ESMÂÜ’L HÜSNA VE BU İSİMLERİN İNSAN AÇISINDAN ÖNEMİ
GİRİŞ :
Sözlük anlamı itibarıyla; kalbe emniyet, huzur ve sükûn vermek, kalbin emniyet, huzur ve sükûna kavuşması, doğrulamak, bir şeyin doğruluğunu söylemek ve kabul etmek manalarına gelen imân kelimesi,(1) dinî bir terim olarak; Hz. Muhammed (s.a.v)’in, Allah (c.c) tarafından getirdiği kesinlikle bilinen hususlara inanma anlamını taşımaktadır.
Görülüyor ki ıstılahı anlam, iman kelimesinin lügat manasına yeni bir şey eklememekte, sadece imanın taalluk ettiği konulara açıklık getirmektedir. Lügatte, herhangi bir şeyle ilgili olarak onun tasdik ve kabulüne iman denirken, ıstılahta, Hz, Peygamber’in kendisine Allah tarafından vahyedildiğini bildirdiği esasların kabul ve tasdiki, imandır. (2) o halde ıstılahı anlamı ile imanın, şu iki önemli manayı ifade ettiğini söylemek mümkündür:
a) Allah’a, Resülü’ne ve O’nun risâletine,
b) Bu risâletin ihtiva ettiği esaslara inanmak. (3)
Nitekim kitabımız Kur’ân-ı Kerim, bu muhtevayı Allah’a ve peygamberine inanmayı birbirine raptetmek, bunlardan birine inanıp, diğerine inanmayarak, aralarında ayrılık gözetenlerin kâfir olduklarını açıkça bildirmek suretiyle ortaya koymuştur. Bu iki esasın arasını ayırmadan inananlar ise, Kur’ân’da sıddık1ar unvanı ile tavsif edilerek övülmüştür. (4)
Resulullah’ın risâletinin muhtevasının birinci maddesini Allaha iman etmek teşkil etmektedir. Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in en büyük hedefi; Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini anlatmaktır. Bu bakımdan Kur’ân, Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmakla açılır ve onunla nihayetlenir. Mukaddes Kitabımızın hemen hemen her suresinde, hatta her sahifesinde bu konu ile karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla ifade edebiliriz.
Öte yandan yüce kitabımız, her Peygamber’in tevhit inancını yeniden öğrettiğini, bütün dinlerin bu esasta birleştiğini bildirir. Nitekim her peygamberin gönderildiği ümmete ilk(5) sözünü: “Allah’a ibadet edin ve O’ndan başka bir ma’bûd tanımayın!” şeklinde tevhide davet olduğunu biliyoruz.
Kur’ân; tevhit esasının, bütün peygamberler tarafından talim olunan cihanşümul bir itikat olduğunu bildirme sadedinde:
“Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz her Peygamber’e: Benden başka tanrı yoktur, Bana kulluk edin! diye vahyetmişizdir.” (6) der.
Peygamberlerin getirdikleri iman esasları arasında fark yoktur, onlar aynı iman umdelerinin bağlısı ve tebliğcisidir. (7) Zira iman esaslarının zaman ve mekân kavramları ile alâkası yoktur. Binaenaleyh bu esasların zaman ve mekâna göre değişmesi söz konusu olamaz. Bu hususa Peygamberimiz (a.s): “Bütün peygamberler anaları ayrı, babaları bir olan kardeşlerdir ve dinleri birdir.” (8) buyurarak gayet veciz bir şekilde işaret etmişlerdir. Hz. Peygamber bu ifadesi ile bütün peygamberleri bir babada birleşen kardeşlere benzetmiştir. Hâdis-i şerifteki bu teşbihten; bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri iman ilkelerinin aynı, ahkâmla ilgili esaslarının ise değişikliği anlaşılmaktadır. Bu itibarla, Allah fikri ile ilgili hükümlerin hiç bir devirde ve hiç bir peygamberin akaidinde değişmediğini ifade etmeliyiz. Yâni, ilk Peygamber Âdem (a.s)’in bu husustaki inanç ve tebliği ne ise, O’ndan sonra gelen bütün peygamberlerinki de ve peygamberler zincirinin son halkası Hz. Muhammed(s.a.v)’in tebliği de aynı olmuştur. (9)
Bilindiği gibi, Hz. Peygamber İslâm’ı tebliğle görevlendirildiği sırada Arap yarımadası çeşitli din mensuplarının birbiri ile mücadele ettiği bir belde idi. Kur’ân-ı Kerim’in nüzulü sırasında Arap yarımadasındaki bu değişik dinleri üç gurupta toplayabiliriz: Bunlar, bütün çeşitleri ile putperestlik, yani çok tanrıcılık. Tek tanrı inancına sahip olmakla beraber putperest komşularının etkisiyle inandıkları bir tek Tanrı’yı tıpkı bir kabile tanrısı gibi “Yahudilerin tanrısı”(10) haline getirmiş bulunan ve bu anlayışları ile İlâhî esaslardan inhiraf etmiş ola Yahudilik, Esasını vahiyden almakla beraber, çok tanrıcılıkla tek tanrıcılığı bağdaştırmaya çalışan Hristiyanlıktır.
