Makale

ALLAH'IN VARLIĞI

ALLAH’IN VARLIĞI

Yrd. Doç. Dr. Bekir TOPALOĞLU
M. Ü. İstanbul İlahiyat Fakültesi

İnsan zihninin kuruluşunda Yaratıcı’ yı arama özelliği mevcut olduğu gibi onun ruhunda yüce, kudretli bir varlığa sığınma duygusu, ona güvenme ihtiyacı da vardır. Kur’ân-ı Kerim’de "fıtratullah" diye zikredilen ve değiştirilemeyeceği ifade buyurulan özellik budur. Buna “fıtrat-ı ilâhiyye, fıtrat-ı selime” de denilmektedir.

KONUNUN ÖZELLİĞİ:

Allah Teâlâ’yı tanımak veya bil­mek diye mânâlandırabileceğimiz ma’rifetullah, bir bakıma çok kolay, bir bakıma çok zordur. Yaratılışının tabiî seyri (fıtrat-ı selîmesi) bozulmayan insan, Yüce Yaratıcı’nın varlığını içinde hisseder. Kendi üzerinde denediği, etrafını saran tabiatta mü­şahede ettiği olaylar, onun seziş ve muhakemesine Allah’ın mevcudiyeti­ni şüphe götürmez bir şekilde yerleş­tirir. Fakat içten veya dıştan gelen herhangi bir müdahale ile selim ya­ratılışı bozulan, inkârı peşinen ka­bul eden insan için Allah’ı tanımak, onun varlığını kabul etmek zor bir şeydir. Çünkü böylesi kapılarını ger­çeğe kapamış, ne söylense dinleme­meye, ne gösterilse bakmamaya ka­rar vermiştir. Eskiden beri bütün ter­biyeciler, bütün fikir ve gönül adam­ları bu tipten korkmuşlar, doğru yola getirilmesinden ümit kesmişlerdir. Kendisine iyilik yapılmasını istemeyen, üstelik bütün gücüyle buna karşı direnen insana iyilik yapmak kadar zor bir şey yoktur.

İnsanın dünyaya açılan beş penceresi vardır: Görme, işitme, kokla­ma, tatma ve dokunma duyulara. Biz maddeyi ve maddenin bazı özellikle­rini bu duyularımızın aracılığıyla, tanımaktayız. Duyularımızın emrine teleskop, mikroskop, telefon, telsiz gibi bazı yardımcı cihazlar da ver­mişizdir. Bununla birlikte maddenin her özelliğini, tabiatın her sırrını he­nüz anlamış değiliz.

Maddenin yaratıcısı ve tabiatın düzenleyicisi olan Allah madde de­ğildir. Maddenin ötesinde, tabiatın fevkinde bir varlıktır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’yı beş duyu ile doğrudan idrak etmek dünya hayatında müm­kün değildir.

Duyularımız tabiat varlıklarını ve olaylarını idrak ederek bizim için malzeme toplar, işlenmek üzere akıl mekanizmasına iletir. Her insanın aklı aynı malzemeden ayni mahsûlü üretmez. Bu sebeple tabiatın kuruluş ve işleyişinin, incelenmesi yoluyla el­de edilen malzemeden çoğu akıllar Allah’ın varlığı neticesini çıkardığı halde bazıları böyle bir netice çıkar­dığı halde bazıları böyle bir netice çıkarmaz.

O halde, diyeceğiz ki, her asırda Allah’a inanan büyük kitlelerin ya­nında, O’na inanmayan insanlar da olacaktır. Başka bir deyişle inkârı pe­şinen kabul eden, gerçeğe karşı di­renen insanı susturacak delil bulmak mümkün olmayacaktır. Evet, Allah’ın varlığı konusunda ortaya konacak de­liler kişiye ışık tutar, gerçeğin yolu­nu gösterir, hatta gerçeğe yaklaştırır. Ne var ki yine de arada bir me­safe kalmaktadır. Bu mesafeyi kapa­tacak ve gerçeğe ulaşacak olan insanın kendisidir. Son adımı o atacak, son kararı o verecektir. Bu noktada insan, idaresini kullanacak ve ona gö­re netice alacaktır; iman ve kurtu­luş veya inkâr ve hüsrân. Her halde kulun sorumluluğu, ceza veya mükâ­fatı da bu noktadan doğmaktadır.

