Makale

SÜHEYB ER-RÛMİ EL-BEDRİ

SÜHEYB ER-RÛMİ EL-BEDRİ (*)

Dr. Sadık KILIÇ
Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Öğr. Görevlisi

İslâm tarihinde, bilhassa Resûl-i Ekrem döneminde, İslâmî cehd ve azmini değişik şekil ve yollarla ifade ederek, yolculuklarda konak, menzil olacak şahsiyetler vardır. Bunlar, kendilerine verilen değer ve imtiyazın göstergesi olarak, “A’lâmu’el-İslâm, yani İslâm’ın önderleri, İslâm’ın bayraktarlar diye anılırlar. Eğer, ahd-i Resûl’de bir fert bu manevî seçkin cemaatçiğe dâhil edilmişse, O’nun göz kırpmasından, solumasına kadar, hayatına ilgili bütün davranışları didik didik incelenip, örnek, alınacak bir numune olarak kabule şayan görülür.

Vahiy Medeniyeti dışında, herhangi bir medeniyette madde ve manası dikkatle işlenen kahramanlar tek yönlü kahramanlardır; ya maddede kah­raman, ya da yalnız manada... Ama hem maddede hem de manada, kahra­man değildirler. İslâm’ın kahramanları, bu yönüyle ayrılır onlardan... Bizim kahramanlarımız, madde ve manada kahramandır. Onlar, destanlık hayatın sahipleridirler. Onlarda âlemler vardır, tarifsiz şekilleriyle; şecaat, cesaret vardır, soyluluğun zirvesiyle. Kısaca, onlarda her şeyin güzel olması yetirûne bi-cenâhayhim, “İki kanatla uçmaları” sebebiyledir.

Genel olarak vasfını vermeye, girizgâh denilebilecek bir paragrafla giriş­tiğimiz kahramanlardan birisi de Suheyb er-Rümîdir.

Nesebi ve Müslüman Oluşuna Kadarki Hayatı:

Adı çok uzun. İbn Hişâm (v. 219/834)’a göre tam adı, “en-Nemir b. Kâsıt b. Hind b. Efsa b. Cedile b. Esed b. Rebî’a b. Nizar” (1) dır. Kendisine nispet edilen daha başka isimler varsa da (2), Suheyb b. Sinan ismi daha çok kullanılır (3). Fakat kısaca Suheyb-i Rumî diye tanınmıştır. İsminin sonuna eklenen er-Rûmî kelimesi, menşe olarak Anadolu’yu gösterir. Buna göre O, Anadolu’dan kopup gelen Vahiy Medrese si’ne kayıt olan muhteşem bir Sa- habicHr tıpkı İran’dan kopup gelen Selman el-Farisî gibi... Resûl-i Ekrem’in sofrasına Anadolu rüzgâr ve ruhunu taşımıştır. Suheyb er-Rûmî...

Kayıtlara göre, “babası Sinan b. Mâlik ve amcası, Ubulle denilen kasaba­da, Kisrâ’nın İran hükümdarının memurlarıydılar. Evleri ise, Musul yakının­da, Dicle ırmağı kenarındaydı(4). Annesi Selmâ, Temîmli Mazin kabilesinden idi (5). Daha küçük yaşlarda Rûmlar tarafından esir edilip, bizim kelimemizle Anadolu’ya götürülür. Serpilme ve gelişim dönemi Anadolu’da geçen Suheyb, işte bu sebeple er-Rûmî nisbesiyle tanınmıştır (6). Anadolu’da Rumların dilini öğrenen Suheyb’in, konuşma biçimi burada bozulmuştu(7).

Suheyb’in hayatının kahramanlık çizgileri buradan itibaren başlar; kimi göçler, kaçışlar, ayak diretmeler kötülükte kalmayı gösterirken; kimileriyse kurtuluşu, esenliği seçmeyi gösterir: işte, şimdi Suheyb, daha sonra Selmân!... Ayrılıklar, daima bir aksiyon başı olmuştur. İslâm tarihinde Suheyb’inki de öyle...

Rivayetlere göre, akıl baliğ olduktan sonra Anadolu’dan kaçmış, Mek­ke’ye gelmiş, orada Abdullah b. Ced’ân ile ‘hılf’ yoluyla kardeş olmuş, O ölün­ceye kadar da onunla beraber kalmıştır(8). Mekke’ye nasıl gelmiş olursa olsun (9), değişmeyen gerçek şu: O, Mekke’ye gelmiş, iç ve dış inkılap için aksiyonun ikinci durağı olarak burayı seçmiştir.

Burada adı geçen Abdullah b. Ced’ân, hılfu’l-füdûl’ün kendi evinde yapıl­mış olmasıyla anılır. Hem de öyle bir akit ki, Resûl-i Ekrem’in de hazır bu­lunması şerefine sahip... (10). Hatırlanacağı gibi, yapılan bu toplantı ile Mek­ke’ye dışardan gelen yabancıların zulme uğramaması, haklarının korunması amaç ediliyordu.