İşte Kur’ân ve O’nu tebliğ eden Hz. Peygamber; ikisi İlâhî esasa dayalı, birisi de bâtıl olan bu dinlerin mensubu olmuş, ancak aslında Allah’ı tanıma fıtratında olan beşeriyete, O’nu tanıma fırsatını tekrar hazırlamıştır.
Asıldan uzaklaşmış, âlemlerin Rabbinin vasıflarını, bir hiç olan, adı şanı bile olmayan bâtıl tanrılarına(11) cömertçe dağıtmış olan insanlığa bu hatası, her biri Allah’ın bir sıfatına delâlet eden Esmâü’l-Hüsnâ’nın Allah’a aidiyeti gerçeği (12) hatırlatılarak gösterilmiştir.
İslâm, bütün insan seviyelerini ihata ederek onları bir istikamete, mücerred bir Allah anlayışına sevk etmeyi gaye edinen ilâhî bir dindir. Beşeriyeti bu istikamete sevk hususunda Kur’ân’ın iki metot takip ettiği göze çarpar. Bunlardan birincisi, maddî bir varlık olan kâinatın varlığı ile O’nun bir Sâni’inin, Hâlıkı’nın olduğunu vurgulamaktır (13).
Kur’ân’ın Allah anlayışına şevkte izlediği ikinci metot ise; O’nun esmâ ve sıfatından bahistir. Yüce kitabımızın beşeriyeti tevhide davet konusunda takip ettiği bu iki metodun kelâm ilminin “İsbât-ı Vâcib” (Allah’ın Varlığını İspat) ve “Allah’ın İsim ve Sıfatlarının Tetkiki” konularına ışık tuttuğunu söyleyebiliriz.
Biz bu küçük çalışmamızda, Kur’ân’ın izlediği bu metotlardan ikincisi olan, Cenâb-ı Hakk’ın Esmâü’l-Hüsnâ ve Sıfatlarından bahsetme yolunun, birinci bölümünü teşkil eden Esmaü’l-Hüsnâ’nın, insan açısından önemi üzerinde durmak istiyoruz.
Esmaü’l-Hüsnâ ve Bu İsimlerin İnsan Açısından Önemi:
- Esmaü’l-Hüsnâ :
Bilindiği gibi esmâ lâfzı, isim(14) kelimesinin çoğuludur. Hüsnâ kelimesi de en güzel manasına gelen bir tafdîl siğasıdır. Bu iki kelimeden teşekkül eden esmaü’l-hüsnâ terkibinin manası ile “en güzel isimler”dir. Kur’ân’ın ifadesine göre “en güzel isimler Allah’a mahsustur.” (15) Zira bütün kemâllerin sahibi O’dur. O’nun isimleri de en ileri ve mutlak kemâli ifade eden mukaddes kelimelerdir. (16)
Allah Tâlâ’nın isimleri ister ism-i fâil, ister sıfat-ı müşebbehe, isterse mastardan nakledilmiş surette olsun, bunların hepsinde “vasf” anlamı gözetildiğinden, kendilerine sıfat da denilebilir. Ancak işaret edilen vasfın medlulü ile muttasıf bulunan Zât’a delâletleri açısından bunlara “Esmâü’l-Hüsnâ” denmektedir. Zirâ Cenâb-ı Hak, bu sıfatlarla o derecede mevsuftur ki, bunlar isim derecesine çıkmış olurlar, (17)
Allah’ın zât’ı hakkında insanlar hiçbir şey bilemezler. (18) Zât’ı itibarı ile insanın Allah hakkında söyleyebileceği en fazla şey; Hüve, O”den ibarettir. Ancak O, hârice Ulûhiyyet sıfatları ile tecelli ettiğinden, insanların lisanlarında ulûhiyet ifade eden isimler ve kemâlini belirten vasıflarla anılmasına ve bilinmesine izin vermiştir. Bundan dolayı bu isim ve vasıfların hakikî medlulleri bulunduğunu ve geçerli olduklarını da kabul etmek gerekir. (19)
b) Vahyolunan İlk Ayetlerdeki Esmâ:
Kur’ân daha ilk inen âyet-i kerimesinde, insanlara, bu arada özellikle müminlere, Allah’ın, bütün insanların olduğu gibi, kâinatında hâ1ık(yaratan)ı olduğunu bildirmektedir:
“Ey Muhammed! Yaratan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adı ile oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin büyük kerem sahibidir.” (20)
Kur’ân’ın yukarıda mealini sunduğumuz ilk inen âyetinde geçen “Yaratma” sözü, insanın aklına iki şeyi getirmektedir. Bunlarda biri, “yaratan” diğerin ise, "yaratı1an”dır. Böylece insan daha Kur’ân’ın tebligatının başlangıcında iki varlıkla karşılaşmış olmaktadır. Bu varlıkların biri, diğerinden tamamen ayrı mahiyet ve özellik taşımaktadır. Yaratan, yapan, meydana getiren; yaratılan ise meydana getirilendir. Biri fâil, diğeri ise O’nun eseri manasını duyurmaktadır. (21) Kur’ân, ilk inen âyeti ile muhataplarına, Rab vasfının Allah’a aidiyetini duyurmakta ve Rabbe ait en önemli hususiyetin Halk = Yaratma sıfatı olduğunu onlara hissettirmektedir. (22) Kur’an ilk nüzulü sırasında, müşriklerin sadece dillerinde kalmış, fiilî yaşayışlarında ise; lafz-ı bî medlûl olan Allah lafzına (23) gerçek muhtevasını vermek için ilk nazil olan âyetlerinden itibaren; asnâm, evsân, erbâb, tâğût, endâd, ensâb, şufeâ gibi isimlerle andığı müşriklerin müşahhas bâtıl tanrılarına, onlarca dağıtılan Cenab-ı Hakka ait bütün vasıfların, taşıdıkları asıl manalar itibarı ile ancak Allah’a ıtlâk olunmasının gerekliliği üzerinde ısrarla durmuştur.
Yaratma sıfatı olduğunu onlara hissettirmektedir. (22) Kur’an ilk nüzulü sırasında, müşriklerin sadece dillerinde kalmış, fiilî yaşayışlarında ise; lafz-ı bî medlûl olan Allah lafzına (23) gerçek muhtevasını vermek için ilk nazil olan âyetlerinden itibaren; asnâm, evsân, erbâb, tâğût, endâd, ensâb, şufeâ gibi isimlerle andığı müşriklerin müşahhas bâtıl tanrılarına, onlarca dağıtılan Cenab-ı Hakka ait bütün vasıfların, taşıdıkları asıl manalar itibarı ile ancak Allah’a ıtlâk olunmasının gerekliliği üzerinde ısrarla durmuştur.
c) Esmâ’ül-Hüsnâ’nın Tevkifîliği Prensibi:
Allah Teâlâ’nın bazı isimlerle bilinmesini, O’nu mahlûkata benzetme şeklinde anlayanlar olmuştur. Bu meselenin bir ihtilâf konusu olarak karşımıza çıkmasına, Allah’ın misli, eşi ve benzeri olmadığını (24) ittifakla kabul eden ulemanın, iki şey arasındaki benzeşme (mümâsele)nin hangi durumda gerçekleşebileceği konusundaki (25) fikir ayrılığına düşmeleri sebep olmuştur.
Meryem Sûresi’nin 65’nci âyet-i kerimesinin böyle bir ihtilâfı ortadan kaldırabilecek manalar taşıdığı kanaatindeyiz. Bu âyet-i kerimede geçen “Semiyya”(26) lâfzı, hem adaş, hem de eş ve benzer anlamını ifade etmektedir. (27) Bu kelimenin taşıdığı yukarıdaki anlamlar da göz önünde bulundurularak, mezkûr âyete mana verilecek olursa, âyetin: “Allah’ın adını taşıyan ve O’nun benzeri olan bir varlığın bulunmadığını” bariz bir şekilde ifade ettiği görülecektir.
