ALLAH’IN VARLIĞI
İnsan zihninin kuruluşunda Yaratıcı’ yı arama özelliği mevcut olduğu gibi onun ruhunda yüce, kudretli bir varlığa sığınma duygusu, ona güvenme ihtiyacı da vardır. Kur’ân-ı Kerim’de "fıtratullah" diye zikredilen ve değiştirilemeyeceği ifade buyurulan özellik budur. Buna “fıtrat-ı ilâhiyye, fıtrat-ı selime” de denilmektedir.
KONUNUN ÖZELLİĞİ:
Allah Teâlâ’yı tanımak veya bilmek diye mânâlandırabileceğimiz ma’rifetullah, bir bakıma çok kolay, bir bakıma çok zordur. Yaratılışının tabiî seyri (fıtrat-ı selîmesi) bozulmayan insan, Yüce Yaratıcı’nın varlığını içinde hisseder. Kendi üzerinde denediği, etrafını saran tabiatta müşahede ettiği olaylar, onun seziş ve muhakemesine Allah’ın mevcudiyetini şüphe götürmez bir şekilde yerleştirir. Fakat içten veya dıştan gelen herhangi bir müdahale ile selim yaratılışı bozulan, inkârı peşinen kabul eden insan için Allah’ı tanımak, onun varlığını kabul etmek zor bir şeydir. Çünkü böylesi kapılarını gerçeğe kapamış, ne söylense dinlememeye, ne gösterilse bakmamaya karar vermiştir. Eskiden beri bütün terbiyeciler, bütün fikir ve gönül adamları bu tipten korkmuşlar, doğru yola getirilmesinden ümit kesmişlerdir. Kendisine iyilik yapılmasını istemeyen, üstelik bütün gücüyle buna karşı direnen insana iyilik yapmak kadar zor bir şey yoktur.
İnsanın dünyaya açılan beş penceresi vardır: Görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyulara. Biz maddeyi ve maddenin bazı özelliklerini bu duyularımızın aracılığıyla, tanımaktayız. Duyularımızın emrine teleskop, mikroskop, telefon, telsiz gibi bazı yardımcı cihazlar da vermişizdir. Bununla birlikte maddenin her özelliğini, tabiatın her sırrını henüz anlamış değiliz.
Maddenin yaratıcısı ve tabiatın düzenleyicisi olan Allah madde değildir. Maddenin ötesinde, tabiatın fevkinde bir varlıktır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’yı beş duyu ile doğrudan idrak etmek dünya hayatında mümkün değildir.
Duyularımız tabiat varlıklarını ve olaylarını idrak ederek bizim için malzeme toplar, işlenmek üzere akıl mekanizmasına iletir. Her insanın aklı aynı malzemeden ayni mahsûlü üretmez. Bu sebeple tabiatın kuruluş ve işleyişinin, incelenmesi yoluyla elde edilen malzemeden çoğu akıllar Allah’ın varlığı neticesini çıkardığı halde bazıları böyle bir netice çıkardığı halde bazıları böyle bir netice çıkarmaz.
O halde, diyeceğiz ki, her asırda Allah’a inanan büyük kitlelerin yanında, O’na inanmayan insanlar da olacaktır. Başka bir deyişle inkârı peşinen kabul eden, gerçeğe karşı direnen insanı susturacak delil bulmak mümkün olmayacaktır. Evet, Allah’ın varlığı konusunda ortaya konacak deliler kişiye ışık tutar, gerçeğin yolunu gösterir, hatta gerçeğe yaklaştırır. Ne var ki yine de arada bir mesafe kalmaktadır. Bu mesafeyi kapatacak ve gerçeğe ulaşacak olan insanın kendisidir. Son adımı o atacak, son kararı o verecektir. Bu noktada insan, idaresini kullanacak ve ona göre netice alacaktır; iman ve kurtuluş veya inkâr ve hüsrân. Her halde kulun sorumluluğu, ceza veya mükâfatı da bu noktadan doğmaktadır.
