zât-ı Baht-ı Ahadiyyet, beşerin idrâk ve tasavvurunun hâricinde olduğunu, ma.’ruf olup, nıa’lûm olmadığını bilerek yakînen îmân ederler. Onlar nûr-i yakîn ile ruhları onu teferrüs eder. Şevk-i kalb ile likâ-yı Rabb’e tâlib olurlar, makam-ı iktirab olan namaza bütün varlıklariyle devam ederler. Avâmın namazı huzur, havâssınki urûcdur. Huzûr olsun, urûc olsun Hakk’a iktîrabdır.

Namaz, huzûr-i Hak’ta durmaktır. Allah’ın birliğinin Hakk’ın kendi birlediği bir ile bir olduğunu i’tiraftır. Bu kâinatın, Hak ile kaim, onun muhabbetiyle daim olduğunu bilmektir. İhyâ, imâte, veren, alan, dâr, nâfî O olduğunu görerek O’nun kudreti karşısında sahte varlığından soyunup acz gömleğini giyerek huzur-i sûbhânîsinde kaim olmaktır.

Bir gün kendisini O’nun divan-ı ilâhisine sevk edileceğini, sayılı nefesinin hesâbının verileceğini vicdanen duymaktır. Bunu duyan kimse de, nâsın iyâlullah olduğunu anlar, değil insan haklarına, bütün mahlûk-i Hudâ’nın hukukuna tecâvüz edemez.

İşte bu hikmetlerin doğduğu yer, makam-ı namazdır. Bundan zevk alanların, muzahrafât-ı fâniyyeden rağbetleri kesilerek meyl-i hakîkileri Hakk’a olur, O’nun mahlûkuna kendilerine verdiğimiz rızklardan hisse ayırırlar, rızâ-yı ilâhiyi taleb için, kimseyi minnet ü eza altında bırakmaksızın benim nâmıma infak ederler.

4 — Zât-ı Risâletine gönderilen kitabın bütün beşeriyyetin ihtiyâcını câmî; kendisinden evvel gelen kitâblann ahsen-i ebleği olduğuna teslîm olurlar.

Bununla beraber Habîbim, senden evvel sâir enbiyâya inzâl olunan Kitâblara da îmân ederler. Bunların hepsinden maksad-ı aksâ, vahdâniyyet-i ilâhiyye olduğunu anlarlar ve ikinci âlemde, haşr ve neşr’in neticesinde mücâzât ve mükâfat gününü bilerek âhirete yakînen inanırlar.

5 — İşte yukarıda saydığımız bu sıfatlara sâhib olanlar Rablerinin kerem-i nâmütenâhîsine, hidâyei-i sübhûnîsine nail olan sırât-ı müstakıymde duranlardır. Hakîkî felahı bulan, tevhide erenler de yine bunlardır.

Cenâb-ı Hak ehl-i felâhın hâlini beyân ettikten sonra imdi, sûreti sireti bir olmayan ehl-i nifak ile hakkı bâtıl ile örten ehl-i küfrün hâlini beyân ediyor ve şöyle buyuruyor. . .”

1958-59 yıllarında Helsinki’de basılan Tefsîr-i Nu’mânî’de (S: 5):