Konumuz olan Esmâ’ül-Hüsnâ ile ilgili bir âyet-i kerimenin meali şöyledir:
’‘En güzel isimler Allah’ındır, o halde, O’na bu isimlerle dua edin! O’nun isimleri konusunda eğriliğe (i1hâd) sapanları bırakın, Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.” (28)
Meâli sunulan bu âyet, esmâü’l-hüsnâ karşısında insan davranışlarının çerçevesini çizmektedir. Bu âyet ışığında esmâü’l-hüsna karşısında insanın görevinin, isimler konusunda eğriliğe sapmamak ve Allah’a bu isimlerle yakarmaktan ibaret olduğunu söyleyebiliriz.
Mezkûr âyette geçen ve “eğriliğe sapanlar’ ’şeklinde tercüme olunan “yülhıdûn’ lafzı, genel olarak, Allah’a isim ve vasıf vermekte kayıtsız, lâubâli ve disiplinsiz davrananları ifade eder. (29) Nitekim bu anlama uygun olarak, ehl-i Sünnet ulemâsı, "Esmâ-i İlâhiyye tevkifî’dir” kaidesini vazetmiştir. (30) Bu kaide, Allah’ın kendini isimlendirmediği, hakkında ne Kur’ân, ne de sünnette vârid olmamış meşhûr ve ma’rûf isimlerden bir başka isimle Allah’ın adlandırılmasını engellemektedir. Ehl-i Sünnet’in âyetten istidlâl ettiği bu prensibe karşılık, Mu’tezile ulemâsı ise, Allah’a isim vermede kıstasın nakil değil, akıl olabileceğini savunmaktadır. (31)
Kanaatimizce, nasslarda geçen ve Allah’a izafe olunan isimler; başkasına ihtiyaç bırakmayacak kadar çok ve muhtevalıdır. Binaenaleyh nakle dayalı bu esmâ dışında, aklı esas alarak tevkîfilik prensibi haleldar edilmemelidir. Müslümanların bu prensibe uygun hareket etmesi ile âyetlerde işaret olunan ilhâddan (eğriliğe sapış) uzaklaşılacak, eğriliğe sapılmayacak ve “Allah hakkında bilmediğini söylemek” (32) tehlikesi böylelikle bertaraf edilmiş olacaktır.
d) Esmaü’l-Hüsnâ Karşısında İnsan:
Allah Teâlâ beşer için hem kurtarıcı ve yardım edici, hem de karşısında haşyet duyulan bir varlık olarak tecelli eder. (33) işte bundan dolayı Cenâb-ı Hakk’a karşı görevlerini ifâ hususunda insan, hâlıkının, Rabbinin adını bilmek zorundadır. Kur’ân-ı Kerîm’deki “Bismillahirrahmanirrahîm” formülünün ve Allah’ın adını anılmasını emreden pek çok âyetin (34) mevcudiyeti, insanın Allah’ın adını anmaya olan ihtiyacını ve Cenâb-ı Hakk’ın bunu, onlardan istediğini göstermektedir.
İnsan, inandığı Rabbinin adını bilmekle, vasıtasız olarak O’nunla bir nevi ünsiyet ve diyalog kurma imkânını elde etmiş olur. Dolayısıyla Hâlık’ı hakkında hiçbir şey bilememenin vereceği bunalıma düşmekten kurtulur. Allah hakkında hiçbir şey bilememenin bunalımı ile, O’nunla kolay diyalog kuramamanın doğurduğu ruh halinin en açık örneğini aşağıda meâlini sunacağımız, Fir’avn’ın çektiği ifade zorluğu ile dilinin tutukluğunu, okuyanlara âdeta hissettiren âyet-i kerimede görmek mümkündür:
Fir’avn, Hz. Mûsâ (a.s) tarafından kendisine ibadete çağrıldığı, gerçek Tanrı’nın adını bilmiyordu. Aslında O’nu reddediyordu da. Ancak, denizde tam boğulacağı zaman, imana mecbur kalınca ortaya çıkan sahneyi bakınız âyet-î kerime nasıl tablolaştırmaktadır:
“İsrailoğullarını denizden (selâmetle) geçirdik. Hemen Fir’avn, askerleri ile beraber zulmederek, saldırarak arkalarına düştü. Nihâyet su O’nu boğmaya başlayınca şöyle dedi: İnandım, hakikaten İsrailoğullarının iman ettiğinden başka Tanrı yokmuş.” (35)