Hulâsa, yerlerin, göklerin, canlı cansız bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah Taâlâ’nın varlığı şüphe götürmez bir gerçek olmakla birlikte bu gerçeği kabul etmeyenler de mevcuttur. Mademki Yüce Allah gözle görülür, elle tutulur bir madde değildir, O’nu inkâr edenler daima bir bahane bulacaktır. Hatta, Kur’ân-ı Kerim’de buyrulduğu üzere, hakikat bütün açıklığıyla onlara gösterilse bile inkâr ve inatlarından vazgeçmeyeceklerdir. "Onlara gökten bir kapı açsan da oradan yukarı çıksalar yine de "Gözlerimiz bağlanmış, belki de büyüye tutulmuş kimseleriz!” derler." (1)
Burada konunun önemli bir yönüne daha temas etmek gerekir. Nasıl ki biz Allah’ın varlığını isbat etmek durumunda isek, O’nu inkâr edenler de yokluğunu isbat etmek mecburiyetindedir, Çünkü tabiatı inceleyen ilimler (pozitif ilimler) geliştikçe onun kuruluş ve işleyişinin fevkalâdeliği daha iyi anlaşılmakta, bilginlerin ona olan hayranlığı daha da artmaktadır. Peki, tabiatın bir yaratıcı ve idare edicisi yoksa onda hakim olan içiçe, karmaşık, fakat son derece âhenkli, şaşmaz, aksamaz sistemleri, kanunları nasıl izah edeceğiz? "Allah diye bir varlık yok, madde kendi kendine var olmuştur, tabiat kendi kendini düzenlemiştir...” demek, gören göz ve düşünen kafaya sahip biç bir insanı tatmin etmez. “Allah yok!’’ demek suretiyle bir problem çözülmüş, yani O’nun varlığını isbat külfetinden kurtulmuş olunur ama ortaya bin problem çıkar. Bu problemlerin bir tanesini bile Allah’ın yokluğunu farzederek çözmek mümkün olmaz.
— Gökleri ve yeri yaratan, bulutlardan yağmur indirip yeryüzünü yeşerten, hayat kaynağı bitkileri bitiren kim?
— Yer küresini bizim için bir karargâh yapan, onu vadilere ayırıp aralarından nehirler akıtan, onda sabit dağlar yaratan, acı ve tatlı iki denizi birbirine karıştırmayan kim ?
— Bunalmışın, biçarenin, kimse, sizin yalvarışlarına cevap veren, dertlere derman bulan, insanoğlunu bunca canlıya hakim kılıp dünyanın sahibi yapan kim?
— Bize kara ve deniz karanlıkları içinde yol gösteren, gıdamızın müjdecisi yağmuru rüzgârla idare eden, ar darda yaratan, öldüren, bizi gökten ve yerden besleyen, kim?
Evet, inkârcı bunlara ve benzeri binlerce soruya nasıl cevap verecektir? Ya "Bilmiyorum!’’ diyecek -ki bu bir cevap değil- yahut da “ALLAH” deyip gerçeği kabul edecektir.
“De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kim? Kulakları ve gözleri yaratıp çalıştıran kim? Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kim? Kâinatı irade eden kim? Onlar: “Allah’tır" diyecekler. De ki: Hâlâ gerçeği inkârdan sakınmayacak mısınız? İşte, gerçek Rabbiniz olan Allah budur. Haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır? Öyleyse nasıl olur da doğru yoldan döndürülüyorsunuz ?” (2).
Eskiden beri Allah’ın varlığını isbat etmek konusunda birçok izahlar yapılmıştır. Bunlara “İsbât-i Vâcib Delilleri” diyoruz. Bugün de hem İslâm âlimleri, hem inanmış diğer bilgin ve düşünürler bu mevzuda birçok eser yayınlamaktadır. Bu tür açıklamalar gerçeği arama durumunda olanlara ışık tutabileceği gibi inanmış olan kitlelerin de imanını pekiştirir, inkârcı cereyanların tesirlerinden korur, kendilerine, gerektiği yerde tezlerini savunma gücü verir.