Hulâsa, yerlerin, göklerin, canlı cansız bütün varlıkların yaratıcısı o­lan Allah Taâlâ’nın varlığı şüphe gö­türmez bir gerçek olmakla birlikte bu gerçeği kabul etmeyenler de mevcuttur. Mademki Yüce Allah gözle görülür, elle tutulur bir madde değil­dir, O’nu inkâr edenler daima bir bahane bulacaktır. Hatta, Kur’ân-ı Kerim’de buyrulduğu üzere, hakikat bütün açıklığıyla onlara gösterilse bile inkâr ve inatlarından vazgeçmeyeceklerdir. "Onlara gökten bir kapı açsan da oradan yukarı çıksalar yi­ne de "Gözlerimiz bağlanmış, belki de büyüye tutulmuş kimseleriz!” der­ler." (1)

Burada konunun önemli bir yö­nüne daha temas etmek gerekir. Na­sıl ki biz Allah’ın varlığını isbat et­mek durumunda isek, O’nu inkâr e­denler de yokluğunu isbat etmek mecburiyetindedir, Çünkü tabiatı incele­yen ilimler (pozitif ilimler) geliştik­çe onun kuruluş ve işleyişinin fevka­lâdeliği daha iyi anlaşılmakta, bilgin­lerin ona olan hayranlığı daha da artmaktadır. Peki, tabiatın bir yaratıcı ve idare edicisi yoksa onda hakim olan içiçe, karmaşık, fakat son dere­ce âhenkli, şaşmaz, aksamaz sistem­leri, kanunları nasıl izah edeceğiz? "Allah diye bir varlık yok, madde kendi kendine var olmuştur, tabiat kendi kendini düzenlemiştir...” demek, gören göz ve düşünen kafaya sahip biç bir insanı tatmin etmez. “Allah yok!’’ demek suretiyle bir problem çözülmüş, yani O’nun varlığını isbat külfetinden kurtulmuş olunur ama ortaya bin problem çıkar. Bu prob­lemlerin bir tanesini bile Allah’ın yokluğunu farzederek çözmek müm­kün olmaz.

— Gökleri ve yeri yaratan, bu­lutlardan yağmur indirip yeryüzünü yeşerten, hayat kaynağı bitkileri bi­tiren kim?

— Yer küresini bizim için bir ka­rargâh yapan, onu vadilere ayırıp aralarından nehirler akıtan, onda sa­bit dağlar yaratan, acı ve tatlı iki denizi birbirine karıştırmayan kim ?

— Bunalmışın, biçarenin, kimse, sizin yalvarışlarına cevap veren, dert­lere derman bulan, insanoğlunu bun­ca canlıya hakim kılıp dünyanın sa­hibi yapan kim?

— Bize kara ve deniz karanlık­ları içinde yol gösteren, gıdamızın müjdecisi yağmuru rüzgârla idare e­den, ar darda yaratan, öldüren, bizi gökten ve yerden besleyen, kim?

Evet, inkârcı bunlara ve benzeri binlerce soruya nasıl cevap verecek­tir? Ya "Bilmiyorum!’’ diyecek -ki bu bir cevap değil- yahut da “AL­LAH” deyip gerçeği kabul edecektir.

“De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kim? Kulakları ve gözleri yaratıp çalıştıran kim? Ölüden diri­yi, diriden ölüyü çıkaran kim? Kâi­natı irade eden kim? Onlar: “Al­lah’tır" diyecekler. De ki: Hâlâ ger­çeği inkârdan sakınmayacak mısınız? İşte, gerçek Rabbiniz olan Allah budur. Haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır? Öyleyse nasıl olur da doğ­ru yoldan döndürülüyorsunuz ?” (2).

Eskiden beri Allah’ın varlığını isbat etmek konusunda birçok izah­lar yapılmıştır. Bunlara “İsbât-i Vâcib Delilleri” diyoruz. Bugün de hem İslâm âlimleri, hem inanmış diğer bil­gin ve düşünürler bu mevzuda birçok eser yayınlamaktadır. Bu tür açıkla­malar gerçeği arama durumunda olanlara ışık tutabileceği gibi inanmış olan kitlelerin de imanını pekiştirir, inkârcı cereyanların tesirlerinden korur, kendilerine, gerektiği yerde tez­lerini savunma gücü verir.