İslâm’ a Giriş:

Şemail (sûret) olarak, “son derece kırmızı, ne uzun, ne de kısa olmayıp, kısaya daha yakın saçları da son derece sık” diye, tarif edilen (11) Suheyb, çok önemli bir imtiyaza sahip idi en önce Müslüman olduğunu açıklayan yedi kişiden biri olmak!... Bu hususu, rivayetlere bırakırsak, umarım ki daha isabet etmiş oluruz:

“...İbn Mesûd (v. 32/652) şöyle der: Müslüman olduklarını ilk defa açı­ğa vuranlar, gizlemeyenler yedi tanedir: Allah’ın Resûlü, Ebû Bekir, Ammâr, annesi Sümeyye, Suheyb, Bilal ve Mikdad... Hz. Peygamber(a.s)’i Allah, amcası vasıtasıyla korumuş, Ebû Bekir (r.a.)’ı de, kavmi vasıtasıyla korumuştur. Diğerlerine gelince müşrikler onları yakaladılar, demir gömlekler giydirdiler ve kızgın güneş altına yatırdılar...” (12). Vâkıdî (v. 207/822)’ye göre, “Suheyb ile Ammâr b. Yâsir, ayni günde Müslüman oldular. Otuz küsur kimseden sonra, Peygamber (a.s.)’in huzurunda Müslümanlığı kabul etmiş­lerdi (13).

İslâm tarihinde ilk davet merkezi olmakla anıtlaşan Daru’l-Erkam, Suheyb-i Rûmî’yi de bağrına basmıştı. Müslüman oluşu sahnesini, gözümüzü kırpmadan, Ammar b. Yâsîr’in ağzından dinleyelim:

’’Suheyb’e Resûlullah içerde olduğu halde, Erkam’ın Evi’nin kapısında rastladım. Aramızda şu konuşma geçti :

Ammar:

— Sen ne istiyorsun?

Suheyb:

— Muhammed’in huzuruna girip, sözlerini dinlemek istiyorum,

Ammar:

— Ben de bunu istiyordum.

Ammar anlatmaya şöyle devam eder “ikimiz de Hz. Muhammed (a.s.)’in huzuruna girdik. O, bize İslâm’ı anlattı ve hemen Müslüman olduk. Akşama kadar günümüzü O’nun yanında geçirdik. Akşam olunca da, gizlice oradan çıktık...” (14).

Suheyb, Müslüman olduklarını açıkça söylemeleri sebebiyle, müşrikler ta­rafından işkenceye tabi tutulan Müslümanlar(müstadafın)dan biri idi (15). “Devamlı eziyetlere maruz kaldı. Bütün bunlar, onu usandırması bir yana, İslâm’a daha sıkı sarılmasını, sevgisini artırmasını ve bu yolda feda olma duygularını ziyadeleştirdi” (16). Rivayet edildiğine göre, “...Ammar b. Yâsir’e, ne söylediğini bilmeyecek kadar işkence ediliyordu. Suheyb, Ebû Faid, Amir b. Füheyre ve bir topluluğun da hali böyle idi. İşte şu ayet onlar hakkında nazil olmuştur(17): “İşte muhakkak senin Rabbin, işkenceye uğradıktan son­ra hicret edenlerin, sonrada cihad edip sabredenlerin, lehindedir. Bundan son­rada elbette çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir” (18). Bu mealdeki âyeti tefsir ederken, İbn Kesir (v. 774/1372) şunları söyler: “Bunlar bir grup Müslüman idiler. Mekke’de, işkenceye uğruyorlardı. Kavmi arasında önemsenmiyor ve Kavmi de, onların işkence görmesine aldırmıyordu. Derken, hicret etmek suretiyle kurtulma imkânını buldular; Allah’ın rızasını, mağfi­retini elde etmek maksadıyla yurtlarını, ailelerini ve mallarını terk ettiler. Müminlerin yoluna uydular, onlarla beraber kâfirlere karşı cihad ettiler, me­tanet gösterdiler..(19).

Suheyb Hicret Yolunda:

Resûl-i Ekrem, Müslümanların Medine’ye hicret etmelerine müsaade etti­ğinde, Suheyb de, hicret etmeye niyet eder. Kendi ifadesine göre, Hz. Pey­gamber ve Ebu Bekir ile beraber yola çıkmaktan Onu, Kureyşli iki delikanlı alıkoyar(20). Sabah olunca tam yola koyulur ki, Kureyşli bir topluluk yolunu keser. Gitmesine mani olmak istemektedirler... Burada bir soluk duralım ve yeniden hatırlatalım: Kahramanlık, fedakârlık kavramının bütün nevilerinin toplamıdır. Kahraman alan değil, daima verendir; malından verir, canından verir, rahatından verir, arzularından verir... Bütün bunları verirken, yalnız bir şeyi koyar onların yerine: Allah’ın rızası, katındaki makbûliyeti. Suheyb, acı çekmiştir, işkencelere katlanmıştır; iman filizini çektiği acılarla yeşert­miş, hayatiyet kazandırmıştır. Acı çektiğinde, koynunda taşıdığı Güneş’e daha da bir sokulmuştur. Bunu yaparken Suheyb rahatından vermiştir, nef­sinden vermiştir... Şimdiyse sıra, malından vermeye, mülkü ile imanını satın almaya gelmiştir. Dinleyelim: “Çıktığımda, biraz yürüdükten sonra, Kureyş’ten bir topluluk bana yetişti, geri dönmemi istiyorlardı. Onlara dedim ki:

— Ey Kureyş topluluğu, bana yanaşmayın! Oklarımın tamamını üzerini­ze boşaltmadıkça, sonra da kılıcımla size karşı göğüs göğse çarpışmadıkça, bana yanaşamazsınız. Ama eğer malımı arzu ediyorsanız alın!...”

Böylece onlarla bir anlaşma yapar, onlar da yolundan çekilirler(21). An­laşmaya göre, Suheyb onlara, oldukça yüklü bir altın ve iki takım elbise ve­recektir hatta Mekke’ye kadar onlarla beraber gider, kapının eşiği altındaki altınları verir, sonra onlara: “Falancaya gidin, ondan da iki takım elbiseyi alın” der. Daha sonra, Küba’da Resulallah’a yetişir. Resûlullah (s:a.v.) Onu görünce:

— Ey Ebû Yahyâ, alışverişin kârlı çıktı, der ve bunu tam üç defa tek­rarlar. Suheyb hemen:

— Ya Resûlallah, benden daha önce sana kimse gelmediğine göre, bunu sana ancak Cibrîl haber vermiştir, şeklinde mukabelede bulunur(22).

Elinin altında olan eşya ve serveti, sadece iman etmenin taahhüdüyle ulaşacağına inandığı, sonsuz ve mutlu bir gelecekle, ahiret hayatıyla değişme ne şerefli bir derecedir. Suheyb’in bu fedakârlığı, vahy-i İlâhî ile ölümsüzleş­miş, ekser kavle göre hakkında şu mealdeki âyet inmiştir(23): “İnsanlardan öyle kimse de vardır ki, Allah’ın rızasını isteyerek nefsini satın alır”(24). Ebû Nuaym’ın ifadesine göre, “Resûl-i Ekrem kendi hicretleri öncesi, bera­berce gitmesi için iki veya üç defa Ebû Bekir’i Suheyb’in yanına gönderir. Ebû Bekir, Süheyb’in yanına her varışında onu namaz kılarken bulur. Na­mazını bozmak istemediğinden geri döner ve durumu Peygamber’e bildirir. Resûlullah da, “Doğru yapmışsın” der”(25). Rivayetlerden, Onun Resûl-i Ekrem’e Küba’da yetiştiğini anlıyoruz.

Acaba Suheyb yalnız mı, hicret etmişti?

Medine’ye en son hicret edenlerden olan Suheyb, hicretini yalnız yapma­mıştı. Yanında, Resûlullah’ın, emanetleri sahiplerine tevdi etmesi için geride bıraktığı Hz. Ali bulunuyordu (26). Birlikte, Rebiyülevvelin yarısına doğru Me­dine’ye gelmişlerdi (27). Medine’ye gelen Suheyb, Sunh denilen yerde Hubeyb b. İsâf’ın yanına gider (28), daha sonra da Resûlullah onu, Hazreçli el-Hâris b. el-Şımma ile kardeş yapar(29).

Resûlullah ile Beraberlikleri:

Suheyb, Resûlullah döneminde cereyan eden her vakıada, bütün savaş­larda hazır bulunmuştu. Humeydî ve Taberânî’nin rivayetine göre Suheyb şöyle der: “Resûlullah’ın bulunduğu her hadisede, kabul ettiği her bey’atta, gittiği her seriyyede ben de hazır bulundum. Yaptığı her gazvede, daima sa­ğında veya solunda oldum. Önlerinden gelebilecek herhangi bir tehlikeden çekin­diklerinde önlerine geçtim. Arkalarından gelebilecek tehlikeye karşı durabil­mek için de hemen arkalarına davrandım, Allah’ın Elçisi’ni, ölünceye kadar asla düşmanla benim aramda bırakmadım, daima O’na siper oldum” (30).

Suheyb, bütün gazalara, bütün seriyyelere katılmıştı, dedik. Yeri gelmiş­ken şunu belirtelim ki, Suheyb, usta ve becerikli bir ok atıcısıydı da (31). el-Vâkıdî (v. 207./822), Megâzî’sinde, “Muhacirûn ve Ensar’dan Bedir Harbinde Bulunanlar” başlığı altında zikrettikleri arasında Suheyb-i Rûmî’yi de zik­retmektedir (32). Yine Vâkıdî, “Bedir’de öldürülenler” başlığı altında, Osman b. Malik b. Ubeydullah b. Osman adını zikretmekte ve onu öldüreninde Suheyb b. Sinan, yani Şuheyb-Rumi olduğunu belirtmektedir(33).