Bu tür delillerden bir kaç tanesini sıralayalım;
a) Tabii Delil:
Tabii delil veya fıtrat (yaratılış) delilinden maksat şudur: İnsan, yaratılışı itibarıyla inanan bir mahlûktur. İnanmak onun zihin ve ruh muhtevasında mevcuttur. Çocuk, aklı ermeğe bağladığı andan itibaren, normal olarak, gördüğü hadise ve eşyanın sebep ve yapıcısını araştıracak, “Kim yaptı, nasıl oldu?” diye sormaya bağlayacaktır. “Allah’ın Varlığı” bahsinin başında da söylediğimiz üzere çocuk, ekmeği eve babasının getirdiğini görünce ekmeğe sahip olma hadisesini babasına bağlayacak, daha sonra bakkala, fırıncıya, değirmenciye, çiftçiye. Fakat birgün, kara toprağın minnacık kupkuru bir tohum tanesinden yemyeşil başağı nasıl meydana getirdiğini soracaktır.
“Ektiğimiz tohuma dikkat ettiniz mi hiç? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa biz mi? Dileseydik onu çör çöp yapardık da siz de şaşakalırdınız”(3).
İnsan zihninin kuruluşunda Yaratıcı’yı arama özelliği mevcut olduğu gibi onun ruhunda yüce, kudretli bir varlığa sığınma duygusu, O’na güvenme ihtiyacı da vardır. Kur’an-ı Kerim’de "fıtratullah” diye zikredilen ve değiştirilemeyeceği ifade buyrulan(4) özellik budur. Buna “Fıtrat-ı İlâhiyye, fıtrat-i selime” de denilmektedir.
Tarihin bize sunduğu bilgilere göre yeryüzündeki bütün insanlar, nisbeten ileri sayılabilecek bütün misaller bu kâinatın kudretli ve hikmetli yaratıcısının mevcut olduğundan şüphe etmemiştir. Bu insanların ırkları, memleketleri, görüş, din ve mezhepleri birbirinden farklı olmuştur, inandıkları yaratıcının vasıflarından değişik, hatta birbirine zıt fikirler ileriye sürmüşlerdir. Fakat onun varlığından şüphe etmemişlerdir. Kelâm ilminde buna Kabûl-i âmme delili denilmiştir. Ancak dıştan gelen menfi tesirler, beyin yıkama ameliyeler şahsiyeti henüz teşekkür etmemiş genç insanları, toy ve cahil gurupları, kararsız tipleri bu tabii halden ayırmış, inkâra sürüklemiştir. Bazen de içten gelen baskılar, nefsâni arzular, şöhret, şehvet ve servet uğruna sapmalar olur.
Ne olursa olsun “inkârın en aşırı noktasına varmış bulunan bir kimsenin bile büyük bir felâketle karşılaştığı zaman taşa, toprağa veya ağaca sığındığı görülmemiştir. Böylesi yine Allah’a sığınır, bildiği isim veya sıfatlarla yalnız ona yalvarır. Bu, gözle görülmüş ve tecrübe edilmiş bir gerçektir. Nasıl ki büyük bir tehlike ile karşılaşan insan kaçacak ve kurtulacak bir yer arar ve nasıl ki küçük çocuk anasının memesine zarureten ve tabii olarak koşarsa, aynen öylece, mühim anlarında insan da Yaratanını arar, O’na sığınır.” (5)
“Çaresiz kalanın yalvarışlarına cevap veren, dertlere derman olan, sizi yeryüzünde hükümran kılan kim ?”(6).
b) İlham Delili:
Allah’ın varlığını idrak ve isbat etmek için aklı kullanmak mümkün olduğu gibi kalbi kullanmak da mümkündür. Daha çok tasavvuf erbabının tercih ettiği kalp yoluna keşf ve ilham metodu denilmiştir. Örtü ve perdeyi kaldırmak manasına gelen keşf burada şu demektir: Bedeni ve ruhi güçlerini dünyadan ayırıp yüce âleme yöneltmek (riyazet ve mücahede), beşeri sıfatları ve bedeni kuvvetleri yok etmek(7) suretiyle gerçekle arasındaki perdeyi kaldırmak ve gerçeği doğrudan müşahede edip tanımak, ilham da normal bilgi vasıtalarına başvurmaksızın insanın kalbine Allah tarafından bırakılan bilgidir. (8) Bu da çoğunlukla riyazet ve mücahede yoluyla elde edilebilir.
