TERBİYE SEVGİ VE OLGUN İNSAN
İNSAN
“İnsan” kelimesi aslı “insiyan” olup, unutmak manasına gelen Arapça “NİSYAN” kelimesinden alınmadır. İbn-i Abbas (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, insan uhdesine aldığı emaneti ve vermiş olduğu sözü unutmuş olduğundan, bu ismi almıştır (1).
Bilindiği gibi, Âdem Babamızın yaratılışı esnasında, kıyamete kadar gelecek olan zürriyetinin hepsine birden Allah-u Teâlâ, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (elestü bi Rabbiküm) diye sorduğunda, hepsi birden (bizler de dâhil) “evet Rabbimizsin” (belâ) demişler, böylece Allah’ın rubûbiyetini ve kendilerinin de ubudiyet (kulluklarını itiraf etmişlerdir. Resulüllah (s.a.) Efendimizin “Her insan, anasından fıtrat (yâni İslâm Dinî) üzere doğar” sözü işte bu hususa işareten söylenmiştir(2).
İnsanoğlu, hakikatte bu güzel fıtrat üzere yaratılmışken ve ezelden Allah’ını tanımış ve O’na şeref sözü vermişken, sonradan bunu unutup, sözünde durmaması bakımından mezmum (kötü)’dur, Yaratan’ı tarafından (affedilmediği takdirde) cezaya müstahaktır.
“İnsan” kelimesinin ikinci manası, “ünsiyyet”den gelir. Buna göre insan, yalnızlıktan hoşlanmayan, hemcinsleriyle birlikte yaşamaktan haz duyan ve onlarla teselli bulan bir varlık manası taşır, insan bu yönü ile diğer bütün insanları sevmek ve onlarla hoş geçinmek, hatta dertlerine ortak olmak şuurunu taşır. Bu vasfıyla insan, hem Hâlık’ı, hem de insanlar nezdinde iyidir, mükâfata lâyıktır, insanın hakiki karakterini temsil eden bu yönünü, 5-10 yaşları arasındaki bir yavrudan açıkça görebiliriz. Dikkat edilirse bu yavru dıştan görüldüğü gibi içten de masum ve tertemizdir. Onun kalbinde ve niyetinde hiçbir canlıya karşı zerre kadar kötülük bulunmaz. Hep sevmek ve sevilmek isteyen körpe bir yüreği vardır onun. Bu sebepten dolayı sevimlidir, sevilmeye lâyıktır. Onu bazen hırçın görmemizin sebebi, beklediği sıcak sevgi ve alâkayı kendisine göstermekte kusur işlediğimizdendir. Bu insan yavrusu, nasıl ki bu sıcak alâkamıza ve sevgimize daima muhtaçsa, büyük insan da (fıtratı ve yaratılışı gereği olarak) diğer insanlardan bu alâka ve sevgiyi daima bekler. O halde insanın fıtrî unsurlarından biri, SEVGİ’dir.
S E V G İ
Sevgi, ne tatlı ve ne hoş bir kelime, her zümre insanın istisnasız muhtaç olduğu, özlediği ve bütün kalbiyle arzuladığı bir cevher. Âşık, maşuku tarafından sevilmeye muhtaçtır. Hanım, beyi tarafından, bey, hanımı tarafından ana-baba, çocukları, çocuklar ana-baba tarafından, öğretmen talebeleri, talebeler öğretmenleri tarafından, âmir, memurları, memurlar âmirleri, aslar üsleri, üsler asları, hatta ve hatta halk liderleri, liderler de halk tarafından sevilme özlemi içindedirler.
Sevgi, insanları birbirlerine bağlayan beş halkalı, yâni beş harfli bir zincir. Kuvvetli olduğu kadar, ipekten de yumuşak bir kalp bağı. Beş halkalı olduğu için kısa sanmayın. O, dünyanın iki ucunda bulunan iki sevgiliyi birbirine bağlayabilecek kadar uzayabilir. Yerleştiği kalbin sahibini, bu kadar mesafeden ağlatır ya da sevindirir.
Fakat biliyor muyuz? Her şeyde olduğu gibi, sevgi de ikidir. Biri sahte biri hakiki. Burada bahsetmek istediğimiz, hakiki olanıdır. İkisinin birbirinden ayırt edilmesi oldukça kolaydır:
Sahte sevgi, her şeyde olduğu gibi, sırf maddeye dayanandır, yâni gayesi maddi olandır. O, hissidir, şehevîdir, vücudun, bedenin ve şeytanî olan arzuların emirlerine hizmet eder. Akıldan ve mantıktan uzak olduğu için hayvanîdir. Bu tür sevgiyi, o seviyedeki sahiplerine bırakıp, hakikî sevgiye gelelim:
Hepimiz biliyoruz ki, İNSAN iki unsurdan tekevvün etmiştir: Biri, şu gördüğümüz ve elle dokunduğumuz vücut ve bedenimiz ki, aslı topraktan yaratıldığı için maddîdir. Ona dayanan ve onu gaye edinen her sevgi, her amel de onun gibi maddîdir süflidir, akıbeti topraktır.
