Makale

İSLÂM DİNİ VE MÜSLÜMANLAR

İSLÂM DİNİ VE MÜSLÜMANLAR

Yusuf Ziyaeddin ERSAL

Din, insanlıkla beraber doğmuş, İnsanlığın vahşetinde, medeniyetinde beraber yaşamış ve yaşayacaktır.

İnsanlar, dinin mânasını, her zaman doğru anlıyamamışlar, anlayışlarını devir devir değiştirmişlerdir.

Eskilerde din, bir âyin mecmuası idi. Din namına, mabutların rızasını kazanmak yahut gazabını teskin etmek için hayvanlar keserler, harp esirlerini kurban ederlerdi. Sonra insanî duygular ilerledi, tedricen dîni Allahın muradına yakın manalarda anlamağa başladılar.

Avrupa âlimleri, son asırlarda dinin mahiyeti hakkında bir çok anlayışlara varmış bulunuyorlar. Bu varlık âleminin kadir, hakîm, kemal sıfatlariyle muttasıf, noksan sıfatlarından münezzeh bir yaratıcısı olduğunu, O’nun bu âlemi, bakıp düşünenlerin de anlayacağı gibi, mükemmel bir nizam üzere kurmuş bulunduğunu beyan ediyorlar. Ulu yaratıcının, yarattıklarından hiçbir şeye muhtaç olmadığını ve böyle olmasının yarattıklarına merhametine inayetine aykırı bulunmadığını da itiraf ediyorlar.

Filvâki, bu varlık âlemine göz gezdirmek, bu görüşün doğruluğuna kâfi delildir. Bitkilere, hayvanlara dikkatle bakıldığında yaratıcısının ululuğuna bir çok deliller, ululanmasına, sevilmesine sebep olacak bir çok emareler tecellî etmektedir.

Kâinatın, şu durumu açıkça gösteriyor ki, yaratıcısı, onu hemen bozulması için yaratmış değildir; salâhını, mukadder zamana kadar bakâsını murad etmiştir. Ulu yaratıcının, insanın yaratılışına bir vediası olan terakkî kabiliyeti de bunu ifade etmektedir.

İnsan, Allaha nisbetinde, diğer varlıklardan ayrı değildir. Hattâ, hilkatin sırrı ve gayesi olması itibariyle yaradanına nisbeti bütün varlıklardan ziyadedir. Binaenaleyh, terakki kanununa bağlı olması gerekmektedir.

İnsan ilk neş’etindenberi mütemadiyen terakki etmekte olduğuna göre, Hâlikının, ona henüz aklının yetişmediği daha yüksek bir dereceye kadar yükselmiye müsait kuvvet ve kabiliyet vermiş olduğu muhakkak olarak anlaşılır. Sonra, boşuna yaratılmış hiçbir şey yoktur. Binaenaleyh Allah tarafından insana teklif olunan ibadetler de kâinattaki sabit kanunlara ve insanların meyil ve ihsaslarına uygun olması gerektir.

İşte bu bedihî kaidelere binaen Avrupalı bazı âlimler, Tabiî Dîn adı ile yeni bir din kurmuşlardır. Bu din hakkında tarafdarlarından meşhur feylesof (Jiil Simon)un beyanatı şöyledir:

“Biz, bu yaşama âliminde Allah’ın bizim için riayet ve inayeti tahtında çizmiş olduğu yolda vazifelerimizi ifâ ediyoruz. Dünyadaki hayatımızın sonunda Allah bize ya sevap verecek yahut azab edecektir. Sevabını iktiza eden şahsın kendi kanununa itaatla hayır işlemesidir. Şahsın kanunu, nefsini güzel hıfzetmek, yaradılışında mevcud olan hasletlerini kabiliyeti nisbetinde geliştirmektir. Sonra, insan kardeşliğine riayet, Yaradana muhabbet ve ibadet etmektir.

Lâkin insan, Rabbine ne yolda ibadet edecektir? İnsanın vazifesini yapması, hayır işlemesi ibadetin kendisidir. Tabiî dindarlık işte budur; açıktır, gizli kapaklı yeri yoktur.

Bu dînin usûlü, her şeye kadir Allah’ın varlığına ve bu varlığın bütün âlemleri yaratmış ve sabit kanunlara bağlamış bulunduğuna, bu yaşamadan sonra bütün vaitlerin bize ödenecek ve zulümlere karşı cezalar verilecek diğer bir yaşamanın olacağına inanmaktır.