Sûfiyyeye göre Allah Teâla’yı bilmek başka, tanımak başkadır. Akıl ancak istidlâl yoluyla dolaylı bir şekilde bilir, kalp ise keşif ve ilham yoluyla O’nu müşahede etmiş gibi tanır. (9) Sûfiyyenin benimsediği ve modern psikologların da önem verdiği şahsi tecrübe yolu, şüphe yok ki, Allah’a götüren yollardan biridir. Yeter ki kişi bu yola girebilsin, bu tecrübeyi yapabilsin. Fakat öyle görünüyor ki Allah’ı kalp ile tanımak, daha ziyade O’nu akıl ile bildikten, varlığını benimsedikten sonra mümkün olmaktadır. Bu durumda kalp metodu Allah’a olan bağlılığı artıran, dindarlığı pekiştiren bir vasıta olur.
c) Yaratılmıştık Delili:
Dünya devamlı bir “olmak-ölmek” değişimi içindedir. Cansızlardan başlamak üzere bitkilere, hayvanlara ve insana doğru gittikçe hızlanana bir değişiklik bu... İnsan ve hayvan türünden bütün canlılar doğar, büyür, sonra ölür. Yerine türün başka fertleri geçer. Bitkiler de öyle. Hatta cansızlar dediğimiz câmid varlıklar, dağ-taş, dere-tepe de değişmeye mahkûm. Yıldızlar, yıldız kümeleri, galaksiler bile “olmak-ölmek" kanunun dışına çıkamaz. Demek ki kâinat yaratılmıştır, devamlı yaratılmaktadır, Her yaratma fiilînin bir faili, her yaratılmışın bir yaratıcısı vardır. İnkârcı cereyanların tenkidinde gördüğümüz üzere madde kendi kendisinin yaratıcısı ve geliştiricisi olamaz. O halde yaratılmışların yaratıcısı Allah Teâlâ’dır.
Burada kolay anlaşılsın diye "yaratılmışlık” delili adıyla isimlendirdiğimiz bu delil, İslâm tarihi boyunca müslüman ilim ve fikir adamları tarafından "Hudûs” ve imkân” delili adlarıyla incelenmiştir (10), Kur’ân-ı Kerim’de insanın kendi yaratılışını, yakın ve uzak çevresinin yaratılışını, kâinatın (Kur’ân’ın ifadesiyle göklerin ve yerin) yaratılışını konu edinen bir çok âyet vardır. Bu âyetler, insanı, kendi üzerinde ve dış dünya hakkında (sübjektif ve objektif âlemde) incelemeler yapmaya, tefekkürde bulunmaya davet etmektedir, Bu yolla Allah’ın varlığı ve birliği isbat edilmektedir.