RUH VE SEVGİ
İnsanın ikinci unsuru ise RUH’dur. O İlâhîdir bakidir, ölmeyecektir çünkü ebedîdir, Allah’a dayanır. Allah görünmez, ruhta görünmez. Görünmezler ama varlıkları her yerde hissedilir. Gözümüzün görebildiği, elimizin dokunduğu, his ve şuurumuzun içine alabildiği her şey, Allah’ın varlık ve kudretine birer delildir. O gözle değil, basiretle sezilir. Ruh da böyle hatta daha da açık sezebiliriz onu. Hayat dolu bir insanın, pırıl pırıl gözlerindeki tatlılığı, cıvıl cıvıl konuşmalarındaki ve nefesindeki o sıcaklığı, ölü bir insanda görebilir misiniz? Ölüde gördüğümüz bedendir, ruhsuz olduğu için bizce buz gibi soğuktur, sevimsizdir. Hayat dolu bir insanın ünsiyetine ve sohbetine koşarız da, ölünün yanından bir an önce durmaz kaçarız. İşte o madde, gözlerimizin önünde serilmiş sevimsiz duruyor, hemen kokmaya çürümeye hazır. Ne kadar da değer veriyordu sahibi ona, gerçekten değer verilmesi gereken ruhtu, gitti. Hem de bir hayat dolusu kazancın (iyi veya kötü ne varsa) hepsini alarak uçtu. Mana âlemine, ahirete göçtü. Değer verilmesi gereken hangisiymiş (manevî âlem mi maddî âlem mi) şimdi anladı sahibi ama iş işten geçti. Keşke hayattayken bu basiretle bakabilseydi kendine, ruhunu zengin olarak gönderirdi duruşma gününe, ebedî vatanına... Ah sevgi, ah sevgi, sahibin seni, yanlış yere verdi. Sen ne kıymetli bir cevherdin. Eğer Hakk’a, gerçeğe sevk edilseydin. Dünya da senin olacaktı, ahiret de senin. Deseydi insan: “Bir gün gelip, serileceğim yere”. Değer miydi bunca zahmet, bunca servet, bunca hayat bir hiçe. Ah, baksaydı da ölülere ölenlere, alsaydı ibret, bilseydi ne yapmak gerek, bu dünyadan göçenlere. Dinleseydi YUNUS’un feryadını, figanını, görürdü ölmeden, ölenlerin akıbet hitamını, makamını (3)
“Bu Dünyâ’ya gelen kişi, âhir yine gitse gerek
Misâfirdür vatanına, bir gün sefer itse gerek.
SEVGİNİN YÖNÜ
İnsanda fıtrî olan bu sevgi, her şeyde mihenk taşı. Onu istersen kötüye kullan, istersen iyiye. Elbet vereceksin bir gün hesap, bu emaneti nettin diye. O halde insan, her türlü meyve verebilen bir fidan. Ondan iyi meyve bekliyorsak, iyi aşı yapmalıyız. Yoksa aşılanmayan bir ağacın meyvesine katlanmalıyız.
Sevgi, iyi yöne yöneltilirse, o insan olgunluğa ve kemâle doğru yol alır, hem kendisine hayrı olur sonunda, hem çevresine. Tıpkı iyi aşılanmış fidan gibi meyve gibi.
Gençlerimizin ve çocuklarımızın eğitim ve terbiyesinde, en çok dikkat edeceğimiz husus, sevgilerine gerçek yönü vermektir. İyi bir muhitte iyi bir terbiyenin yetiştirdiği bir insan ile tam tersine yetişen bir insan arasındaki fark, dağlar kadar büyüktür. Bize iyi insan iyi fert gerekse eğer, ki gerek, katlanalım, gereğini yapalım, demeyelim ki bu yüktür. Soralım bu hususta en iyi bilene, tutalım sözünü, getirmeyelim hiç fütur. Her şeyin ustası en iyi bilendir, işi ehlinden öğrenmeli, sonunda pişman olmamak için.
Mobilyayı marangoz bilir, Demiri demirci, etin iyisini kasap bilir, altını sarraf. Pamuğu hallaç bilir, insanı da el-Âlimu’l-Hallâk çünkü onu O halk etti. Hiç yok iken, çamurdan var etti şekil verdi. Ne yararlıdır O’na, ne zararlı, O en iyi bilendir. Demedi mi meleklerine onu yaratmadan önce, “Ben yeryüzünde bir efendi yaratıyorum” (Bakara Sûresi, 30. Âyet) Hem de bütün yarattıkları içinde, müstesna bir özen ve itina ile.
Öyle ise, bizatihi Teâlâ’nın yarattığı bu insanı, Ondan daha iyi bilen ve anlayan olabilir mi? Olamaz olamaz, çünkü bu sanatın tek sanatkârı, tek ustası O’dur, bu yaratığın tek Yaratan’ı tek hâlıkı O’dur. Çıraksız, kalfasız ve yardımsız yaratmıştır onu. “Ey iblis, kendi ellerimle yaratmış olduğum (insan)’a secde et! diye emrettiğimde, ona secde etmene mâni olan ne idi? Büyüklendin mi? Yoksa kendini yücelerden biri mi sandın?” (Sad Sûresi, 75. Âyet).
İnsana bu yapıcı kudreti kim verdi? Beden bir madde idi çamurdandı, maddeden madde yapıldı, ya o bedeni diri tutan ve kullanan RUH’u yapabilir mi insan? Hâşâ ve hâşâ. O, madde değil manadır. Manasız madde murdardır.
İnsan cinsinden başka, bu kadar sayılarını bilemediğimiz, mahiyetlerinin künhüne eremediğimiz kâinatı ve YER-GÖK-DENÎZ dolusu yaratıkların hangisini Allah "kendi ellerimle yarattım” dedi, hiç birini, Onlara sâdece emir verdi, “OL”! dedi, oluverdiler. “Allah yaratmak istediği bir şey hakkında OL! diye emreder ve o şey hemen oluverir, buluverir” (Yâsin Sûresi, 82. Âyet), Meryem Sûresi, 35. Âyet vb. âyetler).