İbadete gelince: kalbimizin, Allah’a ve insanlara sevgi ile dolu olması ve vazifeyi yerine getirmeye sabit irademizin bulunması, Allâh’ın hayır ve ihsan emirlerine itaat edilmesidir.”

Burada şunu zikredelim ki, Tabiî Din sahipleri, bedenî ibadeti de nefse güzel ihsaslar husule getirir olması şartiyle, kabul etmektedirler.

Şimdi. Jül Simon’un tabiî din hakkmdaki şu naklettiğimiz beyânatını dört noktada hulâsa ediyoruz. Bu noktalar Avrupa âlimlerinin kabul ettiği tabiî dînin esaslarıdır:

1 — Allah’ın bize, bizim işleyeceğinıiz hayra ihtiyacı olmadığı, aksine olarak bütün amellerimizin neticesinin bize ait bulunduğu,

2 — Allah’ın insana merhametli olduğu, salâhını diler, insana ancak fâidesi için ibâdeti teklif eder bulunduğu,

3 — İbadetin, yaşama kanunlarına ve insanın tabiatına uygun olması,

4 — Bedenî ibadetin, nefsi temizler ve terbiye eder olması itibariyle makbul olduğu.

Hemen söyleyelim ki; bunlar, insanın çok geç olarak bulduğu bir yitiğidir. Bununla beraber bütün bunlar, İslâm Dîni’nin güneşinden bir ışık, sonsuz deryasından bir damlacıktır. Tabiî Dîn’in, İslâm Dîni’ne münasebeti böyle olduğuna delâlet eden İslâm Dîni’nin naslarıdır ki, burada sıra ile zikrediyoruz:

Allâhu Teâlâ Kitâb-ı Kerîminde şöyle buyurur;

1 — “Kim hayra çalışırsa faidesi kendinedir, kendisi için çalışır. (Ankebud: 6)

2 — “Kim yararlı amel işlerse faidest kendisinedtr, kendi nefsi için işler” (Rûm:44)

3 — “İyilik yaparsanız faidesi kendinizedir; kendiniz için yapmış olursunuz” (İsrâ: 7).

4 — “Allah sizin için kolaylık, diliyor güçlük dilemiyor.” (Bakare: 185).

5 — “Allah kimseye güç yetiremiyeceği şeyi yüklemez” (Bakare: 286).

6 — “Her kimi ki kıldığı namaz kötülükten ve kabalıktan alakoymazsa namazı onu Allah’tan uzaklaştırıyor demektir.”(Hadîs).

7 — “Nice Oruç tutanlar vardır ki oruçlarından yanlarına kalan şey aç ve susuz kalmalarıdır.” (Hadîs).

Bunlar bizim dinî vazifelerimizin naslarıdır. Görüyoruz ki; bu naslar, akl-ı selîme, ilme tamamiyle uygundur.

İslâm Dîni’ne ta’n edenlerin hedefleri ekseriya dinin kaidelerine esas olan bu noktalardır. Halbuki Tabiî din tarafdarlan da ayni noktalar üzerinde duruyorlar. Şu halde İslâm Dini’nin tenkid kabul etmeyeceğini, ahkâmına hiç bir veçhile ta’n edilemiyeceğini söylemekte haklı değil miyiz?

İslâm Dîni Nedir?:

İnsan, ne kadar beliğ olursa olsun İslâm Dîni’ni tavsifden âcizdir.

İnsan, İslâm Dîni’nin yüceliği karşısında hayran kalıyor, ilmi şahit tutarak söylüyorum ki, İslâm Dîni insanlann yaradılışına uygundur, fıtrî bir dindir; insanı kemal derecesine ulaştırır.

İslâm Dîni, beşeriyet için en kâmil bir düsturdur; her iki hayatın saadet rehberidir. Tabiî ilimlerin, çok geliştiği bu devirde İslâmiyet’in esasları takdirle karşılanmaktadır.

Yeryüzünde insanın şan ve şerefini yükselten medeniyet eserleri İslâmın emrettiği ilmin feyiz ve bereketidir.

İsIâmiyetin nuruna mâni’ olmayı düşünmek, ham hayale kapılmaktır.

İslâmiyete husumetin ne manası var? Medeniyetin kaynağı İslâmiyet değil mi? Terakkî ve tekâmül yolunda atılan her adım İslâmiyete yaklaştırmıyor mu?