"Habibim, göklerin ve yerin Rabbi kimdir? Diye sor onlara. Sonra da: Elbet Allah’tır, diye kendin cevap ver. Yine onlara de: öyleyse O’nu bırakıp da kendilerine bile faydası ve zararı dokunmayan şeyleri mi mabud edindiniz? De ki: Kör olanla gözü gören bir olur mu, karanlıkla aydınlık bir sayılır mı hiç? Yoksa onların sahte mabudları, Allah’ın yarattığı gibi bir şey mi yaratmış da bu sebeple şaşırıp bunları Allah’a ortak koşmuşlar? De ki: Her şeyi yaratan Allah’tır. Bir ve kâinatın hakimi olan sadece O’dur.”(11)
Fizik, kimya, astronomi gibi pozitif ilimlerle meşgul olan bilginler, madde üzerinde yaptıkları incelemeler sonunda maddenin, dolayısıyla tabiatın sonradan yaratıldığını tespit etmişler, ayrıca bugün mevcut olan tabiat düzeninin bir gün bozulacağı kanaatine de varmışlardır. Her sonlu olan şeyin bir başlangıcı vardır. Başlangıcı olan şey yaratılmış demektir. Şüphesiz ki her yaratılmışın bir yaratıcısı mevcuttur. O da Allah Teâlâ’dır. (12)
d) Nizam Delili:
Bu delil daha çok “Gaye ve Nizam Delili” olarak tanınır canlı cansız bütün varlıkların incelenmesinden şu netice çıkarılmıştır ki her varlık hem yapılışı, hem iç fonksiyonları, hem de diğer varlıklarla olan münasebeti bakımından, hayret verici bir nizama, bir düzenlemeye sahiptir. Meselâ insan vücudunu ele alalım. Bu vücudu teşkil eden organlar insanın ihtiyacını yerine getirecek, onu tehlikelerden koruyacak ve hayatiyetini sürdürecek bir şekilde yapılmıştır. Öyle ki bu organların birinin meselâ herhangi bir kaza ile kaybedilmesi halinde bu organı aynı kalite, fonksiyon ve dayanıklılıkta yeniden yapmak mümkün olmamaktadır. İlmin ve tekniğin bu kadar ilerlediği bir çağda bütün dünya bilginleri biraraya gelse bile bundan âciz kalır. Peki, sayı ile ifadesi mümkün olmayan bunca insan, hayvan, bitki ve cansızda görülen bu fevkalâde üstün sanatın sanatkârı kimdir?
Üzerinde yaşadığımız tabiatın bu fevkalâdeliği tâ milâddan önceki asırlardan itibaren ilim ve fikir adamlarının dikkatini çekmiş, üzerinde bir çok şey söylenmiştir. Irk ırk insanıyla, boy boy hayvanıyla, renk renk bitkisiyle, dağıyla, ovasıyla, nehriyle, deniziyle, ayıyla, mehtâbıyla, güneşiyle, yıldızıyla... “kâinat” denen bu hârika, filozofu düşündürmüş, bilgini koşturmuş, şairi coşturmuş, sade insanın bile dikkatini çekmiştir.
Görülmüş ve tecrübe edilmiştir ki karıncasından devesine, su kabarcığından gök kubbesine, sivrisineğinden yıldızına kadar her şey, bütünüyle tabiat belli bir plân, program ve gayeye göre olmakta, oluşmakta, değişmekte ve yenileşmektedir. Aksaması, bozulması olmayan bu âhenk, bu nizam nasıl teşekkül etmiştir? Materyalistlere göre tesadüfen olmuştur, Darvinistlere göre tekâmül yoluyla olmuştur. Pozitivistler “Bunu bilemeyiz,’ diyorlar. Fröydistler de beriki görüşlerden herhangi birini benimsiyorlar. Doğrusu şu ki tabiatta, onun her parçasında, her zerresinde bir sebep-netice bağlantısı vardır. Her mahluk canlı cansız her varlık, bu varlıkların yapısını teşkil eden organlar ve üniteler belli fonksiyonları yerine getirmek gayesiyle önceden plânlı ve hesaplı olarak yaratılmış, düzenlenmiştir.
Kuş, uçma işini gerçekleştirebilmesi gayesiyle, kanatlı olarak yaratılmıştır. Yılan sürünmeye elverişli bir yapıda yaratılmıştır. Hiç bir şey, hiç bir organ, hiç bir cihaz, hiç bir sistem plânsız, gayesiz, başıboş, gelişigüzel yaratılmamış veya meydana gelmemiştir. Tabiatta gaye, nizam ve hikmet hakimdir.
Tabiatın şu andaki kuruluş ve işleyişini inceleyen pozitif ilimler ilerledikçe gaye ve nizam delili kuvvetlenmekte, itibar kazanmaktadır. İlmin her buluşu Allah’ın varlığı için bir delili teşkil eder. Büyük İslâm düşünürü İbn Rüşd, bundan sekiz asır önce, "Hikmet ve înâyet” diye isimlendirdiği Gaye ve Nizam Delili için şöyle demişti: “Gören göz karşısında güneş ne kadar belirgin ise bu delil de akıl karşısında o kadar belirgindir. (13)
Kur’ân-ı Kerim’de gaye ve nizam delili ile alâkalı çok âyet vardır. Öyle ki on dört asır önce inen bu âyetlerin bir kısmının ifade ettiği incelikler ancak bu asırda, pozitif ilimlerin ilerlediği çağımızda anlaşılabilmektedir. İlmin bundan sonraki ilerleyişiyle de elbet mânâlar keşfedilecektir.