Şayet Fir’avn, Cenâb-ı Hakk’ın adını bilse idi, salise miktarı bir zaman biriminin değer taşıdığı öyle bir anda, herhalde “Allah’a inandım,” deyiverirdi. (36)
Esmâü’l-hüsnâ, beşerî idrake sığmayan Ulûhiyyet âlemi ile mümkinât dünyasında yaşayan insan arasında visali sağlayıcı bir bağ olarak telâkki olunabilir. Çünkü insan: Allah’ı olduğu gibi anamaz, O’nunla okuyamaz, O’nu yüceltemez vb. Ancak, Allah’ın adını ve diğer isimlerini, bu fiillere konu edebilir. İşte bundan dolayı insan, Allah ile irtibatını Esmâü’l-hüsnâ ile sağlar, diyebiliriz. Yine bundan ötürüdür ki, Allah’ı teşbih ve tenzih, O’na dua için Esmaü’l-hüsnâ vazgeçilmez bir unsurdur. Zira “O’nun adı anılmadan başlanan işlerin sonu gelmez.” (37)
İnsan, Allah’ının hususiyetlerini bildiren isimlere muhtaçtır. Rabbine çeşitli durumlarında, vaziyetine en uygun bir ismi ile niyazda bulunmak ister. Bu isimlerin yokluğu halinde insanın, O’nunla olan irtibatı çok eksik kalırdı, belki de imkânsızlaşırdı. Esmaü’l-hüsnâ, Ulûhiyyet karşısında, kulun dilsizliğini bir dereceye kadar giderek ifadeler, ruhunun çıkmazlarını açan anahtarlar olarak nitelenebilir. Bunları anmanın manalarını iyice kavrayarak muhafaza ve zikretmenin(38) (İhsa) imanı beslemek, ilâhî huzuru hissettirmek, Allah’a olan sevgiyi artırmak, huzurunda huşu’ duyurmak, dünya musibetlerini küçümsemek, dünya nimetlerini kaybetme sonunda duyulan üzüntüleri azaltmak gibi büyük faideleri vardır. Bütün bunların sonunda Esmaü’l-Hüsnâ’nın gerçek ihsâ’sının karşılığının cennet olduğunun hâdîs-i şerifte bildirilmiş olması manidardır. (39) öte yandan Peygamber efendimizin çeşitli durumlarda okunmasını tavsiye buyurdukları dua ve zikirlerin Esmâü’l-hüsnâ ile dolu oluşu da, bu isimlerin insan açısından öneminin başka bir veçhesinin ifadesi olarak değerlendirilebilir.
Meselâ, çok güç şartlar içinde yüzüp, İlâhî merhamete pek muhtaç durumda olan mü’min, Rabbine niyâz esnasında bu halini ifade edip özetleyecek bir tabir aradığında, Rahîm, Gafûr ve Vedüd gibi İlâhî isimleri yanında buluverir.
Kul günahlarının altında ezilir, Cenâb-ı Hakk’ın hududunu çiğnediğini hissedip, gayet Rabbine yaklaşacak bir vesile ararsa, O’nun Gaffâr ve Settâr isimlerini kargısında bulur.
İnsan, kâinatta veya kendi ruhunda tecelli etmekte olan İlâhî kudret ve azametin temaşası sonucu dalgalanan ruhunu sükûnete kavuşturacak esrârı, Allahü Ekber demekte bulur.
Görülüyor ki insan, Cenâb-ı Hakk’ın Kitab ve sünnette vârid olan bu mütenevvi vasıflarının, yani Esmâü’l-hüsnâ’nın aracılığı ve onlardaki manevî anahtarlar ile ruh dünyasının kilitlenmiş kapılarını açabilmekte, maruz kaldığı nefs fırtınalarını dindirip, ruhî gerilimlerinden sıyrılabilmektedir.
(1) İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, XII, 21, Beyrut, 1388/1968; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, IV, 548, Cevherî, es-Sıhah, V, 2071, Mısır, 1375/1956.
(2) Maturidî, Kitabu’t-Tevhîd, 373 vd, İstanbul, 1979; Teftâzânî, Şerhu’l-Makasıd II, 181, İstanbul, 1277; Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, II, 454, İstanbul, Matbaa-i Âmire, Ts.