Neden bu itina, bu özen başkasına değil de insanoğluna? Ne istiyordu bu insandan Yaratan’ımız? Ne bekliyordu bizden Hâlık’ımız?
Sonra bunun cevabına geçmeden, soralım kendimize: Acep bu denli özel ilâhî bir itinaya, rağmen, diyebilir mi insan: “yok, insanı en iyi mahlûk bilir Hâlık bilmez”? Diyemez diyemez, yoksa isyan eder ona vicdanı ve mantığı. Soralım bir dahi ve diyelim ki: Acaba insan, kendine has bu ilâhî itina ve özenin farkında mıdır? Allah ve melekleri katında kendi kıymetini müdrik midir? Cümle âlemlerden ve kâinattan büyük Allah’ın, bir kulunun, küçücük kalbine nasıl sığdığını bilir midir?
“Kendini bir küçük mahlûk olduğun sanırsın
En büyük âlemi ihtiva ettiğin bilmezsin” Hz. Ali (r.a.)
“Haberdar olmamışsın kendi zatından da hâlâ sen,
“Muhakkar(1) (hakir) bir vücudum!” dersin ey insan, fakat bilsen...
Senin mahiyetin hatta meleklerden de ulvîdir:
Avâlim sende pinhan(2) (gizli)dır, cihanlar sende matvî(3) (dürülü)’dir,
(M. Akif, Safahat, s. 72, 1950 baskısı).
İNSANIN DEĞERİ
Şu küçücük başımızda bulunan harika aklımızla bir düşünecek olursak, yaratılışımızdaki bu özellik ve hususiyet, Allah’ın insana olan özel SEVGİ’sini ve ona verdiği fevkalâde değeri ortaya koymaz mı? :
1) Bütün kâinatı biz, insanın emrine amade kıldı.
2) Akıl verdi, fikir verdi, düşünce ve hafıza verdi, bunlar, başka hangi mahlûkta görüldü.
3) Gönlümüze, kalbimize arzumuza gelen her şeyi ifade için, nutuk verdi kelâm, söz, dil verdi, ya bunlar olmasaydı insanoğlu ne işler, ne ederdi?
4) Ses verdi, seda verdi, gönülleri kalpleri onunla meşk eyledi cûş eyledi. Bedenimizi, çeşitli ve sayısız rızıklarla bezenirken donatırken, kalp bahçemizi de bülbülsüz gülistansız bırakmadı, âb-ı hayatla onu yeşertti suladı, gül gülistan yaptı.
5) El, ayak, parmak verdi. İki ayağımızı yürümeye, ellerimizi ve parmaklarımızı da rızık ve iyiliğe has kıldı. Cümle âlem dört ayakla yürürken ve yerde sürünürken, insanı ayağa kaldırdı, onu dimdik doğrultarak bütün kâinata, başı yukarda, hâkim bir efendi ve seyyid kıldı, yeryüzüne halife yaptı. Gözü parlak ve güzel, yüzü nurlu, kaşlar, gözler ve saçlarla süslü ve cazip, başı dik, elleri ve parmaklarıyla muhterem, yürüyüşü ve oturuşu yeknesak ve biçimli bir insan. Daha neleri yok ki güzel olmasın, hepsini ve hep güzellikleri insana vermiş Hâlık-ı Yezdan, Hangisini sayıp dökebilir, saymakla bitirebilir bu insan. “Rabbinizin hangi nimetlerini (görmezlikten gelir) inkâr edersiniz” (Rahman Sûresi, mükerrer âyet).
6) Bu İlâhî itina ve özen boşa mı gidecek sandın yoksa insanın da diğer mahlûkat gibi, fâniliğine mi inandın? Hayır hayır, o ebedidir, bakidir, fâni değildir. Olsa olsa, sâdece bir yer değişecektir. Dünya, cümle mahlûkatıyla yok olunca, insan gene yaşayacak, ebedî hayatını ahirette sürdürecektir. Dünyaya niçin geldiğinin hikmetini değerlendiremeyen, Yaratan’ına iyi kulluk yapamayan, şükranı nimetini bilmeyip nankörlük edenler ve fıtrî sevgiyi bedenlerine ve şehevî arzularına ayıranlar ateşte bâkî ve ebedî (tâ ki aff-ı ilâhîye mazhar ola). Diğer taraftan, sevgilerine iyi yön verenler, kulluk nedir bilenler ve Hâlık’ının rızasına girenler de Cennette bâkî ve ebedî. "Kim ki Allah’a ve Resulüne itaatsizlik eder de asi olur, hududunu asarsa, Allah onu ateşe sokar ve orada bâkî ve ebedî bırakır.” (Nisa Sûresi, 14. Âyet). “İman eden ve güzel ameller işleyenler, Cennetin sakinleridirler ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara Sûresi. 82. Âyet).
Demek ki diğer mahlûkata verilmeyen paha biçilmez bir meziyet de, bu insanın ebedî oluşudur. Allah vere de Cennet’te ebedî ola ateşte değil. Fakat insan düşünecek olursa “neden Yaratan’ımız, akıl denen o cevheri en yüksek uzvumuz olarak, başımızın da en üstünde yaratmış? Onu sağlam ve sert kafatası, içine alıp, yumuşak deri ve saçlarla muhafaza etmiş? Hemen idrak eder ve anlarız ki, işte bu ebedî akıbetini garantiye alsın her şeyden üstün ve önce, aklını kullansın. Nitekim akıl nimetini kaybeden bir insan sorgusuz sualsiz Cennet’e gidecektir. Onu kendi iradesiyle kullanma fırsatını bulamadı diye.