Bu tür delillerden bir kaç tanesi­ni sıralayalım;

a) Tabii Delil:

Tabii delil veya fıtrat (yaratılış) delilinden maksat şudur: İnsan, ya­ratılışı itibarıyla inanan bir mahlûktur. İnanmak onun zihin ve ruh muh­tevasında mevcuttur. Çocuk, aklı ermeğe bağladığı andan itibaren, nor­mal olarak, gördüğü hadise ve eşya­nın sebep ve yapıcısını araştıracak, “Kim yaptı, nasıl oldu?” diye sorma­ya bağlayacaktır. “Allah’ın Varlığı” bahsinin başında da söylediğimiz üze­re çocuk, ekmeği eve babasının getirdiğini görünce ekmeğe sahip olma hadisesini babasına bağlayacak, daha sonra bakkala, fırıncıya, değirmen­ciye, çiftçiye. Fakat birgün, kara top­rağın minnacık kupkuru bir tohum tanesinden yemyeşil başağı nasıl meydana getirdiğini soracaktır.

“Ektiğimiz tohuma dikkat etti­niz mi hiç? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa biz mi? Dileseydik onu çör çöp yapardık da siz de şaşakalırdınız”(3).

İnsan zihninin kuruluşunda Yaratıcı’yı arama özelliği mevcut olduğu gibi onun ruhunda yüce, kudretli bir varlığa sığınma duygusu, O’na güvenme ihtiyacı da vardır. Kur’an-ı Kerim’de "fıtratullah” diye zikredilen ve değiştirilemeyeceği ifade buyrulan(4) özellik budur. Buna “Fıtrat-ı İlâhiyye, fıtrat-i selime” de denilmektedir.

Tarihin bize sunduğu bilgilere gö­re yeryüzündeki bütün insanlar, nisbeten ileri sayılabilecek bütün misaller bu kâinatın kudretli ve hikmetli yaratıcısının mevcut olduğundan şüphe etmemiştir. Bu insanların ırk­ları, memleketleri, görüş, din ve mezhepleri birbirinden farklı olmuştur, inandıkları yaratıcının vasıflarından değişik, hatta birbirine zıt fikirler ileriye sürmüşlerdir. Fakat onun varlığından şüphe etmemişlerdir. Kelâm ilminde buna Kabûl-i âmme delili de­nilmiştir. Ancak dıştan gelen menfi tesirler, beyin yıkama ameliyeler şahsiyeti henüz teşekkür etmemiş genç insanları, toy ve cahil gurupları, ka­rarsız tipleri bu tabii halden ayırmış, inkâra sürüklemiştir. Bazen de içten gelen baskılar, nefsâni arzular, şöh­ret, şehvet ve servet uğruna sapma­lar olur.

Ne olursa olsun “inkârın en aşırı noktasına varmış bulunan bir kimsenin bile büyük bir felâketle karşılaş­tığı zaman taşa, toprağa veya ağaca sığındığı görülmemiştir. Böylesi yine Allah’a sığınır, bildiği isim veya sı­fatlarla yalnız ona yalvarır. Bu, göz­le görülmüş ve tecrübe edilmiş bir gerçektir. Nasıl ki büyük bir tehlike ile karşılaşan insan kaçacak ve kur­tulacak bir yer arar ve nasıl ki küçük çocuk anasının memesine zarureten ve tabii olarak koşarsa, aynen öylece, mühim anlarında insan da Yaratanını arar, O’na sığınır.” (5)

“Çaresiz kalanın yalvarışlarına cevap veren, dertlere derman olan, sizi yeryüzünde hükümran kılan kim ?”(6).

b) İlham Delili:

Allah’ın varlığını idrak ve isbat etmek için aklı kullanmak mümkün olduğu gibi kalbi kullanmak da müm­kündür. Daha çok tasavvuf erbabı­nın tercih ettiği kalp yoluna keşf ve ilham metodu denilmiştir. Örtü ve perdeyi kaldırmak manasına gelen keşf burada şu demektir: Bedeni ve ruhi güçlerini dünyadan ayırıp yüce âleme yöneltmek (riyazet ve mücahede), beşeri sıfatları ve bedeni kuv­vetleri yok etmek(7) suretiyle ger­çekle arasındaki perdeyi kaldırmak ve gerçeği doğrudan müşahede edip tanımak, ilham da normal bilgi vasıtalarına başvurmaksızın insanın kal­bine Allah tarafından bırakılan bilgidir. (8) Bu da çoğunlukla riyazet ve mücahede yoluyla elde edilebilir.