1-5: Bu kelimening ma’nasın Allahu Tebareke ve Te’alâ’nıng üzerine tabşırdılar, ma’nası budur diyüb selefler özüb itmediler. (...) Oşbu Kur’an Allahu Te’alâ’nıng kullarına indirmiş kitabdır. (...) Ol Kur’annıng Allahu Te’ala kelâmı igeninde hem Hak yolunı beyan itmeginde şek yokdur. (...) Ol Kur’an Hak yolını beyan itgüçidir. (...) Allahdın korkguçı kinuelerge (...) Allahdın korkguçı şunday kimselerdir ki (...) uşanurlar (...) Kur’an’nıng gaybdın birgen haberlerine (...) ve da’im namazlarını okurlar (. .) anlarga biz rızklandurgan mallardın (...) çıkarırlar ya’ni fukaraga sarf kılurlar (...) dahi şunday kimselerdir ki uşanurlar (...) sana indirilmiş Kuranga (...) dahi şendin ilkki peygamberlerge indirilmiş kitablarga Teorat, İncit, Zebur gibi (...) hem ahiretke ya’ni ahiretde bulaçak hallerge (...) anlar inanurlar (...) Oşbu sıfatlar birle sıfatlanmış kimseler (...) togrı yolga könülmek üzerinedir (...) Anlarga Allahu Teâlâ’nıng fazl u keremindin (...) dahı oşbu kimseler (...) anlardır ahiretde maksudlarına yitgüçi kimseler.”

Şimdi de Türk toplumunda, Türk tarihinde ve edebiyatında, kâğıda yazılmış, mermere oyulmuş hat ve hâkk olarak Türk güzel sanatlarında yer etmiş olan Fetih Sûresi’nin ilk üç âyetini bu basılmış Kur’an çeviri ve tefsirlerinde görelim.

Tefsîr-i Tibyân’da. (C. IV, S. 117):

1. “Ya Muhammed, biz sana gelesi yılda Mekke’ye duhulü kazâ ettik ve yabud sulh-i Hudeybiye-yi kazâ ettik ki ol fethe sebeb oldu.

2. Tâ ki Allahu Teâlâ zaman-ı Câhiiiyyet’te takaddüm eden ve bu âyet-i kerîme nüzulüne değin teahhur eden tefritini mağfiret ede. İşbu mağfireti fethe illet kıldı, Şol haysiyetten ki onu cthad-ı küffâre ve i’lâ-yi din için sa’ye ve izaha-i şirke ve tekmil-i nüfûs-i nâkıseye ve eydi-i zaleme’den zaafeyi tahlisa sebebdir.

3. Ve i’lâ-yi dîn ile ve nübüvvetine mülki zamm ile sana nimetini itmam ede ve nıerâsim-i riyâset-i ikâmette sırat-ı müstakime seni hidâyet ede. Ve Allahu Teâlâ İslâmı izhar ile âdâ-yi din üzere sana nusret eder. Bir haysiyetle ki ondan sonra da zaf ü züll olmaya.”

Tefsîr-İ Menâkib’da (c. II, S. 356):

1. “ Yâ Muhammed, biz senin için tahkik-i zâhir ve âşikâr Mekke fethine sebeb ve mukaddime olan sulhü hükm ettik.

2-3. Tâ ki, Allahu Tealâ (zamân-ı Câhiliyyette) takaddüm eden ve (bu âyet-i kerîme nüzûlünedek) teahhur eder tefrit-i mağfiret ede ve i’lâ-yi din ile ve nübüvvetine zamm ile nimetini itmam ede ve tebliğ-i risalette ve merasim-i riyaset-i ikâmette seni sırat-ı müstakime hidâyet ede ve Allahu Teâlâ İslâmı izhar ile âdâ-yı din üzere sana izzet ü galebe nusretin vere.”

Tefsîr-İ ziibedü’l-âsâr’dâ (C. II, S. 313):

1. “Tahkika ki biz ya Muhammed bir âşikâren feth, sana feth ettik. Bu kelâm Hüdâ-yı Zü’l-Celâl’den Seyyid ül-kevneyn’e Mekke-i Mükerreme’nin fethiyle va’dedür ve ez bes ki vuku’u muhakkaktır. Mazi sigasiyle ondan tâbir olundu.

2. Feth için illettir, ya’ni ol fethi Hüdâ Azze ve Celle sana kıldı. Tâ ki cihad sebebiyle terk-i evlâ olan günahından geçmiş olanı ve geleceğini senin için mağfiret ede.