VİCDAN
İnsanda öyle bir meziyet daha vardır ki başkasında yoktur VİCDAN. Akıl bazen hata eder, eğer sevgi ters yönde ise. İşte onun hatalarını tashih edecek fakat yanılmayacak bir hâkim lâzımdı insanda. Onun için Rabbimiz bize bu nimeti de ihsan etti. Vicdan, Allah’ın sesidir. Allah’ın razı olmayacağı yerlerde onu razı edemezsin. Onun razı olduğu yerden Allah da razıdır. Bu vicdanın sesini her insan duyabilir, o, her daim sahibini doğruya ve Hakk’a çağırır, insana lâyık olmayan her kötülükten de nehyeder.
İKİ KUVVET
Bu vicdanla birlikte insanda, bir kuvvet daha vardır ki, işte öylesine bir kuvvet, vicdanın düşmanı olduğu gibi, insana da düşman bir kuvvet, şehevî arzular ve yalancı zevklerin kuvveti, NEFİS dediğimiz gizli düşman, insan hep onun emrine uymakla olur perişan. Durmaz, doymaz, bıkmaz, usanmaz bir nankördür o nefis. Sesi çok kuvvetlidir, onun yüzünden insan avaredir. Hep kötülüklere çağırır durur insanı, çağırdığı şeylerin çoğunda, çabuk kaybolan zevkler vardır, insana ilkin tatlıdır amma akıbeti fecidir. İnsanı rezil eder, rüsva eder, belki de insan, ona uymakla insanlığını kaybeder. Önceden cazip görünen o yalancı bir hayat, bir balon gibi kayboluverir nihayet. O zaman, kendini bir yığın felâketlerle baş başa buluverir insan. Keşke o zamanda olsaydı o düşman, belki teselli bulurdu onunla ve avunurdu biraz, ne gezer, o dost sandığı düşman terk etmiştir onu felâketleriyle baş başa. Sonuç nedamettir, hüsrandır, ama ne çare.
ÖLÇÜ
İnsanın içinden gelen bu dost kılığındaki düşman (Nefs-i emmâre)’ın sesi ile düşman gibi görünen fakat hakiki dostu olan vicdanın sesini kolaylıkla ayırt edebilmesi için, şu ölçüye dikkat etmelidir insan: Düşmanın vaatleri çok yakındır belki de o an içindir, sonu ve arkası zifiri karanlıktır. O karanlıkta, akıl almayacak kadar dehşetli ve korkunç felâketler, sinsice pusuda yatar. O felâketlerden kurtulabilmek, sanma ki her yiğidin harcıdır.
Dostun (vicdanın) sesi ve vaatleri ise uzaktır, ilerde olacaktır. O vaatler ilerde ve uzaktadır amma, pırıl pırıl ışıklar içinde, açık seçik görünür insana, ancak rüyalarda görülebilecek güzellikte, ildir ildir kaynaşan nurlu ışıklarıyla, gümüş cetveller gibi tertemiz akan ırmaklarıyla elyan elvan mis kokulu çiçekleriyle, cana can katan zümrüt zümrüt bahçeleriyle, ay ışıklı göz kamaştıran köşk ve saraylarıyla, saadetler şehri, huriler diyarı. Uzaktan el ederler “haydi gel seni bekliyor bu gördüklerin” derler. Orası daimdir ebedîdir. Işıkları sönmez, gülleri solmaz, orada olanlar hiç kocamaz, çirkinlik, hüzün, keder nedir, hiç bilmezler.
“Orada onlar için, tertemiz ve mutahharat zevceler (hûriler) vardır ve onlar orada ebediyen kalacaklardır (Bakara Sûresi, 25. Âyet)”.
Ne var ki bu kadar güzel ve akıllara hayranlık veren ebedî saadet şehrinin yolları, türlü engellerle ve zorluklarla doludur. O engelleri aşmak zaman alacaktır, belki de bir ömür, fakat olacaktır akıbet insan ona sâhip ve hiç ayrılmayacaktır ondan, ölmeyecek orada öldürülmeyecek, hastalık, tasa, hüzün keder görmeyecek, dalacak ki bir saadete, sonsuz asırlar nasıl geçiyor, hiç farkında olmayacak.
İnsan unutmamalı ki, Yaratan’ımız bu derece özen ve itina ile yarattığı, sonra da onu bu Dünya’nın efendisi ve hâkimi kıldığı, sayısını, çeşidini ve tadını sayıp tüketemediğimiz bunca nimet ve rızıklarla donattığı bu insanın, ahiretini de mamur kılmış, akla hayâle sığmayan güzellikler ve saadetlerle bezetmiştir. İnsanın bu sonsuz saadete giden yolunun, kolay olmaması ve bir sürü
engellerle zorlaştırılmış bulunması, gene insanın menfaatine konulmuş büyük bir hikmet içindir:
Allah insana izzet-i nefis vermiştir, şeref, onur ve haysiyet vermiştir. Onu muhafaza edebilirse, insan insandır. Şeref ve haysiyetine önem vermeyen insanın hayvandan ne farkı kalır?
Allah’ın rızasını kazanmak, ona karşı kulluk vazifesini hakkıyla yerine getirmek, insanoğlunun yaratılışının gayesidir “Ben, cinleri ve insanları, bana Kulluk etsinler diye yarattım ancak” (ez-Zâriyât Sûresi 56. Âyet) diyor Cenab-i Hak. Yâni insanın bu büyük mükâfata yüz aklığı ile lâyık olduğunu göstermesi insanlığının gereğidir. Bunun karşılığında, ebedî hayatını sürdüreceği ahirette, Allah o insanı Cennetle mükâfatlandıracak. Yâni, Cennet’e girmeye lütfuyla müstahak kılacak, insanın onuru ve haysiyetine lâyık bir kazanç lütfedecektir.