İslâmiyet, bu varlık âleminin kaidelerine, beşerî hayatın kanunlarına tamamiyle uygun olduğu için değişmeyecek, bilâkis zaman geçtikçe hakikatları daha iyi anlaşılacak, o nisbette kuvvet bulacak, nihayet bir gün gelecek, bütün beşeriyyetin hayât ve saadetinin düsturu olacaktır.

Büyük feylesoflar, insanları saadet yolunda birleştirecek, barıştıracak şeyin din olduğu sonucuna varmışlar, fakat bunun hangi din olduğunu bir türlü kestirememişlerdir. İslâmiyetin naslarını tetkik edenler, aranan bu dinin İslâm dini olduğunu göreceklerdir.

İslâm Dîni böyle bir din olduğu içindir ki zuhuru ile beraber benzeri görülmemiş bir sür’atle yayılmış ve tedricen bütün beşeriyyeti aydınlatmıştır. Bunlar tarihi hakikatlardır. İslâm tarihinin ilk sahifelerini tetkik edenlerce malûmdur.

Lâkin İslâm tarihinin son sahifelerini mütalâa ettiğimizde görüyoruz ki: Müslümanların bidayeti böyle iken sonraları başka hallere düşmüştür. Müslümanların o parlak hayatı nedendi? Nereden gelmişti? O kuvvetli parlak hayatına ârız olan bu günkü gevşekliğin sebebi nedir? Sonraki Müslümanlar da Müslümandırlar. Müslümanlığı muhafaza etmektedirler yoksa bazılarının iddia ettiği gibi dinler, terakkiye mani midir ki? İslâmiyet de bidayette Müslümanları yükseltmiş ise de zamanlara uymayan ve aykırı gelen bazı tohumların sonra filizlenmesi ile o kuvvetli tekâmül durmuş mudur?

Lâkin ilk Müslümanların İslâmiyet’ten önceki vahşet ve cehaletlerine, bir de İslâmiyeti kabul edince sür’at-i inkişaf ve terakkilerine bakmak bu iddiayı yalanlamaz mı? Sonra İslâmiyet’in esasları, beşerin hayatına, hayat kanunlarına, kaidelerine tamamiyle uygun değil mi?

Görüyoruz ki; İslâmiyet terakkiye sınır koymamış, durak vermemiş, geçen şâri’lerin, hayatın müstakbel yollarına koydukları her haddi kaldırmış, duraksız terakkiye umumî kaideler tesis etmiştir. İnsanları ilksel kayıtlarından kurtarmış, itidal yoluna getirdikten sonra serbest bırakmıştır. Son zamanlarda Müslümanlara arız olan gevşeklik Müslümanlıktan değil, Müslümanların kendilerindendir. Müslümanlık yine ayni Müslümanlıktır; ayni kuvveti haizdir. Hattâ, ilim ve tecrübe ilerledikçe sırlarının inkişaf ve tecellisi ile kuvveti artacaktır,

Müslümanların biri birine münasebetleri çok sıkıdır. Dinî nizam müslümanları sıkı bir surette birbirine bağlamıştır. Bu bağlantı her Müslüman için neseb kardaşlığından daha muhkemdir. Vücudun bîr cüz’ünün bütününe nisbeti ne ise her Müslü’manm mecmuuna nisbeti de odur. Her Müslüman Müslümanlık camiasının bir uzvudur.

Allâhu Teâlâ’nın Resulü, Müslümanlığı ve Müslümanları böyle tarif etmiş ve bu talimatı vermiştir.

“Siz sevişmedikçe elbette mümin olamazsınız.”

“Kendin için husulünü istediğini kardeşin için de iste ki müslüman olasın”.

“Sizin hiç biriniz kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe (olgun) mü’min olamaz”. hadîs-i şerifleri çok açık ve kat’îdir.

Yalnız iki Müslüman arasındaki bu münasebetin pâk ve halisane olması lâzımdır. Hayat ve hayatın tekâlifini müdrik olanların bu babtakı hulûsları yerinde olur.

İşte bu mukaddes rabıtadır ki Müslümanlığın muktezası, ictimaî saadetin medarı ve hakikî medeniyetin esasıdır.

Medenî milletlerin haline bakınız, iyi düşününüz, efradı arasında birlik nekadar kuvvetlidir. Birliklerinin derecesi hayatlarının miyarıdır.

