Makale

ÂYET ve SÜRELER ARASINDAKİ MÜNASEBET II

ÂYET ve SÜRELER ARASINDAKİ MÜNASEBET II

Doç. Dr. Sakıb YILDIZ
Atatürk Ü. İlahiyat Fak. Öğr. Üyesi

Münasebeti Bulmada Umumî Kaideler

Bilindiği gibi Kur’ân’ın vahyi, diğer ilâhi kitaplardan farklı olarak yirmi üç seneye yakın bir sürede ayrı ayrı zamanlarda, bazı kısa sûreler hariç, âyet âyet veya birkaç âyetten müteşekkil gruplar halinde devam etmiş. Nâzil olan âyet veya âyetlerin hangi sûrede, hangi âyetten önce veya sonra yer alacağı, bizzat Allahu Teâla tarafından, vahyin muhatabı olan Resûlullâh’a (s.a.v) bildirilmiştir. Ulemanın ittifak ettiği görüş budur. Tefsir İlminde âyetlerin böyle bir tertible sûrelerde yer almasına, tevkifi adı verilmiştir. (13) Sûrelerin birbiri ardına Mushaf’ta yer alışı yani tertibi konusunda, âyetlerin tertibinde olduğu gibi ittifak sağlanamamıştır. İleri sürülen görüşlerin ağırlığı, sûrelerin de tevkifi olarak tertib edildiği noktasında toplanmaktadır. (14)

Usul tartışmalarından kurtulup, özellikle sûrelerin tertibi konusunda Kur’ân’ın şu ayetlerine daha geniş arıdan bakmakta fayda olacağı kanaatindeyiz. Cenâb-ı Hak “Kur’an’ı bizzat biz indirdik, (Onu koruyacak ancak Biz’iz” Hıcr Sûresi, 9), “Bu Kur’ân, Allah’tandır. O’ndan başkasına nisbet edilemez” (Yûnus Sûresi, 37) âyetleri bunu desteklemekte, bizzat Allah’ın indirdiği ve koruyacağını vâdettiği Kur’ân’ın tertibi, O’nun iradesi dışında tertîb edilen bir kitâp olamayacağını göstermektedir.

Bu kısa açıklamamız, âyet ve sûreler arasındaki münasebet konusunun te­melinde yatan gerçeğe, bir ölçüde açıklık getirecektir. Çünkü, gerek âyetlerin, gerek sürelerin tertibinde ilâhi iradenin rolü olduğu görüşü kabul edilirse, her kelimesi ve harfi Allah kelâmı olduğunda zerre kadar şüphe edilmeyen Kur’ân’ın âyet ve sûreleri arasında bir münasebet, bulunacağı da kendiliğinden ortaya çıkar. Çünkü, Allah kelâmında hiçbir ihtilaf ve tenakuz yoktur (Nisa Sûresi, 82).

Aksine âyetler, çeşitti yönlerden birbirini tefsir ve beyân eder. Bir âyette mücmel veya mutlak olan mana, diğer bir ayetle açıklanır, hususi manaya kavuş­turulur. Müteessirlerin, rivâyet tefsirinin en sağlam yönü olarak kabul ettikleri bu husus, ilâhi Kitâb’lar içinde sadece Kur’ân’a ait bir husustur. Kur’ân’ın i’caz yani mûciz kelâm oluğu da buna eklenirse, ayet ve sureler arasında mut­laka bir yakınlık, uygunluk ve irtibat clduğu görüşü kuvvet kazanır. Kanaatinizce, yukarıda isimlerini verdiğimiz Zemahşeri, Râzi, Ebû Hayyân ve Bikâ’i gibi müfessirler, Kur’ân’ın bu çok önemli özelliğini iyice kavramışlar, ayetler arasındaki irtibatı, Kur’ân’ın bu özelliğini dikkate alarak göstermeye çalışmışlardır.

Âyet ve sûreler arasındaki münasebeti bulmanın bazı esasları, usul ulemasınca tesbit edilmiş, bu esaslar dahilinde hareket edilerek, İlâhi kelâmın birbiriyle olan münasebeti gösterilmiştir. Şunu hemen ifade edelim ki, tesbit edilen bu kaidelere rağmen, bazı müstesnalar yüzünden âyet ve sûreler arasında irti­bat kurmak pek kolay olmamıştır. Bu konuda gayret sarfeden müfessir, Kur’ân’ın hedef ve gayesini gözönünde tutmak şartıyla, akıl ve mantığından istifade etme mecburiyetinde kalmış, münasebetin varlığını, akli delillerle gös­termiştir. Bu yüzden müfessirlerin büyük bir kısmı, ilâhı kelâmın bu yününe girmekten mümkün mertebe uzak kalmışlardır.