VİCDAN VE MANTIK YETMİYOR
İşte bunun içindir ki Yaratan’ımız, insanı yaratırken onu iki zıt kuvvetle birlikte yaratmış, hangisinin sözüne ve emrine girmesi hususunda serbest bırakmıştır. Her iki yolun akıbetini beyan etmiş, seçme hürriyetini bize vermiştir. Biz, Allah’ın bahsetmiş olduğu akıl ve mantığımızla biliriz ki, bu iki yolun biri kötüdür bizim için, biri de iyidir.
Yalnız, burada önemli bir nokta mevcuttur: Eğer Allah insanı kendi hâline ve sâdece aklı, mantığı ve vicdanı ile bıraksaydı, onu cezalandırmaya bir başkasını da mükâfatlandırmaya hakkı olmazdı ve ilâhî adalet, tecelli etmezdi çünkü kul “aklım ermedi, doğru yolu bilemedim bulamadım, elçi gönderip, kitap indirseydin doğru ve eğri yolu bana gösterseydin, ben onu seçerdim” diyebilirdi. Onun için Allah’ımız bize kitap indirmiş ve peygamber göndererek, eğri ve doğru yolu göstermiştir. Eğri yol, insanın bitmez tükenmez, çok ve karmaşık arzuları ve hevesleri gibi, eğri büğrü ve karmaşıktır. Başlangıçta insanın zevklerine uygun ve kendine hoş gibi geldiğinden, insan o tarafa meyillenir. Doğru yol ise, dürüstlük ve istikâmet sembolü olarak, düpedüz ve uzundur. Meyvesi, uzakta olduğu için insana zor gibi gelir, sabır ve sebat gerektirir. Çok yakınında bulunan ve pek lezzetli gibi görünen kötü kuvvetin (nefsinin ve şeytanî arzularının) emirlerine insanın “DUR!” diyerek karşı çıkabilmesi oldukça zordur. O saadet yolunun üzerindeki engeller de işte bundan ibarettir ama bunu yapabilen hakiki kahramandır çünkü en büyük düşmanını perişan etmiş kendini kurtarmış ve sevgisine gerçek yönü verebilmiştir. Bu başarı ve kahramanlığın sırrı ise, Allah’ın Kitâbını iyi anlamak, Peygamberinin yolundan ayrılmamaktır. İşte görüyoruz ki, SEVGİ, tekrar imdadımıza yetişiyor. Kurtuluşumuz için, bu sevgiyi iyi değerlendirmek ve gerçek yönde geliştirmek bize yetiyor. Mantığımızın sesiyle bu sevgiyi, şöylece buluyoruz, düşünüyoruz ve diyoruz ki:
“Ben insanım, Çünkü beni insan olarak yaratmış Yaratan’ım. Beni neden, niçin yarattı insan? Beni sevmeseydi at, köpek, kedi, kurt veya yılan, akrep yaratırdı. Onları da yaratan O değil mi? Niçin onları vesaire mahlûkatı öyle de, beni böyle yarattı? Demek ki beni sevdi de insan yaptı, sevilmeye lâyık gördü. Hem de ne güzel bir insan. Ne meziyetlerle donatılmış, ne geniş ve çeşitli nimetlerle bezenmiş bir insan. Onun yarattıkları bu kadar güzel olursa, acep kendisi nicedir? Nice ulu ve yücedir Mal mülk O’nun, ben, sen, kâinat ve her şey O’nun çiftliğinde (dünyada) barınıyorum, her şeyini bana verdi, ye iç, eğlen dedi. O benim veli nimetim. Ben O’nun nasıl kulu kölesi olmayayım ve nasıl O’nu her şeyden çok sevmeyeyim?”
KENDİNİ BİLMEK
İnsan insan olur da, velinimetini her şeyden çok sevmez mi hiç? Memede bir süt çocuğunu düşünün, eğer annesi ve babası veya başkası ona bakmazsa, yedirip içirmez, altını temizlemezse, yaşayabilir mi kendi kendine o bebek? Elbette yaşayamaz ölür. Bu insan yavrusunun bakıma olan ihtiyaç devresi yıllar sürer, hatta tahsilini bitirip, ekmeğini ve hayatını kazanmaya başlayana kadar devam eder. Eğer bu insan, ekmeğini eline alınca kimseye ihtiyacı kalmayınca, kendini o raddeye getiren veli-nimetini unutuverirse onları görmezlikten gelir ise ana-baba, evlat kardeş hukukunu bilmez ise, ona insan denir mi? Hâlıkını unutan ve kulluğunu bilmeyen, nimetlerine şükretmeyen bir kul ile o insanın ne farkı var? Her ikisi de nankör âsi. Sevilmiş yaratılmış beslenmiş büyütülmüş ama sevgi nedir bilmez ise, büyük küçük saymaz ise, yaşamasın o kişi bu dünyada insanım diye çünkü kendini bilmeyen bir insan, başkasını da bilemez. Kişi kendini bulduğu ve bildiği andan itibaren ilk önce kendini tanımalı “ben neyim kimim, niçin varım, varlığım tesadüfi bir varlık mı, yoksa bir gaye için mi var oldum yaratıldım o gaye neydi benden ne istiyor, varacağım yer nedir nasıldır, orada benden ne istenecek, ömrünü nerede ve nasıl geçirdin mi denecek, ben ne cevap vereceğim kimin huzurunda mahkeme önüne çıkacağım, netice ne olacak, sonunda ben ne olacağım nereye gideceğim?” gibi sorular sorarak kendini tanıması, ne idi, ne oldu ve ne olacağını bilmesi lâzımdır. İnsanın kendini bilmesi, vazifesini ve kulluğunu bilmesini gerektirir, kulluğunu, Yaratanını büyüğünü küçüğünü, hak ve hukukun ne olduğunu bilmeyen kendini bilmiyor demektir.