3. Ve tâ ki dinin iştihariyle ve padişahlığı nübüvvete zamm itmekle nimetini üzerine tamam ede.”

Tefsîrü’l-Cemâlî ale’t-tenzîli’l-Celâlf de (C. IV, S. 115):

1. “Elbette bizler hukm ettik senin için zahir olan feth ile.

2. Fethin âkıbeti şudur ki, yargılar senin için Allah ol şeyi ki geçti sâbıkta senin günahından ve yine ol şeyi ki geri kaldı senin günahından ve tamam ede kendi nimetini senin üzerine ve göstere sana doğru olan yolu ve yardım ede sana Allah, kuvvetli olan yardimiyle. İşbu sabrettiğin ecilden senin derecelerin ziyade oldu. Allah (Subhânehu) işbu kelâmı kendi kullarından hiçbir kuluna buyurmadı, ki senin geçen günahlarını ve gelecek günahlarını bağışladım, diyu. Zira ki, işbu söz korkusuzluğu mûcibdir. Eğer çok kullar vardır ki, Allah (Subhânehu) onları bağışladı, lâkin ol Hazretten gayri bir kimsenin hakkında işbu kelâmı buyurmadı.”

Cemil Said’ın Kur’ân-ı Kerîm tercemesi’nde (S. 596):

1. “Senin için büyük bir zafer hükm ettik.

2-3. Tâki Allah’ın eski ve yeni günahları afv etmesi için vesile olsun. Sana ihsanlarda bulunsun ve seni tarik-i müstakîme hidâyet etsin ve kudretli müzaheretini ihsan eylesin.”

Nûrü’l-beyân’nda (C. II, S. 967):

1. “ Ya Muhammedi Biz, seni feth-i mübine mazhar ettik.

2. Allah, evvelki ve sonraki günahlarını bağışlamak ve sana nimetini ikmal ve seni doğru yola hidayet etmek için feth-i mübine mazhar ettik.”

3. Ve seni bâis-i izzet olan nusretle mansur etmek için feth-i mübine mazhar ettik.”

Hulâsatîi’l-beyân fî tefsiri’l-Kur’ân’da (C. XIV, S. 59):

1. “Ya Ekrem er-Rüsul! Biz senin için açık bir fütuhatla Mekke şehrini feth ettik ve bu fethimiz herkesçe ma’lûm olan bir fetih ki o fetihte hiç kimsenin şüphesi ve tereddüdü yoktur.

2. Ya Ekrem er-Rüsul! Senin geçmiş ve gelecek zelleni afv etmek için biz sana feth-i mübin ihsan ettik. Yâ Ekrem er-Rüsul! Allahu Teâlâ senin üzerine nimetini itmam ve seni doğru yola îsal için sana büyük ve açık fetih ihsan etti.

3. Ey Resul-i Muazzam! Allahu Teâlâ sana kuvvetli bir nusret vermek için feth-i azim ihsan etti.”

Terceme-i şerîfe. Türkçe Kur’ân-ı Kerîm’de (S. 641):

1 ve 2 ve 3: “Ya Muhammed! Senin geçen ve gelecek günahlarım mağfiret etmek ve senin üzerine nimetini itmam etmek ve sana galib ve aziz bir nusret vermek için Allahu Teâlâ sana aşikâr bir fetih ile fütuhat verdi.”

Maâni-i Kur’ân, Kur’ân-ı Kerîm’in tercemesi’nde (C. II, S. 390):

1. “Muhakkak ki biz sana muazzam ve aşikâr bir fetih ve zafer verdik.

2-3. Bununla Allah evvelki ve sonraki günahını yarlıgayacak, hakkında nimetini de tamamlayacak, seni doğru yola götürecek, sana şanlı ve şerefti bir nusret verecek.”

Tanrı Buyruğu’nda (S. 790-1):

1. “Biz sana apaçık bir zaferi ihsan ettik, ki

2. Allah önceden sana isnat olunan, sonradan sana isnat olunacak kusurları yarlıgasın, hakkında nimetini tamamlasın. Seni doğru yola iletsin.