Sûfiyyeye göre Allah Teâla’yı bilmek başka, tanımak başkadır. Akıl ancak istidlâl yoluyla dolaylı bir şe­kilde bilir, kalp ise keşif ve ilham yo­luyla O’nu müşahede etmiş gibi tanır. (9) Sûfiyyenin benimsediği ve modern psikologların da önem verdiği şahsi tecrübe yolu, şüphe yok ki, Al­lah’a götüren yollardan biridir. Yeter ki kişi bu yola girebilsin, bu tecrübe­yi yapabilsin. Fakat öyle görünüyor ki Allah’ı kalp ile tanımak, daha zi­yade O’nu akıl ile bildikten, varlığını benimsedikten sonra mümkün olmaktadır. Bu durumda kalp metodu Allah’a olan bağlılığı artıran, dindarlı­ğı pekiştiren bir vasıta olur.

c) Yaratılmıştık Delili:

Dünya devamlı bir “olmak-ölmek” değişimi içindedir. Cansızlardan başlamak üzere bitkilere, hayvanlara ve insana doğru gittikçe hız­lanana bir değişiklik bu... İnsan ve hayvan türünden bütün canlılar do­ğar, büyür, sonra ölür. Yerine türün başka fertleri geçer. Bitkiler de öyle. Hatta cansızlar dediğimiz câmid varlıklar, dağ-taş, dere-tepe de değişme­ye mahkûm. Yıldızlar, yıldız küme­leri, galaksiler bile “olmak-ölmek" ka­nunun dışına çıkamaz. Demek ki kâi­nat yaratılmıştır, devamlı yaratıl­maktadır, Her yaratma fiilînin bir faili, her yaratılmışın bir yaratıcısı var­dır. İnkârcı cereyanların tenkidinde gördüğümüz üzere madde kendi ken­disinin yaratıcısı ve geliştiricisi ola­maz. O halde yaratılmışların yaratı­cısı Allah Teâlâ’dır.

Burada kolay anlaşılsın diye "yaratılmışlık” delili adıyla isimlendir­diğimiz bu delil, İslâm tarihi boyunca müslüman ilim ve fikir adamları tarafından "Hudûs” ve imkân” delili adlarıyla incelenmiştir (10), Kur’ân-ı Kerim’de insanın kendi yaratılışını, yakın ve uzak çevresinin yaratılışını, kâinatın (Kur’ân’ın ifadesiyle gökle­rin ve yerin) yaratılışını konu edinen bir çok âyet vardır. Bu âyetler, insa­nı, kendi üzerinde ve dış dünya hak­kında (sübjektif ve objektif âlemde) incelemeler yapmaya, tefekkürde bulunmaya davet etmektedir, Bu yolla Allah’ın varlığı ve birliği isbat edil­mektedir.

"Habibim, göklerin ve yerin Rabbi kimdir? Diye sor onlara. Sonra da: Elbet Allah’tır, diye kendin cevap ver. Yine onlara de: öyleyse O’nu bırakıp da kendilerine bile faydası ve zararı dokunmayan şeyleri mi mabud edin­diniz? De ki: Kör olanla gözü gören bir olur mu, karanlıkla aydınlık bir sayılır mı hiç? Yoksa onların sahte mabudları, Allah’ın yarattığı gibi bir şey mi yaratmış da bu sebeple şaşı­rıp bunları Allah’a ortak koşmuşlar? De ki: Her şeyi yaratan Allah’tır. Bir ve kâinatın hakimi olan sadece O’dur.”(11)

Fizik, kimya, astronomi gibi pozi­tif ilimlerle meşgul olan bilginler, madde üzerinde yaptıkları inceleme­ler sonunda maddenin, dolayısıyla ta­biatın sonradan yaratıldığını tespit etmişler, ayrıca bugün mevcut olan tabiat düzeninin bir gün bozulacağı kanaatine de varmışlardır. Her sonlu olan şeyin bir başlangıcı vardır. Baş­langıcı olan şey yaratılmış demektir. Şüphesiz ki her yaratılmışın bir ya­ratıcısı mevcuttur. O da Allah Teâlâ’dır. (12)

d) Nizam Delili:

Bu delil daha çok “Gaye ve Ni­zam Delili” olarak tanınır canlı cansız bütün varlıkların incelenmesinden şu netice çıkarılmıştır ki her var­lık hem yapılışı, hem iç fonksiyonla­rı, hem de diğer varlıklarla olan mü­nasebeti bakımından, hayret verici bir nizama, bir düzenlemeye sahiptir. Meselâ insan vücudunu ele alalım. Bu vücudu teşkil eden organlar insa­nın ihtiyacını yerine getirecek, onu tehlikelerden koruyacak ve hayatiyetini sürdürecek bir şekilde yapılmıştır. Öyle ki bu organların birinin me­selâ herhangi bir kaza ile kaybedilmesi halinde bu organı aynı kalite, fonksiyon ve dayanıklılıkta yeniden yapmak mümkün olmamaktadır. İlmin ve tekniğin bu kadar ilerlediği bir çağda bütün dünya bilginleri biraraya gelse bile bundan âciz kalır. Peki, sayı ile ifadesi mümkün olmayan bunca insan, hayvan, bitki ve cansızda görülen bu fevkalâde üstün sanatın sanatkârı kimdir?

Üzerinde yaşadığımız tabiatın bu fevkalâdeliği tâ milâddan önceki a­sırlardan itibaren ilim ve fikir adamlarının dikkatini çekmiş, üzerinde bir çok şey söylenmiştir. Irk ırk in­sanıyla, boy boy hayvanıyla, renk renk bitkisiyle, dağıyla, ovasıyla, nehriyle, deniziyle, ayıyla, mehtâbıyla, güneşiyle, yıldızıyla... “kâinat” denen bu hârika, filozofu düşündürmüş, bil­gini koşturmuş, şairi coşturmuş, sa­de insanın bile dikkatini çekmiştir.

Görülmüş ve tecrübe edilmiştir ki karıncasından devesine, su kabarcığından gök kubbesine, sivrisineğinden yıldızına kadar her şey, bütünüyle tabiat belli bir plân, program ve gayeye göre olmakta, oluşmakta, değişmekte ve yenileşmektedir. Aksaması, bozulması olmayan bu âhenk, bu nizam nasıl teşekkül etmiştir? Ma­teryalistlere göre tesadüfen olmuştur, Darvinistlere göre tekâmül yoluyla olmuştur. Pozitivistler “Bunu bile­meyiz,’ diyorlar. Fröydistler de beriki görüşlerden herhangi birini benim­siyorlar. Doğrusu şu ki tabiatta, onun her parçasında, her zerresinde bir sebep-netice bağlantısı vardır. Her mahluk canlı cansız her varlık, bu varlıkların yapısını teşkil eden or­ganlar ve üniteler belli fonksiyonları yerine getirmek gayesiyle önceden plânlı ve hesaplı olarak yaratılmış, düzenlenmiştir.

Kuş, uçma işini gerçekleştirebil­mesi gayesiyle, kanatlı olarak yara­tılmıştır. Yılan sürünmeye elverişli bir yapıda yaratılmıştır. Hiç bir şey, hiç bir organ, hiç bir cihaz, hiç bir sistem plânsız, gayesiz, başıboş, geli­şigüzel yaratılmamış veya meydana gelmemiştir. Tabiatta gaye, nizam ve hikmet hakimdir.

Tabiatın şu andaki kuruluş ve işleyişini inceleyen pozitif ilimler ilerledikçe gaye ve nizam delili kuvvet­lenmekte, itibar kazanmaktadır. İl­min her buluşu Allah’ın varlığı için bir delili teşkil eder. Büyük İslâm düşünürü İbn Rüşd, bundan sekiz a­sır önce, "Hikmet ve înâyet” diye isimlendirdiği Gaye ve Nizam Delili için şöyle demişti: “Gören göz karşı­sında güneş ne kadar belirgin ise bu delil de akıl karşısında o kadar belir­gindir. (13)

Kur’ân-ı Kerim’de gaye ve nizam delili ile alâkalı çok âyet vardır. Öy­le ki on dört asır önce inen bu âyet­lerin bir kısmının ifade ettiği incelik­ler ancak bu asırda, pozitif ilimlerin ilerlediği çağımızda anlaşılabilmektedir. İlmin bundan sonraki ilerleyişiy­le de elbet mânâlar keşfedilecektir.

"İnanmayanlar bilmiyorlar mı ki göklerle yer önceleri bitişik bir hal­de iken biz onları ayırdık, canlı dan her şeyi de sudan yarattık? Hâlâ inanmayacak mı onlar?” (14).