Peygamber Efendimiz bir hadisinde: “Yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun ona ” demişler, kimdir bu bedbaht kişi Yâ Rasûlallah diye sorduklarında: "Ebeveyni (anne-babası)’nin veya ikisinden birinin ihtiyarlığına yetişip de (böyle bir fırsata rağmen) Cennet’e giremeyen kişi” buyurmuşlardır.
Ne gariptir ki, insanoğlu ebeveynine hayat borçlu olup, bakmak mecburiyetinde bulunduğu halde, sanki lütufta bulunmuş gibi onlara bakıp bakıştırdı diye, Cenâb-ı Hakk, büyük lütfuyla, o kulunu Cennet’le mükâfatlandırıyor! Büyüğünü bilmeyen Allah’ını bilmez, Allah’ını bilen, büyüğünü de bilir. Bu meyanda Peygamberimizin: “Kim ki, Allah’a ve Ahiret gününe inanıyorsa, akrabalarının hukukuna riayet etsin” sözü ne kadar yerinde ve manidardır.
Buraya kadar arz edilen hususlardan anlaşılır ki, insanın, içerisinde bulunan bu İlâhî ve fıtrî sevgisini en doğru yönde geliştirmesi, kendi menfaati ve insanlığının gereğidir. En doğru yönün de, İlâhî ve ebedî olanı hususunda şüphe yoktur.
Her şeyin sahibi ve Halikı olan Allah-u Teâlâ ile O’nun en çok sevdiği, bizlere de O’nu sevmek ve itaat etmekle emrettiği iki cihan serveri, insanlığın peygamberi Hz. Muhammed (aleyhisselam’dan başka; sevgiye en lâyık olacak kimse yoktur cihanda. Müslüman olanda, yoktur buna inanmayacak. İnsanı insân-i kâmil yapacak, madde süfliliğinden, mana, ulviliğine yükseltecek budur ancak hatta ve hatta Cennet’i sevmek ve ona girmek ile Cehennem’den korkmak ve ona girmemek için yapılan ibadet ve bu esasa dayanan sevgi bile, enâniyetten başka bir şey değildin olgun bir insana göre. Neden olmasın, sana çok kıymetli bir hediye gönderen ulu bir kişiye mi verirsin sevgini, takdir edersin onu, yoksa o hediyenin kendisine veya getiren uşağa mı? Seni sen yapan O, bu kâinatı emrine amade kılan O, Cennetin Cehennem’in sahibi O, yakacak O, bağışlayacak O’dur. Öyleyse ey akıl sâhibi, mantık sâhibi insan! Allah’a yönel, O’na yüzünü çevir, gerçek kulluğunu ancak O’na yap, itaatine ve rızasına gir, akıllılık budur başka yok.
Bizi yaratan Allah’ımız, bizleri rehbersiz ve kılavuzsuz başıboş bırakmamıştır. Nitekim âlemlere rahmet olarak seçtiği, insanlık peygamberi Hz. Muhammed Efendimizi bize en mütekâmil en olgun ve örnek bir insan olarak gönderirken “ve inneke lealâ hulukın azîym” yâni, “Sen ey Rasûlüm, en yüksek ahlak üzeresin, bunda hiç kimsenin şüphesi olmasın.” (el-Kalem Sûresi 4. Ayet) demiştir. Sevgili peygamberimiz de, bizzat kendisi, “Benim peygamber olarak (sizlere)gönderilmem ancak ve ancak, mekârim-i ahlâkı (en yüksek ahlâkı) ve en yüce adabı tamamlamam içindir (4)” buyurmuştur.
Şu halde hakiki sevgi, Allah’ın rızasında ve peygamberinin sevgisindedir. Bu hususu Yaratan’ımız bizzat bizlere hitaben “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin ve peygambere itaat edin” (Nisa Sûresi, 59. Âyet) buyurmuşlardır. Yâni Allah’ın rızası, peygamberimize itaat etmekle ve O’nun yolundan gitmekle tahakkuk edecektir.
Gençlerimizin ve çocuklarımızın yetiştirilmesi ve terbiyesi hususunda mübarek ve kıymetli tavsiyeleri vardır. Bunlardan bir tanesine göre onları şu üç haslet üzere yetiştirmemiz gerekmektedir :
1. Rasulullah sevgisi,
2. Onun ehli beytinin ve din ulemâsı ve ulularının sevgisi,
3. Kur’ân-ı Kerim-i okuma, anlama ve amel etme sevgisi.
Kur’ân-ı Kerîm’in, Nisa Sûresi, 80. Âyeti’nde buyurduğu “Kim Rasülüme itaat ederse Allah’a itaat etmiştir” sözü ile Allah, peygamberimize ne derece bağlanmamız ve O’nu ne kadar sevmemiz gerektiğini açıkça ifade buyurmuşlardır.
