Makale

İSLÂM’DA MÜSAMAHAKÂRLIK

  1. İSLÂM’DA MÜSAMAHAKÂRLIK[1]

Çeviren: Osman KESKÎOĞLU

Yazan: Muhammed ABDUH

Merhum Mısır Müftüsü

Gel ey okuyucu, seninle elele vererek maziye doğru yükselelim. Şu cehâlet muhitinden sıyrılarak baştanbaşa aydınlık olan o irfan âlemine varalım. Önce Emevî halîfelerinin, sonra Abbasî halîfelerinin ve vezirlerin yanında biraz duraklıyalım. Onlann etrafındaki fakihleri, kelâmcılan, muhaddisleri, müctehitleri, şairleri, tarihçileri, doktorları, hey’et bilginlerini, riyâziyecileri, coğrafyacıları, tabiat bilginlerini, hâsılı ilmin kollarından her birinde sağlam bilgi sahibi olan zevâtı birer birer hürmetle ziyaret edelim.

Bak, herkes kendi ihtisası dâiresinde geceyi gündüze katmış çalışıp duruyor. İşini bitirdikten sonra yanı başındakine donup onunla kardeşçe elleşiyor. Fakih kelâmcı ile, muhaddis doktorla, müçtehit riyâziyeci ve feylesof ile selâmlaşıyor, biribirinin elini sıkıyorlar. Her biri kendi bilgi dalında arkadaşından yardım göreceğini biliyor ve ona göre davranıyor.

Burada biraz eğlendikten sonra haydi bir ilim müessesesine girelim. Bak birçok büyükler toplanmışlar, aralarında bazı düşünce ve görüş ayrılıklarına rağmen yine başbaşa vermişler, beraber çalışıyorlar, mübâhase edip duruyorlar. İşte yüz binlerce hadîsi ezberliyen İmam Buhârî, Haricîlerden Imrân bin Hattân’ın önüne diz çökmüş, ondan hadis okuyor, işte mu’tezilenin reisi Amr ibn-i Abîd, Tabiînin ulularından Hasan-ı Basrî’nin önüne saygı ile oturmuş, ondan ders alıyor. (Bir defa Hasan-ı Basrî’ye bu Amr’i sormuşlar, o da şöyle demiş; öyle bir adamı soruyorsunuz ki, sanki terbiyesine melekler, te’dibine peygamberler me’mur edilmiş. Tutumu, davranışı gayet düzgün ve yerinde. Buyurduğu şeyi herkesten ziyade kendisi tutar, nehyettiği şeyden en ziyade kendisi sakınır, içi dışı birbirine uygun, özü sözü bu kadar düzgün adam görmedim.)

Gözümüzü başka tarafa çevirelim de Ebû Hanîfe’yi görelim: Koca imam, İşte orada, Zeydiye mezhebinin kurucusu imam Zeyd b. Ali’nin önüne oturmuş, ondan akâid dersi alıyor, fıkıh öğreniyor, aralarında iki görüş sahibinin hakikati meydana çıkarmak için yaptıkları gayet edîbâne münazaradan başka hiçbir olay geçmiyor. Bunları kendi hallerinde bırakalım. Saf saf dizilmiş, halka halka oturmuş binlerce ulemânın arasından geçelim. Bak her bîrinin araştırma yolları başka, fakat hepsinin emeli bir tek amaçda birleşiyor ki, o da ilimden, hakikattan ibaret. Her biri “Bir saat fikren çalışmak, altmış sene ibadetten daha hayırlıdır. ” Hadîsinin açıkladığı inançda birleşik.

Halifeler birer dîn imamı ve müctehiddirler: Kuvvet ellerinde. Fatihler, muhaddisler, mütekellimler, diğer müctehid bilginler din erbabının başbuğları oldukları halde halîfenin ordusundadırlar. Din, var kuvvetiyle; İslâm inancı, olanca şa’şaasiyle parlıyor. Bütün ulemâ refah ve bolluk içinde, hayır ve saadet içinde, fikir hürriyeti içinde; kendi dinlerinden olanlarla başka dine tâbi’ bulunanlar arasında zerre kadar fark yok.

İşte insaflı bir okuyucu benimle beraber gelir, bu bilginler âlemini görür, o nıüslümanların hâline bakarsa dînin ilme karşı ne kadar müsaadekâr, ne kadar müsamahalı olduğunu anlıyarak der ki: Doğrusu burada din; hilm ile, kerem ile vasıflanabilir. Burada dînin medeniyet ile nasıl uyuşup birleşebileceği âşikâr görünür. Bu hîkmet-sever ulemâdan, düşünce ve görüş hürriyeti öğrenilebilir. Akıl ile vicdan arasında nasıl bir anlaşma ve ahenk meydana gelebileceği bunlardan tahsil edilebilir.