Suheyb, Resûlullah ile olan beraberliğini, Müslüman olmadan önceki döne­me kadar götürür. Taberânî’nin rivayetine göre Suheyb, “Resûlullah ile kendi­sine vahyedilmeden önce beraber bulundum” demektedir (34). Onun Resûlullah ile olan beraberliğini, sadece savaş meydanlarına hasretmek doğru olmaz. İs­lâm Cemiyeti fertleri arasındaki samimiyetin bir göstergesi olarak, tekellüfsüz, daima bir araya gelebiliyorlardı. Resûlullah için hazırlanmış mütevazî bir yiyecek, onları karşı karşıya, yan yana getirebiliyordu:

"... Suheyb anlatıyor: Resûlullah için bir yiyecek hazırlamıştım. Yiye­ceği O’na getirdiğimde, bir topluluğun arasında oturmakta idi. O’ndan haya et­tiğimden (buyur diyemeyip), ayağa kalktım ve yemesi için kendisine imada bulundum. O da bana etrafındakileri kastederek, “Bunlar da dâhil mi?” dercesine imada bulundu. “Hayır” dedim. O, iki veya üç defa aynı şeyi yaptı. Bu­nun üzerine ben, “Evet” dedim, “onlar da dâhil”. Yaptığım şey, çok az idi. O’­nun için yapmıştım çünkü. O ve diğerleri, yemeye geldiler, yediler... Sonra Re­sûlullah, Allah’tan bir nimettir, elhamdülillah’ dedi” (36).

Birbirlerine karşı olan sıcak alâka, bazen karşılıklı latifede bulunmaya da imkân hazırlıyordu :

“... Suheyb anlatıyor: Resûlullah Küba’da bulunduğu bir sırada yanına gelmiştim, önlerinde, taze ve kuru hurma bulunuyordu. Benim de o sırada gözüm ağrımaktaydı. Hemen Resûlullah ile beraber ben de yemeye koyuldum. Resûlullah bana, “Gözünün ağrımasına rağmen, hurma mı yiyorsun?” deyince, ben, “Ya Resûlullah, gözümün ağrımayan tarafıyla yiyorum” dedim. Bunun üzerine Resûlullah güldü, öyle ki, azı dişleri göründü...” (36).

Suheyb’in Methine Dair:

İster Resûl-i Ekrem, isterse diğer Sahabe-i Güzin tarafından olsun; Suheyb’i medh sadedinde gelen birçok haber vardır. Biz bunların bazısını aşağıya alıyoruz:

Enes b. Malik (v. 179/795)’den rivayet edildiğine göre, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Cennete en önce girecekler dörttür: Ben, Arapların en önde cennete girecek olanı; Suheyb, Rûm(Anadolu)’un cennete ilk girecek olanı; Selman, Fars’ın Cennete ilk girecek olanı; Bilâl de, Habeş’in cennete ilk gire­cek olanıdır” (37). Hilye sahibi Ebû Nuaym ise O’nun hakkında der ki : “İçlerin­den Cennete ilk girecek olanı, Allah yolunda hicret edeni, yedirip doyuranı, ma­lını Allah yolunda hepten sarf edeni, dinini iyi bileni ve Yüce Rabbi için hücum edeni, saldıranıdır... Suheyb b. Sinan b. Malik, Allah ve O’nun Resûlüne en ça­buk icabet edenlerdendir...” (38).

Takvasını göstermesi bakımından, O’nun hakkında Hz. Ömer (v. 23/644 )’in söylediği şu sözler çok anlamlıdır: “Suheyb ne iyi insandır. Allah’tan korkmamış olsaydı bile, O’na karşı hiç günah işlemezdi”. Bunun manası şudur: “Eğer O’nda Allah korkusu olmasaydı, dininin kuvveti, O’nu günah işlemekten men edebi­lirdi!..” (39).

Anlaşılan şu ki, Suheyb öyle bir kulluk şuuruna sahip ki, Allah’a karşı günah işlememe iddiasını yine O’na karşı işlenmiş bir günah addedecek kadar...”

Hz. Peygamber (s.a.v) katındaki mertebesini, bize şu olay gösterir sanırım: Âiz b. Amr’den : “Ebû Süfyan; Selman-ı Farisî, Suheyb-i Rûmî ve Bilâl-i Ha­beşî’ye rastlamıştı. Bu üçü Ebû Süfyan’ı görünce, “Kılıçlar Allah’ın düşmanının boynunu bulmadı” derler. Bunun üzerine Ebû Bekir onlara çıkışarak, “Kureyş’in ulusu ve önderi için siz bunu nasıl söylersiniz?” der. Daha sonra Hz. Peygamber’in yanına gelen Ebû Bekir, olanları O’na anlatır. Bunu duyan Peygamber (s.a.v), “Ey Ebû Bekir! Belki de onları gücendirmişsindir. Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, şayet onları güçlendirdiysen muhakkak Allah’ı da gazaplandırmışsın demektir.” buyurur. Bunun üzerine Ebû Bekir geri döner ve onlara : “Ey kardeşlerim, belki de sizi gücendirdim, hakkınızı helâl edin” der. Onlar da, “Allah, seni bağışlasın!” şeklinde mukabelede bulunurlar (40).