3. Ve sana şanlı, şerefli bir zafer versin.”

Hak dini, Kur’an dili adlı eserde (C. VI, S. 4404):

*“El-hak biz sana bir fethi mübin açtık.

* Ki Allah senin zenbinden geçmişini ve geleceğini mağfiret buyurup üzerindeki nimetini tamamlıyacak ve seni dosdoğru bir caddeye çıkaracak.

* Ve nazirsiz bir muzafferiyetle seni Allah mansur ve muazzam kılacak.”

Kur’ân-ı Hakîm ve meâl-i Kerîm’de (C. III, S. 914):

1. “Biz hakıykat sana (Hudeybiyye musaîehası ile) apaşikâr bir feth (u zafer yolu) açtık.

2. (Bu) geçmiş ve gelecek günahını Allah’ın yarlıgaması, senin üzerindeki nimetini tamamlaması, seni (bu sayede) doğru yola iletmesi içindir.

3. Ve Allah’ın sana çok şerefli bir muzajferiyetle vardım etmesi için (dir.)”

Kur’ân-ı Kerîm ve meali adlı eserde (C. II, S. 510):

1. “Şüphe yok ki biz, sana apaçık bir fetih vermişizdir.

2. Allah, ümmetinin önce yapılan ve sona kalmış olan suçlarını sana bağıştasın ve sana, nimetini tamamlasın ve seni, doğru yola götürsün diye.

3. ve sana, üstün bir yardımla yardım etsin diye.”

Baltacıoğhrnun çevirisinde (S. 430):

1. “Gerçekten Biz sana savaşta öyle bir algı elde ettirdik ki,

2. bu, Allah’ın senin geçmiş, gelecek günahlarını yarlıgaması, sana karşı olan iyiliklerini sonuna erdirmesi, sizi doğru yola iletmesi içindir.

3. Bir de Allah’ın sana kutlu bir yardımda bulunması içindir.”

O. Nebioğlu’nun tercemesinde (S. 279):

1. “Gerçekten biz sana aşikâr bir zafer yolu açtık;

2. Ki böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını mağfiret kılsın. Senin üzerine nimetini tamamlasın ve seni doğru yola iletsin;

3. Allah sana kudretli bir yardım etsin.”

Arkın Kitabeyi’nin çıkardığı tercenıede (S. 409):

1. “Biz sana öyle apaçık bir fetih ihsan ettik ki.

2. Allah, geçmiş ve gelecekteki suçları sana bağışlamak, sana karşı olan iyiliklerini tamamlamak ve doğru yola iletmek içindir.

3. Sana üstün bir yardımda bulunması için.”

Son bir örnek olarak bir sûre, kısa fakat Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birine eş değerde İhlâs Sûresi’ni alabiliriz:

Tibyân tefsiri”nde:

1. “Vaktaki müşrikun Peygamberimiz Sallâllâhu Teâlâ aleyhi ve selleme dediler ki yâ Muhammed, Rabbini bize vasf et ki sen bizi O’na davet edersin, ol sebebden işbu sûre nazil oldu. Ya’ni onlara digil ki Allahu Teâlâ vahiddir. Bizzat icradan münferiddir, zira ol cism veya mürekkeb değildir.

2. Ki ol seyyiddir. Havâyicde ona kasd olunur, cemi’ sıfatında ol kâmildir, enva’-ı suddan cemi’i anda kâmil olubdur ve gaibde maksud mesaibde ol müstegasdır. Halkın fenâsından sonra ol bâkidir, onun fevkinde ahad yoktur. Cemi uyubdan ol münezzehdir, onu âfat i’tira etmez.

3. Onun veledi olmadı ki ona varis ola, zira onun mücânisi yokdur, ol muîne veya ona halef olur, ahade muhtaç değildir, hacet ve fenâ ona mümteni olduğuyçün ve onun vahidi dahi olmadı ki ol ondan mülke varis olmuş ola, zira ki ol hiçbir şeye muhtaç olmadı ve ona Âdem dahi sebk itmedi, bilki ol vâhid-i kadimdir.