İSTİKAMET VE OLGUNLUK
Peygamberimiz, kendine olduğu kadar, hayat arkadaşları ashâb-ı kirama ve ehl-i beytine de aynı sevgi ve bağlılığı göstermemizi istemişlerdir zira onlar çok sevdikleri ve yüksek ahlâkına hayran kaldıkları peygamberimizi, adım adım takip etmişler, hayatını kendilerine rehber ve örnek kılmışlardır. Onların yaşayış tarzları ve ahlâkı da peygamberimizin ahlâkından alınmış olması hasebiyle Peygamberimizle birlikte, bilhassa Hulefâ-i Râşidin Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali Efendilerimizin hayatları ve yüksek ahlaklarını kendimize ve çocuklarımıza örnek almalıyız.
Rasulullah Efendimizin şu çok manidar ve düşündürücü hadisine dikkat edelim. Hadis, câmide saflar hâlinde cemaatle namaz kılan Müslümanlara söylenmiştir “Saflarınızı dosdoğru tutun, yoksa birbirinize düşman kesilirsiniz de hatır gönül saymadan vurur kırarsınız”(5)
İlk bakışta, namaz saflarıyla, Müslümanların birbirlerine düşmanca davranmaları arasındaki alâka ne ola? Diye düşünüyor insan ama bu hâdisten sonraki rivayetler, bu alâkayı açıklıyorlar. Buna göre denmek istenen şudur: saflarınızı düzgün tutun ki, kalpleriniz de düzgün olsun. Aksini söyleyelim: kalplerinizi dürüst tutun ki saflarınız da düzgün ve dürüst olsun, insanın içi istikâmette ve dürüst olursa, dışı da öyle olur, dış davranışlarına insanlarla olan alâkalarına dikkat etmeyen, olgunluk vakarını ve haysiyetini koruyamayan insanın içi de haraptır. Yâni insanın içi ve dışı birbirinin ayinesidir. Öyleyse, önce içimizi sonra da dışımızı istikametten ayırmamalıyız.
İstikametin ve doğruluğum kıymetini ifade eden şu hadisi şerife de dikkat edelim: Kendisine “Yâ Rasûlullah bana öyle bir şey tavsiye et ki, başka bir şeye ve kimseye daha ihtiyacım olmasın” diyen sahâbî Süfyan b. Abdullah’a peygamberimiz şöyle demişlerdir: “Allah’a iman ettim de ve gereğini yap, istikâmetten ayrılma(6)”. Demek ki, olgunluk ve istikâmet, iç ve dış dürüstlüğüdür. Sâdece olgun insanlara yaraşan inanç, sevgi ve tutumdur.
Netice olarak; insanoğlu (başta büyükler), küçüklere ve gençlere örnek olacak bir şekilde, peygamberimizin güzel ahlâkını benimseyerek, söz, tavır, hareket ve davranışlarını, elinden geldiği kadar, vicdanının gösterdiği ve olgun insanların sembolize ettiği yöne çevirmeli, bu hususta zerre kadar ihmal etmemeye ve taviz vermemeye gayret göstermelidir.
Burada çok mühim bir husus vardır: “et-tahliye sümme et-tahliye” yâni, “önce temizlik, sonra güzellik” prensibi gereğince, olgun insan olabilmemiz için kazanmamız ve benimsememiz gereken güzel ahlâk prensiplerini yaşayabilmemiz için önce onlara zıt düşebilecek kötülükleri içimizden söküp atmamız gerekir. Kıymetli bir şeyimizi koyacağımız kabımız boş olmazsa, onu koyamayız. Bu bakımdan, çocuklarımıza ve gençlerimize ilk önce bu gerçekler işlenmeli, tertemiz sevgileri iyi yöne sevk edilmeli, eğer varsa kötü sayılabilecek alışkanlıklar atılmalıdır.
İnsana yararlı veya zararlı olan her şeyin en iyisini, her şeyi yaratan Allah bilir demiş ve bunda ittifak etmiştir, “iyidir yapın” dediği her şey hiç şüphesiz iyidir, insanın lehinedir, olgunluğa ve rızâ-i ilâhîye götürür. “Kötüdür, haramdır, yapmayın!” dediği her şey de, hiç şüphesiz kötüdür insanın aleyhinedir, onu olgunluktan ve rızâ-i ilâhîden uzaklaştırır.
Herkese malumdur ki, İnsan bu dünyada tek başına değil, diğer hem-cinsleriyle topluca bir halde yaşamaktadır. Yaratan’ımız, bize vermiş olduğu bol nimetlerden faydalanmak hususunda hepimize eşit haklar tanımış her ferdin helâl yönden rızkını kazanmasını, başkalarının hak ve hukukuna, şeref ve haysiyetine saygı duymasını emretmiştir.
Bu hususta, yüce dinimizin birçok prensiplerinden bir tanesi: “Kendin için sevdiğini, başkaları için de sev ve iste, sevmediğini, başkaları için de sevme ve isteme” der. Bu prensip, cemiyet hayatımızın refah ve selâmeti için ne kadar kıymetlidir. Buna göre kişi, toplumun ve ekseriyetin faydasına olabilecek bir hususu, sâdece kendine mal edemez.
İnsan, önce kendisinden başlayarak, zararlı olan her şeyden feragat etmelidir. Meselâ, sağlık ve sıhhat, insanın en değerli bir hazinesi ve Allah’ın kendine vermiş olduğu bir emanettir. Sıhhatini koruması insana farzdır. Bunun için de, sıhhate zararlı ne varsa, onların hepsini yok etmesi gerekir, içki, sigara, kumar, kıskançlık, kin vs. gibi afetlerden, şiddetle kaçınması muhakkak lâzımdır ve kendi menfaatinedir.