Künyesi Hakkında:

Suheyb-i Rûmî, Ebu Yahya diye künyelenmişti. Kendisinin belirttiğine gö­re bu künyeyi O’na Resûl-i Ekrem vermişti:

Bir gün Hz. Ömer (R.A) O’na şöyle der : “Ey Suheyb, üç şey hariç, sende yadırgadığım hiçbir şey yok. Bu üç şey de olmasaydı, senin üzerine kimse ol­mayacaktı. Bunlar da şu; Görüyorum ki, kendini Araba nispet ediyorsun, oysaki dilin yabancı; kendini, bir peygamber adı olan Yahya ile künyeliyorsun (Ebû Yahya); bir de malını çok harcıyor(bezl ediyor)sun”. Bunun üzerine Suheyb şu cevabı verir: “Malımı yedirip içirmeme gelince; onu ancak harcan­ması gereken yere sarf ediyorum. —Sonra Allah’ın Resûlü şöyle buyurmadı mı ki : “Sizin en hayırlınız, başkasına yediren ve selâmı da iade edendir”. İşte beni çokça yedirip, içirmeye sevk eden budur.—(41) Ebû Yahya diye künyelenmeme gelince, onu bana Allah’ın Resûlü verdi, asla bırakmam. Araplara nispet edilmeme gelince, Bizanslılar küçük iken beni esir etmişti. İşte ben de onla­rın dilini aldım. Ben, en-Nemir b. Kasıt’tan biriyim...” (42).

Ferdî özellik olarak, Suheyb’in dilindeki ağırlığı tutukluğu da zikretmeli­yiz. Rivayete göre, esir alınıp, Anadolu’ya götürüldüğü zaman dili bozulmuş­tu(43). Fasîh Arapça konuşan kimselerin arasına girince bu keyfiyet kendini daha da çok gösteriyordu. Anlatıldığına göre, “Hz. Ömer, Suheyb’in yanına gitmekteydi. Yanma varır varmaz, Suheyb birisine çağırmaya başlar ; “Yennas, yennas!” Bunun üzerine Hz. Ömer, yanındaki Zeyd b. Esleme’nin babasına sorar:

—Niçin insanlara çağırıyor?

Verilen cevap ile durum açıklığa kavuşur:

— Adı Yuhannas olan hizmetçisine çağırmakta; ancak dilinde, ukde tu­tukluk olduğundan, “Yennas, Yennas! diye telâffuz etmektedir(44).

Suheyb ve Hz. Ömer:

Hz. Ömer Suheyb’i sevmekte, onun hakkında çok iyi duygular beslemekte idi. Öyle ki, kendisine suikast yapıldığında, Müslümanlara (üç gün) üç gece namaz kıldırmasını Suheyb’e vasiyet etmiş, cenaze namazını da Suheyb’in kıl­dırmasını istemiştir (45). el-İstîab sahibi İbn Abdi’l-Berr’e göre, bu haberin doğruluğunda siyer ve ilim ehli ittifak etmişlerdir (46). ’’O, bu ânı İbn Sad (v. 230/844), şöyle anlatır : “...Hz. Ömer der: Acele etmeyin, eğer başıma bir iş gelir (de ölürsem), size, Suheyb üç gece namaz kıldırsın. Sonra işinizi yoluna koyun. Sizden kim, meşveretsiz imam olmaya kalkarsa, boynunu vurun!...”(47) Tabakât’taki başka bir rivayete göre, Hz. Ömer Suheyb’e bunu bizzat emretmiştir : “...İnsanlara üç gün namaz kıldır. Bu arada cemaat bir eve çekilsin. Eğer (birisinin imameti üzerinde) anlaşırlarsa, bu hususta cemaate muhalefet edenin başını vurun...”(48). Nitekim daha sonra Hz. Ömer’in bu vasiyeti yerine getirilir; vefat ettiğinde cenaze namazını Suheyb-i Rûmî kıldırır(49).

Hz. Ömer’in yaralandığı sırada, Suheyb’in bu duruma haddinden fazla üzül­düğünü ve yüksek sesle ağladığını görmekteyiz: Bu husustaki rivayet şöyledir. “...Hz. Ömer yaralandığı zaman, Suheyb yüksek sesle ağlamaya başlar. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Bana mı ağlıyorsun?" der. Suheyb, “Evet” cevabını verince Hz. Ömer: “Sen Resûlullah’ın : “Kime (öldüğünde) ağlanılırsa, o kimse azap görür” buyurduğunu duymadın mı?” der(50).

Bu ve benzeri haberler, Suheyb’in Sahabe katındaki mertebesini göster­meye yeter kanaatindeyiz. Aralarındaki bu candan münasebetler, nesep yakın­lığının yerine geçen ve güçlü bağlarla fertleri misilsiz kardeşler yapan sebep yakınlığının, din kardeşliğinin tesirini göstermesi bakımından ibretâmizdir.