O nisbette yükselmiş bulunmaktadırlar.

Birliği kuvvetli milletler bir tehlike karşısında kalsalar bile bu onlara tesir yapamaz. Milletlerin birlik halindeki müdafaalarına durulmaz, bunlar birliğin sırlarındandır.

Bugün milletlerde görmekte olduğumuz birlik, vaktiyle bizim ecdadımızda bulunan birliğin bir cüz’üdür.

Müslümanlarda bulunması gereken, İslâmiyetin muktezası olan sevişme ve birlik hakkında vârid olan Hadîs-i Şerifler pek çoktur. Yalnız İslâmiyet iddiasında bulunanlara ibret için bir Hadîs-i Şerîf naklediyoruz: Resûlullâh Efendimiz: “Müslümanların umurunu benimsemeyen onlardan değildir” buyurmuştur.

Bir de bu asrın evlâdına nasihat olması için bu gün iki öz kardeş arasında bile vukuu görülmeyen bir tarihî olayı arzediyoruz:

Huzeyfetü’l-Adevî diyor ki: “Termük günü elimde biraz su olduğu halde yaralılar arasında amcam oğlunu bulursam vereyim, diyerek aramağa çıktım. Ağır yaralı olarak buldum. Suyu verecek oldum. Yanında bir yaralı daha varmış, o yaralı beni görünce: Ah!Su…su!...dedi. Amcamın oğlu da bunu işitti. Suyu ona ver, diye eliyle bana işaret etti. Ben o yaralının yanına gidiyordum. Orada üçüncü bir yaralı daha varmış, O da beni su ile görünce: Ah! Biraz su!... dedi. İkinci yaralı da suyu ona ver, diye işaret etti. Ben suyu bu üçüncüye verecek oldum, fakat ben yetişmeden öldü. İkinciye döndüm onu da ölmüş buldum. Amcamın oğluna bari vereyim derken, onu da ölmüş buldum”

Bakınız bu temiz ruhlara, ananın, ciğer paresine bakamayacağı dehşetli anda kardeşlerini nasıl kendilerine tercih etmişler. ,

Bu kuvvetli birlikleri sayesinde azlıkları ve hazırsızlıkları ile beraber bir çok mâmûreleri fethetmiş olmalarına şaşılır mı? Bu mukaddes sevgi ve birlik, emirde, fakirde, zenginde ayni idi. Hiç birisinin yüksek mevkii, kardeşine karşı vazifesini ifa etmesine mani olmuyordu.

Bu sağlam ve gerçek sevginin İslâm milleti efradında yayılmış bulunması ile hürriyet, adalet ve müsavat esasları da beraber yayılmıştı.

İslâm Dîni, her müslümana, cemiyetini yükseltmeyi, onu takviye etmeyi Allâh’ın sevdiği ibâdetin en makbul bir rüknü olmak üzere emretmektedir. Resûl-i Zî-şân Efendimiz Hadîs-i Şeriflerinde şöyle buyuruyor:

“İslâmiyeti müdafaa uğrunda sabır ve sebat 60 yıl ibadetten hayırlıdır.”

“Ara açıklığım islah etmek, bütün namaz, oruçtan daha hayırlıdır.”

“Bir günlük adalet 60 yıllık ibadetten daha hayırlıdır.”

“Bir kimse kardeşinin işine gecenin veya gündüzün bir saatinde koşarsa, iş görülsün görülmesin, iki ay itikâfdan daha hayırlıdır.”

“Bir kimse bilgi edinmiş olur da bilgisini saklarsa Allah ona kıyamette ateşten gem vuracaktır.”

Şübhe yoktur ki bu Hadîs-i Şerifleri düşünen kimse, Allahu Teâlâ’nın dînini teşri’ buyurmasından maksadının yalnız hissî ibâdetlere bağlanmak yahud zühd ile vücudunu ifnâ etmek olmadığını idrâk edecektir.

Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri, Resûlullâh Efendimiz’in Sünnetleri ve ilk İslâm cemiyetinin ahvali kat’î surette delâlet ediyor ki, İslâmiyet’in gayesi insanın şanını yükseltmek, maddî ve mânevî kemaline irşat etmektir. İslâmiyet nefisleri temizleyerek vazifesini ifaya elverişli kılacak her şeye işaret etmiş ve uyandırmıştır. İnsan-ı kâmil yetiştirmek için nefsin mânevî istekleri ile cismin maddî isteklerini birleştirmiştir.