Yine bu konu ile ilgili iki âyet meâli:

"Yeryüzünü uzatıp düzleyen, orada sağlam dağlar yükselten, ır­maklar akıtan O’dur. Meyvelerin hep­sinden kendilerinin içinde ikişer çift yaratan geceyi gündüze bürüyen yi­ne O’dur. Bütün bunlarda iyi düşü­nenler için kesin belgeler vardır."

“Yeryüzünde yanyana bulunan a­razi parçaları, üzüm bağları, ekinler, tek gövdeli, çatal gövdeli, dallı-budaklı hurmalıklar... vardır. Hepsi ay­nı sudan sulandığı halde biz onların yemişini birbirinden üstün kılıyoruz. Muhakkak ki bunlarda aklını kulla­nan insanlar için ibretler vardır" (15).

Çağımızın bilgin ve düşünürleri, eserlerinde, Allah’ın varlığını isbat eden birçok deliller zikretmektedir. Nizam deliline örnek olmak üzere bunlardan birini sunalım. Bir delil, batı ilim dünyasında çok tanınmış bulunan. A. Cressy Morrisona’a ait “İnsan Kâinat ve ötesi” adlı kitap­tan aynen alınmıştır (16).

Dünyanın en büyük laboratuvarı:

“Sindirim fizyolojisi konusunda birçok kitap yazılmıştır. Fakat her yıl pek ilgi çekici keşifler ortaya çıkmakta ve bunlar konunun canlılığını devam ettirmektedir. Sindirim­in bir kimya laboratuvarında, meyda­na gelen bir iş olduğunu ve yediğimiz yemeklerin de hammaddeler teşkil ettiğini kabul edersek onun ne kadar ilgi çekici bir iş olduğunu hemen anlayıveririz, çünkü o, midenin kendi­si hâriç yenilebilecek her şeyi sindirmektedir.

‘Biz, bu laboratuvarın durumuna hiç bakmadan veya sindirim kimyasının bu işi nasıl gördüğünü düşünme­den laboratuvara hammadde olarak birçok yemek çeşitlerini göndermekteyiz. Sözgelimi pirzolaları, lâhanayı, mısırı ve kızarmış balığı yeriz, su içeriz, arada bir ekmek atıştırırız. Bütün bunlara bir ilkbahar ilâcı o­larak bazen de maden suyu ve pekmez ilâve ederiz. Mide, bu yemek ka­rışımının içinden faydalı olanlarını seçer. Bu işi, her türlü yemeği kimyasal bir analizden geçirmek sure­tiyle başarır. Bu esnada bıraktığı fazlalıklar olur. Mide ayırdığı besin maddelerinden çeşitli hücrelere gıda teşkil edecek olan yeni proteinler el­de eder. Sindirim sistemimiz besin­lerin içinden kalsiyumu, kükürdü, iyo­du, demiri ve diğer zaruri maddeleri ayırır alır. Yine o, ana moleküllerin boşa gitmemesi ve hormon üretme­ye önem verdiği gibi hayat için zaruri olan bütün malzemelerin belirli ve düzenli miktarlar dahilinde daima var olmasını ve her türlü ihtiyacı karşılamaya hazır bulunmasını da sağlar. Sindirim cihazı, açlık vuku bulacak her türlü olaylar için yağ ve sair ihtiyat maddelerini de depo eder.

Sindirim cihazımız bütün bunla­rı yaparken insanın düşünüş ve akıl yürütücünden hiçbir zaman etkilen­mez. Biz insanlar, hayatımızı sürdü­rebilmek için, otomatik olarak ve hiç

bakmadan birçok şeyler yiyip içiyor ve dolayısıyla sayılamayacak kadar çok olan maddeyi bu laboratuvara döküveriyoruz. Besinler, çeşitli sindi­rim yerlerinde kimyasal ananizlerden geçtikten ve yeni besinler haline geldikten sonra milyonlarca hücrelerin her birine devamlı olarak gönderilir, sayısı yeryüzündeki bütün insanların sayısından fazla olan hücrelerimizin her birine. Burada hücrelere yapılan besin nakliyatının devamlı olması ve ayrı ayrı her bir hücrenin, özel ola­rak muhtaç olduğu besin maddesi ne ise onun gönderilmesi gerekmektedir. Öyle ki rolleri başka başka olan hüc­reler, aldıkları bu özel besinden ke­mik, tırnak, et, kıl, göz... ve diş mey­dana getirsin.