4. Ve hiç ahed ona küfüv ve mümasil olmadı, ol ulûhiyet ve hikem ve tedbirinde şeriki yokdur, kemâl-i vahdaniyyetle mevsufdur. İşbu sûre-i şerife kemâl-i kasr ile maarif-i ilâhiyyenin cemi’in müştemil olduğu için hadiste onun kıraati sülüs-i Kur’an’a adil olur denildi. ..

Tefsîr-i Mevâkıb’ta (1295 baskısı, S. 604) :

1-4: “Sana Allahu Teâlâ’dan sual edenlere sen de ki: ol Allahu Teâlâ birdir, şeriki ve naziri yokdur, dergâhı erbab-ı hâcata maksud ve cümlenin seyyidi ki, büyüklük onda nihayet bulmuştur ve dâim ve bâkidir. Onun çün veled yoktur ve olmadı ve olmaz ve velede ve vârise muhtaç değildir ve onun içün ana ve baba olmadı ve kimseden doğmadı ve hiç kimse ona akran ve mümasil olmadı. Rivayet olundu ki Kureyş’ten bir güruh Peygamber (A. S.)a: Ya Muhammed, senin ibâdet etliğin ve bizi onun ibâdetine davet ettiğin Allahu Teâlâ’yı bize vasf eyle demeleriyle bu sûre-i şerife nazil oldu, bu sûre-i şerife böyle muhtasar iken maarifi ulûhiyyenin cemi’ini müştemil olduğuyçün onu okumak sülüs-i Kur’an’ı okumak gibidir denildi.”

Tefsîr-i zübedü’l-âsâr’da. (C. II, S. 460-461):

“Getürdiler ki Kureyş’ten bir güruh Server-i Kâinat’a dediler: Ya Muhammed bizi ibâdetine da’vet ettiğin Perverd-gârı bize vasf et. Hak Celle ve Ala sûre-i İhlas’ı münzel idüp buyurdu:

1. Küffâr-ı Kureyş’e söyle Ya Muhammed, vasfın istediğiniz Perverd-gâr sıfat-ı kemâle cami olan zât-ı pâkdir.

2. Sıfat-ı celâle ile mütevahhid olan vâcibü’l-vücûddur. Hüdâ-yı zü’l-celâl ki cemi’i erbâb-ı hâcatın teveccühü onadır.

3. Hiç bir nesneyi doğurmadı ve doğmuş kılınmadı.

4. Ve bir kimse ona karin ve mânend olmadı. Kendü zâtında müteferrid cemi-i eşyadan müstağni Celle Celâlühu hadis-i şerifle gelmiştir ki sûre-i ihlâsın okunması Kur’an’ın bir sülüsüdür.”

Tefsîrii’l-Cemâli ale’ t-tenzit’l-Celâlî’de (C. IV, S. 230):

“Bağışlayıcı esirgeyici olan Allahın adıyla okurum.

— Digil Allah bîrdir.

— Allah ihtiyatsızdır ya’ni yemez ve içmez.

— Doğurmadı ve gayriden dahi doğmadı.

— ve olmadı ona hiç kimse ne misl ü denktaş ya’ni bir kimesne onun misli olmaz ki ondan karı ala ya oğul tuta.”

Nûrü’l-beyân’da (C. II, S. 1126):

1-4. Ya Muhammed! “O, Allah’dır; ahaddır. Allah herşeyden müstağni ve herkesin muhtaç olduğu Zat-ı ecell ü a’ladır. Doğurmadı, doğurmaz. Hiç kimse onun küfvu olmadı!” de.

Hulâsatü’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân’da (C. 15, S. 637):

İcmâlen meâli

1. (Ya Ekrem er-Rüsul! Sen “Hal u şan oldur ki Allahu Teâlâ birdir” de).