Bizde ilim ile din arasında hiçbir zaman çatışma olmamıştır. Ancak din ulemâsı ile ilim adamlan arasında, fikirleri zincirden, kalpleri taklit hastalığından kurtulmuş hür kimseler arasında olması tabiî olan bazı ufak tefek görüş ayrılıkları olmuştur. Yoksa şiddetle bîribirine atıp tutmak, kötü lâkaplar takmak rezîlesi, duyulmamıştır. Hiç kimse münazara yaptığı kimseye: Sen zındıksın, sen kâfirsin, sen bid’atcısm! dememiş, yahut buna benzer herzeler savurmamıştır. Yine böylece hiçbir âlim bir işkenceye mahkûm olmamıştır; meğer ki cemaat arasına tefrika sokmağa, halkın âsâyişini bozmağa çalışmış olsun, o zaman tabiî vücûdün kurtanlması için feda olunan kangıranlı organ gibi o da kesilip atılmıştır.

Pek âlâ, ya Müslümanlardaki şu biribirini tekfir etmek, dalâlete, fişka nisbet eylemek hevesi ne zaman başladı? A. bid’atle, Z. zındıklıkla itham olunmak âdeti ne vakit revaç buldu. Önceki yazılarımızda söylemiştik, şimdi de söyliyelim ki, bu illet dinde zayıflama başladığı, dîrâyetli kimselerin birer birer fitnelere kurban olduğu zamanlarda başgösterdi. O fitneler ise İslâmın nufuz ve şevketini kırmak için doğuda, batıda din düşmanları tarafından uyandırılmış ve alevlenmiş idi. Artık rûhu, İslâmın rûhu ile hiçbir zaman kaynaşamıyan birtakım bigâneler din işlerinde herkesin baş vurduğu umumî bir merci’ oldular. Müslümanlar da, diğer ’milletleri taklîden, esasen dinde olmıyan birtakım bîd’atler çıkardılar, hurafeler uydurdular; bu, dîne hizmet sanıldı. Dînin o şanlı mâzisİnı, geçmiş ataların o büyük sözlerini unuttular, dinden hiç nasibi olmayan bir sürü bigânelerin sözlerini doğru tanır oldular. İşte olan böylece oldu.

İşin başını câhiller istilâ ettiler. Kendini bilmezler müslümanların başına belâ kesildi. Halkı irşat görevi sapıkların eline geçti. Bu aralık dinde bir (gulüv) aşırı gitme hevesi peyda oldu. (Halbuki Kur’an dinde gulûvvü yasak eder.) Din ilimleriyle uğraştıklarını iddia edenler arasında dîni bilmemek yüzünden ufak bir sebepten dolayı birbirini tekfir etmek, dinden çıkmakla itham eylemek alelade şeylerden sayılmağa başladı. Cehalet arttıkça bâtılda aşırı gitme çoğaldı. İlim, fikir, görüş yoluyla delil aramak bırakıldı. Halbuki bunlar İslâmda lâzımdı. Gitgide dînen vâcib olan umûr, memnu’ şeyler sırasına geçti, fikirler donukladı.

Okuyucu, zındık kelimesinin bile İslâma yabancılardan geçtiğini ileri sürerse hiç de yanlış sayılmaz... İslâma tekfir salgını, son derece şiddetli davranan dar görüşlü milletlerden bulaşmıştır. Müslümanların bu salgın hastalığına bu kadar çabuk yakalanmalarını kolaylaştıran sebeb ise, dînin esaslarını bilmemeleri yüzünden, uğradıkları mizaç za’fıdır. Bilindiği gibi mizaç zayıflayınca hastalığı kapmağa daha müstait olur,

Müslümanlar dinlerinde hakîkaten âlim oldukları zaman bütün dünya milletleri arasında âlim idiler. Bütün âlemin önderi idiler, dînin hikmetini bilmemek, iç yüzünü anlamamak hastalığına tutulunca, gerçek varlıklarını koruyamıyarak bozguna uğradılar, başkalarınca kolayca yutulur lokma oldular.

Ya müslümanların bu cehâled, din meselelerinde kendilerine muhalif olanları, yahut felsefî mesleklerden birine uyanları tekfirle kaldı mı? Nerede!. Onların bu cehaleti kendilerini din imamlarına, Kitab’a ve Sünnet’e canla başla hizmet edenlere hücuma kadar sürükledi. Bu neviden olarak Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî’nin kitapları birçok zamanlar cumhûr-ı müslimîn’in ellerinde saygıyle dolaşarak istifade olunmuşken sonraları Gırnata’da ilim kisvesine bürünmüş bir takım Mağripli âlim taslakları o eserleri dalâlet ve fıska nisbet etmiye başlardılar. Bunun neticesi Gazâlî’nin eserlerinin hepsi, bilhassa İhyâ-i Ulûm’un bütün nüshaları toplatılarak Gırnata’nın ortasında cayır cayır yakıldı! Kendilerini müslüman sanan bazıları da İbn-i Teymiye hakkında: O hem kendi sapıktır, hem başkalarını sapıtmıştır, derler ki, o zatın din ilimlerindeki derecesi, dînî gayreti kadar yücedir. Artık böyle kişilerin izine uyarak, peşine düşerek yetişen mukallitler, ümmetin ulularına ağız dolusu söğmeye başladılar. Vebâli kıyamete kadar kendilerine ve kendilerini rehber sayıp peşlerine takılanların boynuna olsun.



[1] El-İslâm ve’n-Nasrâniyye Maa’l-İlm ve’l-Medeniyye, S. 162-167.