"İnanmayanlar bilmiyorlar mı ki göklerle yer önceleri bitişik bir halde iken biz onları ayırdık, canlı dan her şeyi de sudan yarattık? Hâlâ inanmayacak mı onlar?” (14).
Yine bu konu ile ilgili iki âyet meâli:
"Yeryüzünü uzatıp düzleyen, orada sağlam dağlar yükselten, ırmaklar akıtan O’dur. Meyvelerin hepsinden kendilerinin içinde ikişer çift yaratan geceyi gündüze bürüyen yine O’dur. Bütün bunlarda iyi düşünenler için kesin belgeler vardır."
“Yeryüzünde yanyana bulunan arazi parçaları, üzüm bağları, ekinler, tek gövdeli, çatal gövdeli, dallı-budaklı hurmalıklar... vardır. Hepsi aynı sudan sulandığı halde biz onların yemişini birbirinden üstün kılıyoruz. Muhakkak ki bunlarda aklını kullanan insanlar için ibretler vardır" (15).
Çağımızın bilgin ve düşünürleri, eserlerinde, Allah’ın varlığını isbat eden birçok deliller zikretmektedir. Nizam deliline örnek olmak üzere bunlardan birini sunalım. Bir delil, batı ilim dünyasında çok tanınmış bulunan. A. Cressy Morrisona’a ait “İnsan Kâinat ve ötesi” adlı kitaptan aynen alınmıştır (16).
Dünyanın en büyük laboratuvarı:
“Sindirim fizyolojisi konusunda birçok kitap yazılmıştır. Fakat her yıl pek ilgi çekici keşifler ortaya çıkmakta ve bunlar konunun canlılığını devam ettirmektedir. Sindirimin bir kimya laboratuvarında, meydana gelen bir iş olduğunu ve yediğimiz yemeklerin de hammaddeler teşkil ettiğini kabul edersek onun ne kadar ilgi çekici bir iş olduğunu hemen anlayıveririz, çünkü o, midenin kendisi hâriç yenilebilecek her şeyi sindirmektedir.
‘Biz, bu laboratuvarın durumuna hiç bakmadan veya sindirim kimyasının bu işi nasıl gördüğünü düşünmeden laboratuvara hammadde olarak birçok yemek çeşitlerini göndermekteyiz. Sözgelimi pirzolaları, lâhanayı, mısırı ve kızarmış balığı yeriz, su içeriz, arada bir ekmek atıştırırız. Bütün bunlara bir ilkbahar ilâcı olarak bazen de maden suyu ve pekmez ilâve ederiz. Mide, bu yemek karışımının içinden faydalı olanlarını seçer. Bu işi, her türlü yemeği kimyasal bir analizden geçirmek suretiyle başarır. Bu esnada bıraktığı fazlalıklar olur. Mide ayırdığı besin maddelerinden çeşitli hücrelere gıda teşkil edecek olan yeni proteinler elde eder. Sindirim sistemimiz besinlerin içinden kalsiyumu, kükürdü, iyodu, demiri ve diğer zaruri maddeleri ayırır alır. Yine o, ana moleküllerin boşa gitmemesi ve hormon üretmeye önem verdiği gibi hayat için zaruri olan bütün malzemelerin belirli ve düzenli miktarlar dahilinde daima var olmasını ve her türlü ihtiyacı karşılamaya hazır bulunmasını da sağlar. Sindirim cihazı, açlık vuku bulacak her türlü olaylar için yağ ve sair ihtiyat maddelerini de depo eder.