2. (Allahu Teâlâ def’-i ihtiyacda cümlenin mercîidir.) (S. 639),

3. (Allahu Teâlâ bir kimseyi doğurmadı ve kendisi bir kimseden doğmadı) (S. 641).

4. (Allahu Teâlâya hiçbir kimse misil ve nazir olmadı). (S. 642).

Terceme-i şerife, Türkçe Kur’ân-ı Kerîm’de (S. 770):

1. ilâ 4—“Ya Muhammedi De ki: “Allah birdir. Allah Sameddir (cemi sıfatında kâmil. Herkesin ihtiyacını temin eder, ayıbdan münezzehdir). Onun evlâdı olmadı ve vâlide de olmadı ve O’na hiçbir şey küfv ve misal olmadı.”

Maâni-i Kur’ân’da:

1 ilâ 4—“De ki: O Allah birdir, ululuk onda nihayet bulmuştur. Doğmamış ve doğurmamıştır. Onun hiç bir eşi de yoktur.”

Tanrı Buyruğu’nda (S. 971):

1. “De ki: O (mutlak varlık olan) Allah tek, birdir.

2. Bütün varlıkların sıkıntı çektikçe baş vurduğu (aman diye çağırdığı) Allah O,

3. Doğurmadı ve doğurulmadı.

4. Hiçbir dengi yoktur, olamaz da.”

Hak dini, Kur’an dili adlı eserde (C. VIII, S. 6273):

—“De, o: Allah tek bir (ahad)dir. * Allah o eksiksiz sameddir * Doğurmadı ve doğurulmadı. Ona bir küfüv de olmadı.”

S. 6274-6350 arasında sûrenin geniş tafsilâtlı tefsiri vardır.

Kur’ân-ı Hakim ve meâl-i Kerîm’de (S. 1207):

1. “De ki: O, Allahtır, bir tekdir.

2. (O), Allahdır, Samed’dir (zevâl bulmayan bir baakıydir, dâimdir, herkesin ve herşeyin doğrudan doğruya muhtaç olduğu ve kasdettiği yegâne varlıktır, ulular ulusudur).

3. Doğurmamıştırs doğurulmamıştır O.

4. Hiçbir şey Onun dengi (ve benzeri) değildir.”

Kur’ân-ı Kerîm ve mealinde (C. II, S. 739):

“(1) De ki: O Allah, tektir; (2) her şey ve herkes, ona muhtaçtır, onun, zevali yoktur, bir şeye muhtaç değildir. (3) Doğurmaz ve doğmamıştır, (4) ve ona, bir tek eşit ve benzer olamaz, yoktur.”

Baltacıoğlu’nun çevirisinde (S. 530):

1. De ki: “O, bir tek olan Allah’tır.

2. Allah uludur.

3. Doğmamıştır, doğurulmamıştır,

4. Onun dengi de yoktur.”

Osman Nebioğlu’nun tercemesinde (S. 346):

1. De ki: “O Allah’tır, birdir;

2, Allah’tır, Samed’dir.

3, Doğurmamtştır, doğmamıştır.

4. Hiçbir dengi yoktur.”

Ondokuzuncu yüzyılın ortasından günümüze kadar basılmış Kur’ân-ı Kerîm Türkçe tefsir ve tercemelerinden aldığımız bu çeşitli örnekler göstermektedir ki, birkaçı müstesna aralarında bir benzerlik yoktur. Denilebilir ki müfessir ve mütercimlerin üslûb farkları bu ayrıntılara sebep olmaktadır; bu sebeple bu eserlerde bir ifade benzerliği aramaya imkân yoktur. Ancak bazılarındaki farklar, ifade benzerliği bir tarafa, birbirlerine zıt anlamlara da gelmektedir. Kur’ân’ın asıl dilini bilmeyenlerde ister-istemez bir tereddüt hasıl olmaktadır. Bunların en doğrusu, en itimada şâyânı hangisidir? Bu hükmü verecek aydın din adamlarımız, yetişmiş ve yetişmekte olan genç din bilginlerimiz vardır.