Lâkin çoğumuz bu hikmete gafil kalmış, dîni anlamakta geçen ümmetlere tâbi’ olmuş, mahz-i ibadet yahut mücerret âdete uymak olduğunu zannetmiştir. Bu suretle dînimizi yanlış telâkkimizdendir ki en esaslı emri olan takvâyı[1] anlamakta da hatâya düşmüşüz. Müttakîyi, sa’y ü ameli terk eden, dünyasından elini çekip atâlete koyulan zannetmişiz. Halbuki takvâyı, müttakîyi bu mânâya telâkki etmek, selef-i sâlihînin ahvalini her tetkik edenin göreceği gibi, gerçeklere tamamiyle aykırıdır. Selef-i sâlihîn, takvânın imâmı idiler; dinin kemâlinin Örneği bulundular; havassın, avâmın bildiği sa’y ü amelde cehd ettiler; şeref sancağını taşıyan, hakkı

yükselten, himmetleri île dağları deviren onlardı. Müslümanlarca takvâ bu mânaya idi.

Biz, İslâmiyet’in mâhiyetini takdirde yanıldığımız için, takvâyı böyle yanlış telâkkî etmemizde kendimizi ikiye bölünmüş buluyoruz. Bir kısmımız, vatanımızın felahını, milletimizin salâhını hedef tutarak ilmi ve fenni ile fikrî bahisleri ile, çalışan münevverlerimiz diğer kısmımız namaza, oruca vakf-ı vücut ederek bir köşeye kapanan, inzivaya çekilen sofularımız. Bu vehmî inkısamın kökleri uzun zamandanberi İslâm âleminde yerleşmiş bulunmaktadır. Sofularımız sözde ibâdet bilgisine bağlandıkları gibi, münevver sınıfımız da maddî saâdetimize medar olacak bilgilere bağlanmışlardır. Bir sınıf bu yolda dîne, dînin ahkâmına bigâne olduğu gibi, sofu sınıfımız da dünyâsına, dünyâ umuruna, hayat ve maîşet kanunlarına bigâne kalarak yoksulluk içinde başkalarına avuç açmağa, yüz-suyu dökmeğe mecbur olmuştur. Bu suretle iki sınıfa ayrılmamız dînimizin mebâdîsine ve emirlerine aykırıdır. Efradımız arasında vaz’ etmiş olduğu kardeşliği bozmuştur.

İslâmiyet, insanın maddî ve ma’nevî ihtiyaçlarına aynı derecede önem veren bir dindir. Münhasıran ibadete koyulmak İslâm Dîni’nin mukarreratından değildir. İslâmiyet din ve dünya için çalışmayı bildirmiş, her ikisinin salâhına dâvet etmiştir. İslâmiyet tenbellikten, boş oturmaktan, şiddetli ibârelerle, men’ etmiştir. Hem de ameli, işleyenin maksadına bağlamış, ona göre takdir etmiştir. İslâmiyete göre insan bütün muharrematı terk etse bile, maksadı gösteriş olunca, münafıktır. Hüsniniyyeti varsa, hata etse bile, ameli karşılığı olarak Tanrı katında mükâfatı vardık.

Sonra, İslâmiyet’in ilk cem’iyyetlerine baktığımızda Müslümanları asla böyle sınıflara ayrılmış görmüyoruz. Bu suretle ayrılış bid’at-i zemîmedir. Hiçbir İslâmî asla dayanmamaktadır. İslâm Târihi bize haber veriyor ki seleflerimiz dünya ve din için çalışmakta müttefiktiler, ikilik, cehaletten doğma ârızî bir hastalıktır. Ebû Bekri’s-Sıddîk ilk müslümandı; ticaretle meşguldü. Hilâfete geçinceye kadar ticaretini bırakmadı. Ashab ticâret maksadiyle karada, denizde seyahat ederlerdi. Hurma ve üzüm bağlıklarında çalışırlardı. Ashab-ı Kiramdan Ebû Kılâbe bir dostunu Mescidde ibadetle meşgul görünce ona: Seni mescidin köşesinde göreceğime keşki dışarıda geçimini ararken göreydim demişti. Hazret-i Ömer: “Ölümüm için en sevdiğim yer, ehlimin nafakası için alıp satmakta bulunduğum yerdir.” derdi.