Bu zorluk, az sayıdaki kısa sûreler hariç diğer sûrelerde, Kur’ân’ın kendine has özelliği olan, sayıları yerine göre değişen âyet gruplarının meydana getir­diği farklı hüküm ve konuların bulunmasından kaynaklanmaktadır. Belli bir konuyu işleyen âyetlerden diğerine geçişte, aralarında bir bağ kurmada karşı­laşılan güçlükleri Bikâ-î bizzat yaşamış, tefsirini yazarken bazı âyetler üzerinde aylarca düşünme ihtiyacı duyduğunu belirtmiş, kurduğu münasebeti bazı ilim erbabına gösterdiği zaman, kendisine şifa talebinde bulunarak yaptığı hizmetin zorluğunu kabul etmlşlerdir.(15)

Konumuza açıklık getiren bu önemli noktaları belirttikten sonra, münasebet kurmada dikkate alınması gereken kaideleri iki kısımda toplayabiliriz.

1 — Münasebet bağı kolayca bulunan âyetler,

2 — Münasebet bağı yardımcı bilgilerle kurulan âyetler.

Bunları sıra ile açıklayalım : (16)

Ardarda gelen iki âyetteki münasebet, ya kelimelerin birbirine yakın oluşu, ya birinci âyetle mânanın tamamlanışı, ya da ikinci âyetin birinci âyeti açık­layıp tefsir edişi, aralarında itiraz veya bedel gibi nahvi bir bağ bulunuşu gibi kolaylıklarla sağlanır. Münasebet bağı kolayca bulunan âyetler, bu nevidendir. Kur’ân’ın büyük kısmını, bu nevi âyetler meydana getirir.

Ayetler arasında irtibat bulunmaz, her biri birbirinden farklı, müstakil birer cümle olursa, bu iki cümle arasında, birini diğerine bağlayacak irtibat aranır.

a — Bu durumda münasebet bağı; hükümde ortak olan diğer bir âyete atfedilir. Bu atıfla, aralarında ortak bir yön bulunur. Atfedilen âyet, aynı süre­rin bir başka âyeti olabileceği gibi, başka sûrenin âyet veya ayetleri de olabi­lir. Bu nevi münasebet, rivâyet tefsirlerinin en kuvvetli yönü olan, âyetin âyetle tefsirine benzer. Bu husus, Kur’ân’ın câri olan âdetidir, dikkatli bir müfessir Kur’ân’ın bu âdetini açıkça görebilir.

b — Şayet, diğer bir âyete atfedilemiyorsa, her iki âyeti birbirine bağlayan başka bir münasebet bağı aranır. Bu bağ, manevi bir karine olabilir. Bu karine, belagat ilminin konusuna giren, âyetlerin mânaca birbirine zıdlığında (mudadde) arandığı gibi, istitrâd, tanzir ve tahallus gibi edebî sanatlara dayanarak da aranabilir.

Mânaca zıtlık (mudadde): İman etmenin fazilet ve değerinden bahseden ayet veya âyetlerden sonra, Allah’a ve âyetlerine küfredenlerin gelmesi, azabla ilgili âyetlerden sonra Allâh’ın rahmet ve mağfiretini gösteren âyetlerin gelme­sinde görülür. Buna dair âyetleri, her sûrede bulmak mümkündür.

İstitrâd ise, münasebet kurmada aranan bir diğer edebî sanattır. Belli bir konuyu anlatırken bir yakınlık bulup, başka bir konuya geçmek, sonunda tek­rar ilk konuya dönmektir. Bakara suresinin 189. âyeti, buna canlı bir misaldir.

Münasebet kurmada kolaylık sağlayan bir diğer edebî sanat tanzir’dir, Tanzir, temelde birbirine benzeyen bir konunun, ardarda getirilmelidir.

Tehallus ise, bir sözü bırakıp, akabinde ayrı bir söze geçme sanatıdır. Cennete nâil olan kulların bulacakları çeşitli nimetleri anlatan âyetlerden son­ra kâfirlerin durumuna geçip, cehennemi ve karşılaşılacak azap çeşitlerinin anlatılması veya benzeri konular, bu nevidendir. Tehallus ile istitrâd, birbirine yakut iki sanat nevidir. Müfessir, büyük bir ustalık ve incelikle bu dununu tesbit ederek münasebet kurabilir.