Son otuz yıl içinde geçmişe nisbetle Kur’an’ı Türk diliyle tefsir etmek ve bu dile çevirmek faaliyeti gözle görülecek kadar artmıştır. Bu artış bir ihtiyacın ifadesidir. Ortada bir gerçek vardır: Şimdiye kadar çıkarılan Kur’an terceme ve tefsirleri bu ihtiyacı bir dereceye cevaplandırmaktan uzaktır. Şu durumda bu işin Cumhuriyet Türkiyesi’nin, din adamı yetiştiren eğitim müesseseleri müstesna, tek din kurumu olan resmî müessese tarafından ele alınma zamanı gelmiştir. Bu işte geç bile kalındığı söylenebilir. Bu resmî müessesenin bundan yirmibeş yıl kadar önce yayımladığı Elmalılı Mehmed Hamdi Efendi tarafından hazırlanan büyük tefsir, hem hacmi bakımından, hem de üslûbu bakımından günümüzün şartlarına uymamakta, bugünün gencine hitap edememektedir. Yetkili kimselerce hazırlanacak bir Kur’ân-ı Kerîm tercemesi beklenmektedir. Bu bekleyiş bir haktır.

Not:

En son tercüme Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından üç cild halinde bastırılmış bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlamı (Meâl) adını taşıyan bu tercümeyi tanıtmak üzere iç kapakdaki verilen bilgiyi aynen almayı faydalı gördük:

Türkçe Anlam (Meâl) ile karşılıklı olarak basılan Kur’ân-ı Kerîm meşhur Tük hattatı Hafız Osman tarafından Hicrî 1097 Şevvâl başında (Milâdî 1686 Ağustos) istinsah edilmiştir. Baakı Diyanet İşleri Başkanlığı Mushaflar İnceleme Kurulu’nun tedkîkinden geçerek mühürlenmilştir.

Türkçe Anlam (meâl) Diyanet İşleri Başkanı Hasan Hüsnü Erdem ve Müşavere ve Dinî Eserler İnceleme Kurulu’ndan Yusuf Ziyaeddin Ersal’ın nezâreti altında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden Dr. Hüseyin Atay ve Dr. Yaşar Kutluay tarafından hazırlanmış; ayrıca İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü öğretin üyelerinden Mahir İz’in başkanlığı altında Müşavere ve Dinî Eserler İnceleme Kurulu üyesi Osman Keskioğlu, Dersiâmdan Ödemiş Müftüsü M. Ziya Bilgin ve Ankara Müftüsü Mahmut Öğütçü’den kurulan Redaksiyon Komitesinin tedkîkinden geçmiştir.

(Dergi)



[1] Bk, Osman Keskioğlu, Fâtih devrine ait iki Kur’ân-ı Kerîm tercümesi, Vakıflar Dergisi, C. IV. S. 91-93.

[2] Bu eserlerin bazı basımlarının bibliyografik künyeleri ve baskı tarihleri için bk. M. Cunbur, Türkçe Kur’an tefsîr ve çevrileri bibliyografyası (Basılmış eserler), Yeni Yayınlar, Nisan 1959, C. IV, Sayı: 4, S. 112 ve d.

[3] Bu iki eserin bibliyografik künyesi için bk. M. Cunbur, ayni yazı, S. 113.

[4] Bu eserlerin bibliyografik künyeleri için bk. ayni yazı, S. 114.

[5] Bu eserler için bk, ayni yazı, S. 114-116.

[6] 1934 den sonra basılanların bibliyografik künyeleri için bk. ayni yazı, S. 117-118. Bu yazıda bulunmayan Füyûzâtın künyesi: “Füyteât, Kur’ân-ı mübîn’in meâlen tefsîri”. 3 cilt, İstanbul 1959 Hüsnütabiat Matbaası, 8°