Resûlullâh Efendimiz, âhiret için çalışmağa teşvik ettiği kadar dünya için de çalışmağa teşvik ederdi:

“Ebedî yaşayacakmışsın gibi dünya için çalış, yarın ölecekmişsin gibi âhiretin için çalış.”

“Rızkı yerin altında saklı yerden (murad madenler olsa gerektir) arayınız

“Ekiniz, çünkü ekmek bereketlidir.”

“Rızkın onda dokuzu ticarettedir.”

“İbadet on cüzdür, dokuzu helâl kazanç aramaktadır.”

İslâm’ın ilk cemiyeti böyle idi. Dünya hâcetleri ile âhirete dair hacetlerini biribirinden ayırmazlardı.

İslâmiyet birlik üzerine kurulmuştur. Birliği bozacak, tefrikaya düşürecek akide, ibadet, muamele ve ahlâk… cümlesi mutlaka mezmumdur. İslâmiyet’in düzeni takvâ, terakki ve tekâmüldür. Tefrika kadar İslâmiyet’e muzır bir şey yoktur. Tefrika Müslümanları kuvvetten düşürür; terakkilerine engel olur. Milletlerin izmihlali ekseriya tefrikadandır. Bu yüzden istiklâlleri elden gitmiş nice İslâm cemiyetleri vardır.

Ne yazık ki Müslümanlar uzun zamandanberi, iki fırkaya ayrılmış, her birlik ve anlaşma âmiline rağmen efradı arasında husumet peyda olmuş, efradın cemiyete bağlılığı zayıflamış, araya fesad girmiş ve nihayet hal bugünkü duruma gelmiş bulunmaktadır.

Bugün vaziyetin kötülüğü anlaşılmış ise de henüz kusur ve taksiri biribîrimize atfetmekle vakit geçirmekteyiz. Bütün İslâm milletinin bu günkü durumu budur. Her tarafdan gelen sesler bunu ifade etmektedir.

Bununla beraber münevver ve mütefekkirlerimizin, zimâm-ı idare elinde bulunan büyüklerimizin, şerefimizin iâdesineher vakıttan ziyade azmetmiş bulunduklarında şübhe caiz değildir. Onları, ülemayı, zamane göre irşat ve talimde taksirleri üzerine muahazeye sevk eden de budur.

Hayat ve saadetin yegâne medarı olan İslâm’ın fezail ve kemâlâtmı ihyaya milletin bütün efradında aşk uyanmıştır. Arız olan gevşekliği tedavi etmeyi heyecanla istemektedir. Bu uyanıklık şayan-ı şükrandır. Lâkin hoşgörürlüğe güvenerek söyleyelim ki, sadece istek yetmez. İslâmiyet’in kuvveti, fazaili Müslümanlarda kendi kendine işlemez. Bu kuvvet ve fazailin iâdesi için elbirliği ile çalışmak lâzımdır. Mücerret muâhaze, ne kadar şiddetli olursa olsun, matlup neticeyi vermez; maksada, muvaffakiyete götürmez. Bundan fayda beklemek doğru değildir. Beyhude vakit geçirmeyelim, hepimiz çalışalım, hem ciddiyetle çalışalım.

O cihana hayret veren İslâmiyet’in, ham dolsun, bütün kuvveti elimizdedir. Ecnebiler bu kuvvetin tatbik kabiliyetini idrâk etmiş bulunuyorlar. Maddiyatta bizi geçtikleri gibi maneviyatta da geçmeleri muhtemeldir. Bu gün kabul etmiş değilseler, yarın için kabule hazırdırlar. Müslüman olanların sayısı artıyor.

İslâm kuvvetinin esasları, kaideleri fıtrîdir, ma‘ küldür, garızîdir; nefsin şuuru, vicdanın meyil ve kabulü tahtındadır. Bilhassa münevverlere çok yakındır. Varlığın hakîkatlarını idrak edenler, nefsine itmi’nan vermek için yalnız hilkatin esrarını, hayatın tekâlifini bir düşünsünler.

O vakit İslâmiyet’in esasları bütün açıklığiyle önlerine serilir, bu esasların cümlesini fıtratta bulurlar.