İnsanlar ve bilhassa gençler için yaygın bir şekilde, alışkanlık hâline gelmiş bulunan içki ve sigara gibi, tehlikeleri ve zararları ilmen tespit edilmiş habis şeylerden, bir an evvel kurtulmak, akl-ı selim sahibi her insan için şarttır. Bu husus ihmal edilmemeli, ertesi güne bırakılmamalıdır. İnsana pek gerekli olan AZM’i ve SEBÂT’ı zayıflattığı, belki de yok ettiği bilinmelidir, insan bu gibi basit hususlarda zayıflattığı veya yok ettiği azim ve sebatını, çok daha mühim olan yerlerde bulamayacağından korkmalıdır. Hâlbuki olgun bir insan olmak isteyen kişiye en çok lâzım olacak cevher, şüphesiz azim ve sebattır, fedakârlık ve sabırdır.
NETİCE
İnsanda fıtrî olan sevgiyi, iyi yönde geliştirmekle, gençlerimizde ve çocuklarımızda arzu ettiğimiz eğitim ve terbiyeyi gerçekleştirebileceğimize inanıyoruz.
İnsanın önce kendini ve Rabbini tanıması, bu kâinatla beraber, kendi yaratılışının hikmetini kavraması, Yaratan’ına, kendine ve başkalarına karşı yapması gereken vazifelerini, hak ve hakikate uygun olarak, olgun insanlara yakışır bir biçimde edâ etmesi lâzımdır. Her şey, iç arzusu ve isteğiyle, gönülden gelen aşk ve sevgiyle olacağına göre, talebelerimize gençliğimize bu sevgiyi nasıl verebileceğimizin hesabı yapılmalı.
Talebelerimiz, aile ocağından belki de ilk defa kopup bize gelmişlerdir. Yâni bir aile ocağı sevgisinin mahrumiyeti içindedirler, babalık alâkasının sıcaklığından mahrumdurlar. Geldikleri bu yeni yerlerinde, onların birçok ihtiyaçları, dertleri ve halledilmesi gereken problemleri olacaktır. Fakültelerdeki hocalarından başka, onlara babalık yapacak daha yakın kimse yoktur.
O halde hoca, aynı zamanda bir babalık şefkatini ve yakınlığını da daima talebesine göstermelidir. Talebe derdini rahatça hocasına açamıyorsa, hocasından bu babalığı göremiyor demektir.
Kanaatimize göre, hocalık vazifesi, sâdece öğretmek değil, aynı zamanda terbiye etmektir. Bunun için ders dışında da talebe ile ilgilenmek gerekir. Onda hâsıl olabilecek menfi fikir ve düşüncelerden hocanın haberdar olması gerekir ki, onları düzeltebilsin, doğru yöne tevcih edebilsin.
YÖK tarafından yeni ihdas edilen talebe müşavirlikleri, bu yönden takdire şayan bir karardır. Muayyen bir sınıf, bir hocanın müşavirliğine verilmiştir. Talebeleriyle yakından ilgilenip, onları bu babalık şefkat ve alâkasından mahrum etmemek için, müşavir hocaya bu sâyede fırsat çıkmıştır.
Bu öğrencilerimizin her şeyden önce, kaldıkları yurtlarındaki ihtiyaç ve problemleri giderilmelidir. Talebenin temizleneceği, yemek yiyeceği, ders çalışacağı, dinleneceği, istediği zaman yatıp rahatça uyuyabileceği ve ibadet edebileceği yerler, sıhhatli bir biçimde temin edilmelidir. Bu zaruri ihtiyaçlar temin edilmeden, talebede huzur beklemek beyhudedir. Huzursuz olan bir insana sevgiden bahsetmek dahi yersizdir, çalışmaları verimsizdir. Talebelerin zaruri problemlerini, müşavir hocalar bir araya gelerek görüşmeli ve halli için gereği yapılmalıdır. Hem de manevi mesuliyetini hissederek. Her hoca ve öğretmen, talebesini, bu aziz vatana ve millete hayırlı bir evlat ve yararlı bir vatandaş olarak yetiştirmek mesuliyetinin şuur ve idraki içinde bulunmalıdır.
Bu hususta, sevgili Peygamberimizin şu hadisleri, ne kadar manidar ve düşündürücüdür: “Siz hepiniz çobansınız, hepiniz (görevi âmir, veli, üst eş, hoca ve talebe gibi) riayetinizde bulunan kişilerden ve her şeyden mesulsünüz. Devletin reisi bir çoban gibi halkından mesuldür. Adam evinde bir çobandır, ev halkından mesuldür. Kadın kocasının ve çocuklarının evinde bir çobandır, o evdeki her şeyin korunmasından mesuldür. Hizmetçi efendisinin evinde ve malında bir çobandır, onları korumaktan mesuldür ve kişi babasının malında bir çobandır, onu korumaktan mesuldür. (Hulâsa) hepiniz çobansınız, hepiniz riayetinizdekilerden mesulsünüz.” (7)
Hadiste iki defa geçen “hepiniz” kelimesiyle, baba ailesinden ve çocuklarından olduğu kadar, hocanın da talebesinden mesul olacağı inkâr edilemez. “Bana bir harf öğretenin, ben kölesi durum” diyen Hz. Ali Efendimiz, hoca ve öğretmenlerin değerini dile getirirken, bu mesuliyet ve şuurla talebesine sağlam imânı, güzel ahlâkı ve terbiyeyi, ilim ve irfanı veren, vatan ve insan sevgisi aşılayan, onu zararlı değil, her yönden yararlı bir vatandaş olarak yetiştiren hocaları kast ettiği kanaatindeyiz.