Ölümü:

Suheyb, Medine’de vefat etmiştir. Ölüm tarihi hakkındaki kaviller çeşitli H. 38 de vefat ettiği söylendiği gibi, H. 39, H. 40 yılında vefat ettiği de söy­lenmektedir. Fakat kuvvetli görüş, H. 38/658, yılında vefat ettiğidir (51). Şev­val ayında vefat etmiş olup (52), Bekiel-Garkad mezarlığına defnolunmuştur (53). Öldüğünde bir rivayete göre yetmiş üç veya yetmiş beşi(54), veyahut da doksan yağında (55) idi.

Ailesi, çocukları hakkında, kitaplar pek az bilgi kaydeder. İbn Kuteybe (v. 276/889), çocukları olarak, Hamza, Sayfî ve Ammâre isimlerini zikretmekte­dir (56). Hayatına dair sonuç olarak şunu söyleyelim ki, O:

“...ilerlemiş yaşıyla sükûneti ve sessizliği, siyasî işlere katılmayı tercih etmişti. Elli veya daha fazla yıl, Müslüman olarak yaşamıştı; hem de kulluk görevini en güzel biçimde yerine getirerek” (57).

Suheyb’den Gelen Bazı Rivayetler:

Suheyb-i Rûmî’den gelen bazı hadisleri yazımızın sonuna almayı uygun bulduk. Böylece, zikrettiğimiz bu rivayetlerle, Suheyb-i Rûmî zihinlerde daha iyi yer tutacaktır. Rivayetleri alırken, senedin tamamını almayışımız, bu ri­vayetler üzerinde teknik bir çalışmayı hedef almadığımızdandır. Bunu yapar­ken, hadislerin muhtevasını, bir cümlecik halinde hadisin konu başlığı olarak vermeyi uygun bulduk.

Aldatma ile ilgili hadis:

“...Suheyb’den rivayet edildiğine göre, Resûl’i Ekrem şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir kadınla, vermeyi istemediği bir mehir üzere evlenen ve Allah adına kadını aldatıp, bâtıl yoldan ona sahip olan herhangi bir adam, kıyamet gününde Allah’ın karşısına zinakâr olarak çıkacaktır; yine, ödemeyi isteme­diği bir borç alan ve alacaklıyı Allah adıyla aldatarak, malına haram yoldan sahip olan kimse de, kıyamet gününde Allah’ın karşısına hırsız olarak çıkacaktır” (58).

Kur’ân’a İman ile İlgili Hadis:

“...Suheyb’den rivayet edildiğine göre, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Kur’ân’ın haram dediklerini helâl sayıp onu işleyen kimse, Kur’an’a iman etmemiştir” (59).

Mümin ile İlgili Hadis:

“...Suheyb’den rivayet edildiğine göre, Resûl-ı Ekrem şöyle buyurmuştur: “Mü’minin haline hayret etmek lâzım: Onun bütün işi hayırdır. Bu, ancak mü’min bir kimse için olur. Eğer kendisine bir bolluk İsabet ederse, şükreder, bu onun için hayır olur; şayet bir sıkıntı (darlık) gelip çatarsa sabreder, bu da onun için hayır olur”(60).

“...Suheyb’den: Akşam namazlarından birini Resûlullah ile beraber kılmış­tık. Namazı bitirdiğinde, gülerek bize döndü ve “Niçin gülümsediğimi bana sormayacak mısınız?” dedi. Orda bulunanlar; “Allah ve Elçisi daha iyi bilirler” şeklinde karşılık verince, Resûl-i Ekrem: “Allah Teâlâ’nın, Müslüman kuluna olan takdirine şaştım, hayret ettim; Allah’ın ona takdir ettiği her şey hayır­dır. Allah’ın, kendisi için takdir ettiği her şeyin hayır olduğu kimse de, ancak Müslüman olmuş kuldur” buyurdular”(61).

Muhacirun ile İlgili Hadis:

“...Suheyb’den rivayet edildiğine göre, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuşlar­dır: “Muhacirler cennete girme bakımından en baştadırlar, şefaat ederler ve Rablarına karşı nazlıdırlar. Nefsim kudret elinde olan Allah’a kasem ederim ki, kıyamet gününde, silâhları omuzlarında olduğu halde gelecekler ve Cennetin bekçileri: “Siz kimsiniz?” diye sorduğunda, onlar: “Biz, muhacirleriz” diye ce­vap verecekler. Bunun üzerine bekçiler tekrar: “Muhasebe edildiniz mi?” diye sorduklarında, diz çökecekler, okluklarındakini atacaklar ve ellerini yükseltip: “Ey Rabbimiz, biz böyle mi hesaba çekileceğiz? Andolsun ki, yurdumuzdan çıkarıldık, malımızı ve evlâd ü iyalimizi terkettik!...” diye nida edecekler. Bunun üzerine Allah onlara, yakut ve altınla süslenmiş kanatlar takacak. Onlar da hemen uçup, cennete gireceklerdir. Bu, Allah’ın şu kavlinin anlatmak iste­diğidir: “Şöyle derler: “Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsıuı. Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı, çok ihsan edicidir. Ki, fazl u kereminden bizi ebedî durulacak bir yurda kondurdu. Burada bize hiçbir yorgunluk, değmeyecek, bu­rada bize hiçbir usanç dokunmayacaktır” (Fâtır, 35/34–35). Resûlullah devam­la şöyle der: “Onların cennette, dünyadakilerden daha yüce evleri vardır”(62).