İslâmiyet’in esasları kolay, kavaidi metin iken onları niçin anlamayalım? Niçin, mürşitlerinin kusurlarından dolayı ondan şikây ette bulunalım? Biz ilerleme ve medenî milletler seviyesine erişme yolundayız. Bunun için didiniyoruz. Dinimiz de çalışmayı emrediyor. Kitabımıza baksak göreceğiz ki, bize, medeniyetin icablarım bırakarak inzivaya çekilmemizi emretmiyor. Bilâkis bu Kitâb-ı Kerîm bizi ciddî bir surette dünyamız için çalışmaya dâvet ediyor.

İlk Müslümanlara bakınız: huşunetleri, cehaletleri ne kadardı. Sonra, İslâmiyet kalplerini nasıl tenvir etti. Ne oldular, Cahiliyyette elleri ile yapıp diktikleri putlara ilâh diyerek taparlardı; kızlarını hiç acımadan diri diri yere gömer öldürürlerdi. Sanki insani bir vazife yapmış gibi kurulurlardı. Allâh için, bu katı kalpleri düşün... Sonra İslâmiyetı kabul edince hallerine bakınız, ne merhametli, ne şefkatli olmuşlardı.

Hazret-i Ömer’e bakınız, Cahiliyetteki halini bilirsiniz İslâm olunca ne kadar yükselmişti. Hikmeti ve âtıfeti, sebat ve metaneti ile İslâm tarihine ne büyük bir şeref getirmişti. Dünya tarihinde onun gibi âdil bir devlet adamı az bulunur. Takvasına ne dersiniz? Allah’ın kitabından bir Âyet-i Kerîmeyi dinlerken gaşye gelir düşerdi. O bu kemale ne ile ermişti, külliyelerde ahlâk dersi mi okumuştu, parlemanto kürsülerinde siyaset mi? Hukuk mekteplerinde teşri’ mi öğrenmişti? Hayır! Ne o olmuştu ve ne bu. Lâkin Kur’ân-ı Kerîm’i okuyordu, düşünüyordu, tatbikinde bulunuyordu. Bunu bir adam olarak sana örnek veriyorum ki, Islâm Dîninin, Kur’ân-ı Kerîm’in kuvvetini göresin, İnsanı nasıl değiştiriyor, yükseltiyor anlayasın.

Hulâsa, Müslümanların yegâne ilâcı İslâmiyet’in mânasını olduğu gibi anlamaları, insanların maddî ve manevî hallerinin beraber terakkisi olduğunu hatırlamalarıdır.

İslâmiyet’te ibadet denince yalnız resmî ibadetler hatıra gelmez, insanın zatı, yahut âilesi, yahut milletinin hayır ve salâhına olan her şeyinde ibadetin en güzel nev’inden, tâatin en iyi şeklinden sayıldığını bilmelidir. “Mü’minin her hayırda ecri vardır, hatta karısının ağzına verdiği lokmada bile.”

İslâmiyet sınaat ve iktisatta ilerlemeye asla muarız değildir. Bilâkis bu hususta teşvik edici birçok emirleçi vardır, ilk Müslümanlar ilim ve fende umum beşeriyetin üstadı idiler. İslâmiyet Müslümanların her hayatî hususta başkalarından yüksek olmalarını istemekte, geri olmalarına asla rıza göstermemektedir. İslâmiyet’in bu esasları Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri ve Resûlullâh’ın hadîs-i şerifleri ile sabittir. İlk Müslümanların ahvali de buna şahiddir.

Bugünkü Müslümanların ilâcı işte budur. Lâkin mütalâadan mahrum olanlara bunu anlatmak güçtür. Ancak bu hakikatler zamanla daha iyi anlaşılır. Allâhu Teâlâ’dan bizi doğru yola eriştirmesini dileyerek sözümüze son veririz.

HADİS

Temim b. Evs Dârî’den rivayet olunuyor; demiştir ki: Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu:

Din nasihattir, din nasihattir, din nasihattir.

—Yâ Resûlâllah kimin için nasihattir? diye sorduk.

—Allah için, Kitâbı için Resûlü için, Müslümanların önderleri ve bütün Müslümanlar için nasîhatrir, buyurdular.

(Müslim)



[1] Çünkü takva kelimesi vikayeden alınmadır. Vikaye korumak demektir, Murad, aklen muzır ve şer’an mahcur olan her şeyden korunmaktır, İşlenmesi faideli olan şeyi teîkten, işlenmesi muzır olan şeyi işlemekten korunmaya,, her ikisine şamildir.