O halde sindirim cihazı dediği­miz şey, insan zekasının icat ettiği hiçbir fabrikanın (mal edemeyeceği kadar madde işleyen bir kimya la­boratuvarıdır. Burada ayrıca dünya­nın tanıyabildiği en büyük dağıtım ve nakliyat sisteminin de ilerisinde bir nakliyat sistemi vardır, fevkalâde bir düzenle her şeyin yerini bulduğu bir sistem. Bu laboratuvar çocukluk devresinden, sözgelimi, 50 yaşına kadar önemdi -hiçbir hata işlemez. Halbuki bu süre içinde işlediği maddeler as­lında bir milyondan fazla değişik mo­lekülden meydana gelmiştir. Hem bu maddelerin birçoğu da zehirlidir. Be­sin dağıtım kanalları çok çalışmaktan tembelleşince zayıflar ve nihayet ihtiyarlarız.

Hücrelere gelen besin elemanları henüz birer temel besin maddesinden ibarettir. Hücrelerin fonksiyonu bu besinleri yakmaktır. Vücudun ısısını sağlayan yegâne kaynak bu yanma o­layıdır. Siz, tutuşturmadan yanma olayını meydana getiremezsiniz. Mut­laka önce tutuşturma olayını temin edeceksiniz. İşte tabiatta tutuşturma olayını meydana getirecek küçük kim­yasal bileşikler (hücreler) hazırlanmıştır. Kendilerine gelen besini tutuş­turarak yakan hücreler böylece ok­sijen, hidrojen ve karbon sağlamış ve gerekli ısıyı elde etmiş olurlar. Her yanma olayında olduğu gibi bunda da netice su buharı ve karbondioksittir. Kan karbondioksiti akciğerlere taşır size nefes almayı temin eden yegane şey akciğerdeki karbondioksittir. İnsan birgün içinde yak­laşık olarak 1 kg. karbondioksit üre­tir. Fakat birçok karmaşık fonksi­yonlar inanın bu karbondioksitle ze­hirlenmekten korur. Her hayvan (can­lı) besinleri sindirir. Her hayvan, özelliği icabı, muhtaç olduğu özel kimyasal maddeleri yemek mecburiyetindedir. Bütün hayvan türleri arasında en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar, mesela, kanın kimyasal elemanlarında her türe göre ayrılıklar var­dır. Bu sebeple de her tür için özel bir oluşum ve işleyiş bahis konusudur.

Zararlı mikropların vücutta bir enfeksiyon meydana getirmesi halinde sistem bunları karşılayacak devamlı bir ordu bulundurur. Bu ordu normal olarak mikropları yener ve insan vücudunu erken ölümden korur.

Sayıp döktüğümüz bu harikalar hayat olmaksızın bulunamaz ve baş­ka herhangi bir şeyi de meydana getirilemez. Bütün bunlar tam, aksamayan, en mükemmel bir nizam içinde olur. Nizam ise mutlak olarak tesa­düfle taban tabana zıttır. Acaba bu­rada bir üstün zekâ mı vardır? Eğer varsa bu, hayattan doğmaktadır. O halde hayat nedir?”

(1) Hıcr sûresi (15), 14-15,
(2) Yunus sûresi (10), 31-32.
(3) Vâkıa sûresi (56), 63-65.
(4) Rûm sûresi (30), 30.
(5) B. Topaloğlu, Allah’ın Varlığı, s. 110.
(6) Neml suresi (2), 62.
(7) İbn Haldun, Şifâu’s sâil, s. 39.
(8) Curcânî, et-Ta’rifât; Tehânevî, Keşşaf, ilgili madde.
(9) Bk. B. Topaloğlu, Allah’ın Varlığı, s. 136-137
(10) Bk. Aynı eser, ilgili bölümler.
(11) Ra’d sûresi (13), 16.
(12) Bk. B. Topaloğlu, Allah’ın Var­lığı, s. 175-176.
(13) İbn Rüşd, el-Keşf, s. 165,
(14) Enbiyâ suresi (21), 30.
(15) Ra’d sûresi (13), 3-4.
(16) Türkçeye çeviren, B, Topaloğlu, İstanbul; 1980, s. 93-95.