İki ana başlıkta topladığımız bu kaideler, âyetler arasında münasebet kurmak isteyen müfessire kolaylık sağlasa da, kesinlik arzetmez. Bu konuya ağır­lık veren tek eser diyebileceğimiz Bikâi’nin Nazmu’d-Durer’ine baktığımızda, bunlara hassasiyetle uyduğunu söyleyemeyiz. Fatiha sûresinin tefsirine baş­larken Haralli’nin, münasebet kurmada tesbit ettiği umumi kaidesini verir, buna, kendisinin de uyduğunu söyler. (17) Harallî’ye göre Kur’ân’ın tamamında, âyetler arasındaki münasebeti kurmanın umumi kaidesi şudur:

Önce sûrenin hangi konulara ağırlık verdiğini, yani maksûdunun ne ol­duğuna bakılır. Bu gaye kavranırsa, sûreyi teşkil eden âyetlerin bu maksuda göre, mâna ve kelimeleri itibariyle, uzaklık-yakınlık durumları üzerinde düşü­nülür. Bu da tesbit edildikten sonra, sözün sûrede kastedilen mânaya tevcihi yapılır,

Haralli’nin, (637/1239) bu kaidesini benimseyen Bikâi, İmrân süre­sinin sonuna kadar, elinde mevcut nüshadan bolca istifade eder. Ayetler ara­sında irtibat kurarken, takip ettiği umumi esaslar şunlardır:

Bikâ’i her sûrede, o sûrenin ismine önem verir, hatta birden fazla ismi olan sûrelerdeki isimleri de dikkate alır. Önce, süre adı ile sûrede mevcut anafikirler (mukaddema) arasında yakınlığı belirtir. Sûre bağlarındaki Besmele ile sûrenin irtibatını sağladıktan sonra, âyetlerin tefsirine geçer. Diğer müfessirler gibi, rivayet ve dirayet esaslarına göre âyetleri tefsir eder. Âyetleri bazan cümlelere ayırır, bazan kelimelerini ayrı ayrı ele alır. Bundaki gayesi; mâna ve terkip yönüyle âyeti genişçe tahlil etmek, hem âyet içindeki irtibatı, hem de önceki ve sonraki âyetlerle olan münasebeti göstermektir. Ayetler üzerinde ya­pılan bu tahlilin yanısıra, âyetler ilerledikçe öncekilerle de irtibat kurar, sûrenin bir bütün olarak insicamını göstermeğe çalışır, Sûrenin sonuna geldiğinde, sûrede mevcut anafikirleri belirtir, bunların ışığında, bir sonraki sûre ile olan münasebeti kurarak, âyetler arasındaki münasebet ve insicam kadar, sûreler arasındaki münasebet ve insicamı da belirtir.

Âyetler Arasındaki Münasebete Dair Misaller

Bu yazımızda, yukarıda sunduğumuz esasları içine alan ayrıntılı misaller vermenin imkânsızlığını dikkate alarak, Fahruddin Râzi ve Bikâî’nin tefsirle­ri ile, Itkân’dan alacağımız bazı misalleri sunmakla yetineceğiz.

1 — Bakara sûresinin 1-21. âyetleri arasında, birbirine bağlı olarak üç in­san tipi tanıtılır. Bunlar; iman edenler, küfredenler ve münafıklardır. Bu üç tip insandan, özellikle münafıklar üzerinde daha fazla durulur. Gerçek yüzlerini, inanmayanlar (kâfirler) gibi açıkça göstermedikleri, ikiyüzlülük ve fesatçılıkta çok ileri gittikleri için, davranışlarının karanlıkta bir parıltı görenin durumu­na benzetilir, o andaki davranışları anlatılır. Sûrenin 20. âyeti; “Allah dileseydi, işitme ve görme duyularını giderirdi. Çünkü Allah, her şeye kâdirdir”, sözüyle biter. Bunu takip eden 21, âyet : "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin. Umulur ki, müttakîlerden olursunuz” şeklinde, bütün in­sanlara Allâh’a ibadeti emreden bir ifade ile başlar.

Görüldüğü gibi, 21. âyetle 22. âyet arasında, açık bir bağ veya münasebet olmadığı, farklı bir konuya geçildiği, ilk bakışta anlaşılır.