Rü’yetu’llah ile İlgili Hadis:

“...Suheyb’den rivayet edildiğine göre, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Cennet ehli cennete girdiğinde, Allah Teâlâ onlara şöyle der: “Arttırmamı istediğiniz herhangi bir şey var mı?” Müminler derler: “Yüzümüzü ak etme­din mi? Bizi cennete girdirip, ateşten korumadın mı?” Resûl-i Ekrem şöyle devam eder: “Derken perde kalkar; Rablarına bakmak kadar güzel bir şey, o âna kadar onlara verilmemiştir”(63). Yine, Hammâd b. Seleme’nin aynı is­natla naklettiği başka bir hadiste, Resûl-i Ekrem bunu dedikten sonra şu meal­deki ayet-i kerîmeyi okur(64): “İyi iş, güzel amel yapanlara (“ihsan” mer­tebesine erenlere) daha güzel iyilik, bir de ziyade vardır. Onların yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de bir horluk kaplar. Onlar cennetin yâranıdırlar ki, ken­dileri onun içinde ebedî kalıcıdırlar” Yunus, 10/26)

Bu mütevazî araştırmamızı yine Suheyb’den nakledilen Hz. Peygamber’in şu duasıyla bitirelim:

"Ey Allah’ım! Sen ihdas ettiğimiz bir ilâh ve icat ettiğimiz bir Rab de­ğilsin. Senden önce bir ilâh olmadı ki, Sen’i terk edelim; bizi yaratmana hiç kimse yardım etmedi ki, onu Sana ortak koşalım. Ey Rabbimiz! Sen her şey­den münezzehsin, her şeyden yücesin...” (65).

Faydalanılan Eserler:

1 — Abdulmuğnî el-Minşavî, Şuheyb, Livâu’l-İslâm Mecmuası sene 15 (1380/1961), sayı 2.

2 — Ahmed b. Hanbel (v. 241/855), Müsned, Beyrut, ts.

3 — Ebû’l-Fidâ b. Kesîr (v. 774/1372), el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1. bsk., Beyrut, 1960.

4 — Ebû Nuaym Ahmed b. Abdillâh el-İsbebânî (v.430/1039), Hılyetu’l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Eşfiya, Beyrut, ts.

5 — İbn Hacer el-Askalanî (v. 852/1448), el-İsâbe fî Temyiz es-Sahabe, Beyrut, ts. İbn Hacer el-Askalanî, Tehzîbu’t-Tenzib, 1. bsk., Beyrut, ts. (Kısa bilgi).

6 — İbn Hişâm (v. 219/834), es-Sıretu’n-Nebeviyye, Beyrut, ts.

7 — İbn Kuteybe ed-Dîneverî (v. 276/889), el-Meârif, ikinci bsk., Beyrut, 1970.

8 — İbn Abdi’l-Berr (v. 463^-071), el-lstîab fî Mar i f e ti’ l - A slı ab, el-İşâbe kenarında.

9 — İbn Sad (v. 230/844), Tabakatu’l-Kübra, Beyrut, ts.

10 — İzzuddîn b. el-Esîr (v. 630/1233), Usdu’l-Gâbe fî Ma’rifit es-Sahabe, thk., Muhammed İbrahim el-Benna, Muhammed Ahmed Aşûr, Hahmud Abdulvehhâb Fâyid.

11 — Muhammed b. Ömer el-Vâkıdî (v. 207/822), Kîtabu’l-Megazî thk., Marsden Jones, London, 1966. ’

12 — Nûruddîn Ali b. Ebû Bekîr el-Heysemî (v. 807/1404), Mecmeu’z-Zevaid ve Menhelu’l-Fevaid, Beyrut, ts.