Sindirim cihazımız bütün bunları yaparken insanın düşünüş ve akıl yürütücünden hiçbir zaman etkilenmez. Biz insanlar, hayatımızı sürdürebilmek için, otomatik olarak ve hiç
bakmadan birçok şeyler yiyip içiyor ve dolayısıyla sayılamayacak kadar çok olan maddeyi bu laboratuvara döküveriyoruz. Besinler, çeşitli sindirim yerlerinde kimyasal ananizlerden geçtikten ve yeni besinler haline geldikten sonra milyonlarca hücrelerin her birine devamlı olarak gönderilir, sayısı yeryüzündeki bütün insanların sayısından fazla olan hücrelerimizin her birine. Burada hücrelere yapılan besin nakliyatının devamlı olması ve ayrı ayrı her bir hücrenin, özel olarak muhtaç olduğu besin maddesi ne ise onun gönderilmesi gerekmektedir. Öyle ki rolleri başka başka olan hücreler, aldıkları bu özel besinden kemik, tırnak, et, kıl, göz... ve diş meydana getirsin.
O halde sindirim cihazı dediğimiz şey, insan zekasının icat ettiği hiçbir fabrikanın (mal edemeyeceği kadar madde işleyen bir kimya laboratuvarıdır. Burada ayrıca dünyanın tanıyabildiği en büyük dağıtım ve nakliyat sisteminin de ilerisinde bir nakliyat sistemi vardır, fevkalâde bir düzenle her şeyin yerini bulduğu bir sistem. Bu laboratuvar çocukluk devresinden, sözgelimi, 50 yaşına kadar önemdi -hiçbir hata işlemez. Halbuki bu süre içinde işlediği maddeler aslında bir milyondan fazla değişik molekülden meydana gelmiştir. Hem bu maddelerin birçoğu da zehirlidir. Besin dağıtım kanalları çok çalışmaktan tembelleşince zayıflar ve nihayet ihtiyarlarız.
Hücrelere gelen besin elemanları henüz birer temel besin maddesinden ibarettir. Hücrelerin fonksiyonu bu besinleri yakmaktır. Vücudun ısısını sağlayan yegâne kaynak bu yanma olayıdır. Siz, tutuşturmadan yanma olayını meydana getiremezsiniz. Mutlaka önce tutuşturma olayını temin edeceksiniz. İşte tabiatta tutuşturma olayını meydana getirecek küçük kimyasal bileşikler (hücreler) hazırlanmıştır. Kendilerine gelen besini tutuşturarak yakan hücreler böylece oksijen, hidrojen ve karbon sağlamış ve gerekli ısıyı elde etmiş olurlar. Her yanma olayında olduğu gibi bunda da netice su buharı ve karbondioksittir. Kan karbondioksiti akciğerlere taşır size nefes almayı temin eden yegane şey akciğerdeki karbondioksittir. İnsan birgün içinde yaklaşık olarak 1 kg. karbondioksit üretir. Fakat birçok karmaşık fonksiyonlar inanın bu karbondioksitle zehirlenmekten korur. Her hayvan (canlı) besinleri sindirir. Her hayvan, özelliği icabı, muhtaç olduğu özel kimyasal maddeleri yemek mecburiyetindedir. Bütün hayvan türleri arasında en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar, mesela, kanın kimyasal elemanlarında her türe göre ayrılıklar vardır. Bu sebeple de her tür için özel bir oluşum ve işleyiş bahis konusudur.
Zararlı mikropların vücutta bir enfeksiyon meydana getirmesi halinde sistem bunları karşılayacak devamlı bir ordu bulundurur. Bu ordu normal olarak mikropları yener ve insan vücudunu erken ölümden korur.
Sayıp döktüğümüz bu harikalar hayat olmaksızın bulunamaz ve başka herhangi bir şeyi de meydana getirilemez. Bütün bunlar tam, aksamayan, en mükemmel bir nizam içinde olur. Nizam ise mutlak olarak tesadüfle taban tabana zıttır. Acaba burada bir üstün zekâ mı vardır? Eğer varsa bu, hayattan doğmaktadır. O halde hayat nedir?”