Fahruddin Râzi, sûrenin başından, 21. âyete kadar devam eden; mü’min, kâfir ve münafıkların halleriyle, 22. âyet arasındaki münasebeti şöyle açıklar. (18)

Yüce Allah bu üç grup insanın durumunu belirterek: Ey insanlar demekle, gâib sığasından hitap siğasına geçmiştir ki buna, iltifat sanatı denilir. Bu âye­tin önceki âyetlerle olan durumu, aynen Fatiha sûresindeki "Ancak Sana ibadet eder, Sen’den yardım dileriz” âyetinin durumuna benzer. Yüce Allâh’m Ey in­sanlar şeklinde başlamasında, şu faydalar bulunmaktadır.

a — Bu hitapta, dinleyeni harekete geçirmek için, teşvik ve tahrik vardır.

b — Yüce Allah bu âyetle sanki şöyle hitap buyurur; Size gönderdiğim Rasûl’ü, Ben’imle sizler arasında vasıta yaptım, âyetlerimi sizlere iletiyor. Şim­di, sizlere olan ikramı ve yakınlığa arttırıyor, bu tenbihimle, kudretimin ve nimetlerimin delillerini gösteriyor, nezrimdeki değeriniz ve üstünlüğünüzü belirt­mek için, arada hiçbir vasıta olmadan hitap ediyorum.

c— Kul, Rabbine ibadetle meşgul oldukça, bu âyetin delâletiyle, daimi bir terakkide bulunur, kendi başına olmaktan kurtularak, ilâhi huzura kavuşur.

d — Bundan önceki âyetlerde, insan gruplarının durumları anlatılmıştı. Bu sonraki âyetlerde ise, onlara külfet ve meşakkat yükleyen, emir ve teklifler yer almaktadır. Çünkü, her rahatın karşılığında, böyle bir teklifin bulunması ge­rekir. Bu rahat, kullarla Allah arasındaki vasıtayı kaldırır, Allah’ın zât’ı ile karşı karşıya bırakır.

Râzi’nin bu izahı, gerçekten dakik ve latif bir izahtır. Yerinde ve mükemmel bir düşünceyle, âyetler arasındaki irtibat açıkça görülmekte, farklı zaman­larda inen âyetler arasındaki insicam ortaya çıkmaktadır.

2 — "Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir insan yaratacağım dediğinde melekler: Yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek bir insan mı yaratacaksın, dediler” mealindeki Bakara sûresinin 30. âyeti önceki âyetlerden tamamen fark­lı bir konu ile bağlamıştır. Önceki âyetlerle ilk bakışta irtibat kurmanın zorluğu görülmektedir. Çünkü 30 la 40, âyetler arasında, ilk insan ve peygamber Hz. Adem’ le ilgili kıssa yer almakta, on âyette, meleklerin Hz. Âdem’e secde ettiği halde Şeytan’ın secde etmeyişi, Hz. Adem’in eşyayı isimleriyle öğrenişi, tevbe edişi, cennetten çıkarılıp yeryüzüne inişi anlatılmaktadır. 30. âyetle başlayan bu âyet grubunun, önceki âyetlerle olan münasebeti açıkça görülmemektedir.

Bika’i, âyetler arasındaki münasebeti 30. âyetin başlangıcında yer alan ‘Ve iz" ifadesindeki atıf harfiyle kurmağa çalışmış, bu atıfla âyetin, önceki âyetlere mana yönüyle bağlandığını belirtmiştir. Bikâi, münasebeti şöyle açıklamıştır:(19) 30.âyetin ilk kelimelerindeki "ve iz" (yani Ey Muhammed, Rabbın meleklere şöyle dediğini hatırla) şeklindeki cümle ile, Allâh’ın çok ön­celeri meleklerine söylediği sözü Rasûlüne hatırlatmakla 21. âyetteki: "Ey insanlar, siz ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin” mealindeki hitap arasında mana bağı olduğunu, 28. âyette ise, bir damla meniden yaratıp ölü gibi ana karnında büyüten, sonra dünyaya getirerek can veren Allâh’ı “nasıl inkâr ediyorsunuz?” şeklindeki ifade ile, Allâh’ın varlığına ve kudretine işaret eden açık deliller bulunduğunu, böylece Allah’ın, insanları önce dirilttiği, sonra öldüreceği, kıyamette yine dirilteceği, sonunda hesap vermek üzere, dönüşün gene Allâh’a ait olacağı belirtilmekle, mana bağının devam ettiğini, 29. âyette ise, yeryüzünde varlığı ve yaşaması için zaruri olan her şeyi, Allâh’ın meleklere secde etmesini emrettiği ‘‘insan” için yarattığını, böylece insana bü­yük değer verdiğini dile getirmiş, Allah katında bu kadar şerefli olan insanın, yani Hz. Âdem kıssasının 30. âyetten itibaren yer alışı arasında bir münasebet bulunduğunu söylemiştir. (20)