(x) el-Bedrî nisbesi için bkz. İbn Kuteybe ed-Dîneverî (v. 276/889), Kitabu’l Me’ârif, ikinci bsk., Beyrut 1970, s. 114.
(1) İbn Hişâm, es-Sîretu’n-Nebeviyye, Mısır, ts., I, 279.
(2) İbn Hişâm, I, 280; İbn Hacer el-Askalâni (v. 852/1448), el-Isâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Beyrut, ta, II, 195.
(3) İbn Hişâm, I, 279; el-Isâbe, a.y.
(4) Ahmed b. Hanbel (v. 241/855), el-Musned, Beyrut, ts., VI, 16; İbn el-Esîr (v. 630/1233), Usdu’l-Gâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, III, 36. Evlerinin Fırat kenarında olduğuna dair bkz., Usdu’l-Gâbe, a.y. İbn Abdi’l-Berr (v. 463/1071), el-Istîab fî Maârifeti’l-Ashâb, II, 176 (îsâbe kenarında)..
(5) îbn Kuteybe, a.y. .
(6) îbn Hişâm, a.y.; el-İstîab, II, 174, 176.
(7) el-İstîab, a.y.
(8) A.e., a.y.; el-îsâbe, II, 195.
(9) Zira el-îstîab, .a.y. ve el-İsâbe, a.y. de Abdullah b. Cedan’ın eline köle olarak düştüğü de kaydedilir.
(10) Abdulmuğnî el-Minşâvî, Suheyb, Livâu’l-İslâm, sene 15 (1967), sayı 2, s. 92.
(11) el-İstîab, II, 177, Usdu’l-Gâbe, III, 39.
(12) Ibn Sad v. 230/844), Tabakâtu’l-Kubrâ, Beyrut, ts., III, 233; Usdu’l- Gâbe, III, 38; Ebu’l-Fidâ b. Kesîr (v. 774/:1372), el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, ts., III, 28; el-İsâbe, II, 195.
(13) el-İstîab, II, 177; Usdu’l-Gâbe, II, 37.
(14) el-İstîab, II, 177.
(15) Usdu’l-Gâbe, IH, 37.
(16) Livau’l-İslâm, sene 15, sayı 2, s. 93.
(17) el-Isâbe, H, 195.
(18) Nahl Sûresi, 16/110.
(19) Imadüddin Ebû’i-Fida ibn Kesîr, Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm, Beyrut 1909, IV, 230.
(20) el-Bidaye, III, 174.
(21) İbn Hişâm, II, 121; el-İstîab, II, 178; el-Bidâye, III, 174; el-îsâbe, II, 195; âbû Nuaym el-İsbehanî (v. 430/1039), Hılyetu’l-Evllya ve Tabakâtu’l- Esfiyâ, Beyrut, ts., 152.
(22) Hılye, I, 151, 152.
(23) İbn Kesir, I, 438; el-Bidaye, III, 174.
(24) Bakara Suresi, 2/207.
(25) Hilye, I, 152, 153.
(26) İbn Hişâm, II, 126; Üsdu’l-Gabe, III, 37.
(27) Usdu’l-Gabe, a.y.; el-Isâbe, II, 195.
(28) İbn Hişâm, a.y.
(29) İbn Hişâm, a.y.; Usdu’l-Gabe, a.y.
(30) el-îsâbe, II, 196; Usdu’l-Gabe, a.y.
(31) el-Minşavî, Suheyb, s. 93
(32) el-Vakıdî (v. 207/822), Kitabu’l-Megazî, Oxford–1966, I, 155.
(33) Kitabu’l-Magazî, I, 149.
(34) Mecmeu’z-Zevaid IX, 305.
(35) Hilye, I, 154.
(36) İbnu’l-Imad el-Hanbelî (v. 1089/1678), Şezeratu’z-Zeheb fî Ahbar-ı men Zeheb, I, 47. Ayrıca bkz. el-îstîab, II, 181; Usdu’l-Gabe, III, 38.
(37)Usdu’l-Gabe, III, 37; Mecmeu’z-Zevaid, IX, 305.
(38) Hilye, I, 151.
(39) Şezeratu’z-Zeheb…, I, 47.
(40) el-İstîab, II, 182.
(41) İki tire (—) arasındaki kısım, el-İstîab, II, 180.
(42) Müsned, IV, 333, VI, 16.
(43) Usdu’l-Gâbe, III, 36.
(44) el-İstîab, II, 180; Usdu’l-Gâbe, III, 39.
(45) Usdu’l-Gâbe, a.y.; el-lsâbe, II, 196.
(46) el-İstîab, II, 181.
(47) Tabakât, III, 344.
(48) Tabakât, III, 341, 342.
(49) Tabakât, III, 207.
(50) Tabakât, III, 362.
(51) Usdu’l-Gâbe, II, 182; el-İsâbe, II, 196; Şezerât... I, 47.
(52) Usdu’l-Gâbe, III, 39; Şezerât.... a.y.
(53) el-Istîab, H, 182.
(54) Usdu’l-Gâbe, IV, a.y.
(55) el-Mearif, s. 115; el-İstîab, a.y.
(56) el-Meârif, s. 115.
(57) el-Minşavî, s. 94.
(58) Müsned, IV, 332; Hilye, I, 154.
(59) Usdu’l-Gâbe, III, 38.
(60) Sahîn-ı Müslim, Kitabu’z-Zühd, XIII, 64; Müsned, IV, 332.
(61) Hilye, I, 154, 155.
(62) Hilye, I, 156.
(63) Müslim, Kitabu’l-İmân, IXXX, 297; Müsned, IV, 332, 333, VI, 5; Usdu’l-Gâbe, III, 38; Hilye, I, 155.
(64) Müslim, a.y.
(65) Hilye, I, 155.