Aynı sûrenin 40. âyetinde, Adem aleyhisselam kıssası bittikten sonra, aynı bir konuya temas edilmekte, “Ey İsrailoğulları” hitabıyla, Yahudiler hakkında birbirine bağlı korular ihtiva eden 63 âyet yer almaktadır. Sûrenin 39. âyeti: “Küfre sapanlar, âyetlerimizi yalanlayanlar cehennem ehlidir. Onlar, orada ebediyen kalacaklardır” mealindedir, 40. âyeti ise: “Ey İsrailoğulları, size ver­diğim nimetimi hatırlayın. Bana, itaat ederek Tevrat’taki ahdimi yerine geti­rin.” mealindedir. Birbirini takip eden bu âyetler arasındaki münasebetin varlı­ğı, ilk bakışta görülmemekte, daha doğrusu, âyetler arasında bir mana bağı kurulamamaktadır.

Bikâ’i münasebet bağını, sûrenin başına dönerek kurmakta, görüşlerini özetle şöyle açıklamaktadır: (21) Yüce Allah; tevhid, nübüvvet ve âhiretle ilgili delilleri verdikten sonra bütün insanlara, özellikle Hz. İsmâil soyundan gelen Arablara bahşettiği nimetleri zikretmiş, dalâletten kurtulmaları içine Hak Din’e dönerek imana davet etmiştir. Bu davetten sonra, daha önce kendilerine çeşitli nimetler bahşettiği ehl-i kitâb olan İsrailoğullarına hitap etmekle, sûrenin ba­şından itibaren bu âyete kadar olan kısmı arasında münasebet olduğunu belirtmiştir, Ayrıca, münasebet konusunda ana kaynağı olan Harallî’nin tefsirin­den de nakilde bulunmuş, 40, âyette yer alan İsrailoğullarına hitabın, 21. âyet­teki Ey insanlar şeklindeki umumi hitaba uygun olduğunu, İsrailoğullarına hidayet ve nûr olan Tevrat indirildiğini, böylece aralarında, mana bakımından bir münasebet bulunduğunu ifade etmiştir. (22)

Bakara sürecinin 183 den 186 ya kadarki dört âyeti, Ramazan orucu ve bununla ilgili hükümleri ele alır. Oruçla ilgili âyetlerin ardından; Allâh’ın kul­larına yakın olduğu, el açıp dua eden müminin duasını kabul edeceğini bildiren âyet gelir. Görüldüğü gibi, oruç âyetiyle dua âyetinin mana yönünden açık bir irtibatı yoktur. Fahruddin Râzi, bu âyetler arasındaki mana yakınlığını üç noktada ele alarak, münasebeti şöyle kurmağa çalışır. (23)

a — Yüce Allah, orucun farziyeti ve ahkâmını belirttikten sonra: ‘‘Allah, size hidayet ettiği şekilde kendisini tekbir ile yüceltmenizi ister. Umulur kî şükredenlerden olursunuz” mealindeki 185. âyetin son cümlesiyle kuluna, aslında bir nevi zikir olan tekbîri ve şükrü emrederek lûtfu ve rahmetiyle ona yakın olduğunu, yaptığı zikir ve şükrü bildiğini, nidasını işittiğini, ricasını kabul et­tiğini beyan eder.

(Devamı Gelecek Sayıda)

(13) İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 53.

(14) Subhi Salih, Mebâhis fî Ulûmi’I-Kur’ân, 73-74.

(15) Nazmu’d-Durer, I, 14-15.

(16) Bu konudaki bilgiler, özetlenerek el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, I, 40-50, el-İtkân fî Ulumi’1-Kur’ân, II, 109-111 den alınmıştır.

(17) Nazmu’d-Durer, I, 18.

(18) Mefâtihu’l -Ğayb, II, 82.

(19) Bkz. Nazmu’d-DÜrer, I. 254, ikinci paragraf.

(20) Bkz., a.g.e,, I, 258-59. Bu arada, aynı sayfalarda yer alan Bahru’1-Muhît adlı Tefsirin, müellifi Ebû Hayyân’ın açıklamasının da önemli olduğuna işaret etmek isteriz.

(21) Bkz. Nazmu’d-Durer, I, 307-308.

(22) Bkz„ a.g.e I, 311

(23) Mefâtihu’1-Gayb, V. 94.