(3) Bu ıstılahı tarifin detaylarını Cibril hadisinde bulmaktayız. Bu hadis için bkz: Buhari Sahih, I, 18; Müslim, Sahih, I, 157; Nesâi, Sünen, VIII, 88; Maturidî; a.g.e, 393.
(4) Bkz: Nisâ, 152; Hadid, 7, 19; Nûr, 47, 62; Hucurât, 15; Feth, 9, 13.
(5) Hud, 25–26; 61, 84; Mu’minûn, 23. Bir kısım âyetlerde de tevhide davet edilen ümmetlerin zulme meylederek bu hakikatten uzaklaştıkları beyan olunmuştur. Bkz: Nisa, 163; Şura, 13–14; Ahkaf, 9; Âli İmrân, 19;
(6) Enbiya, 25.
(7) Bakara, 136, 285; Ali İmran, 84.
(8) Buhari, Sahih, IV, 142; Müslim. Kitabu’l-Fedâil, 142–44; Ebû Davud, Sünen, Kitabü’s-sünne, 13.
(9) Muhiddin Bahçeci, Ayet ve Hadislerle Peygamberlik ve Peygamberler, (Nübüvvet ve Risâlet) İstanbul, 1977, 51–54.
(10) Mâide, 18.
(11) Kur’ân, Allah’a koşulan ortakların aslında bir hiç olduklarını anlatmak için müşriklere: “Onlara bir ad bulun bakalım, yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi Allah’a bildiriyorsunuz? Yoksa kuru sözlere mi aldanıyorsunuz?”, şeklinde hitap etmektedir. Bkz: Ra’d, 33.
(12) A’raf, 180.
(13) Bu âyetleri gruplandırılmış olarak toplu halde bulmak için bkz: Bekir Topaloğlu, İslâm Kelâmcıları ve Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı, (İsbat-ı Vâcib), 23 vd, Ankara, ts.
(14) el-Müberred, Sa’leb ve İbnu’l-Enbârî gibi dilciler, etimolojik bir tarzda ismi tarif etmişlerdir. Bu kelimenin kızgın demir ile damgalamak ve işaret etmek kökünden geldiğini söyleyerek, Onun: bir şeye tatbik olunan ve o şey kendisi ile tanınan bir işaret olduğunu bildiren tarife katılıyoruz, Bkz: J. Weis, İslâm Ansiklopedisi, ’‘İsim maddesi”, c. V/II, 1077.
(15) A’raf, 180; İsrâ, 110; Tahâ, 8; Haşr. 24.
(16) Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, 110–111, Mısır, 1358.
17) Doç. Dr. Suat Yıldırım, 48, “Kur’ân’da Tanrılık, (Ulûhiyyet)” Allah’ın Vasıfları ile Bâtıl Tanrılar Açısından”, Basılmamış Doçentlik tezi, Müellif Nüshası, Erzurum, 1977.
(18) Taha, 110; Bu konuda, “Siz Allah Teâlâ’nın nimetlerini ve kudretinin eserlerini düşününüz, Zâtını ise, tefekküre dalmayınız, çünkü gücünüz yetmez.” hadisi önemlidir. Bkz: Suyutî, Câmi’u’s-Sagir, I, 132, Mısır, 1954,
(19) Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, IX, 6274.75 İstanbul 1971
(20) Alâk, 1–5,
(21) Prof. Dr. Hüseyin Atay, Farabi ve İbn Sinâ’ya Göre Yaratma 7, Ankara, 1974.
(15) A’raf, 180; İsrâ, 110; Tahâ, 8; Haşr. 24.
(16) Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, 110–111, Mısır, 1358.
17) Doç. Dr. Suat Yıldırım, 48, “Kur’ân’da Tanrılık, (Ulûhiyyet)” Allah’ın Vasıfları ile Bâtıl Tanrılar Açısından”, Basılmamış Doçentlik tezi, Müellif Nüshası, Erzurum, 1977.
(18) Taha, 110; Bu konuda, “Siz Allah Teâlâ’nın nimetlerini ve kudretinin eserlerini düşününüz, Zâtını ise, tefekküre dalmayınız, çünkü gücünüz yetmez.” hadisi önemlidir. Bkz: Suyutî, Câmi’u’s-Sagir, I, 132, Mısır, 1954,
(19) Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, IX, 6274.75 İstanbul 1971
(20) Alâk, 1–5,
(21) Prof. Dr. Hüseyin Atay, Farabi ve İbn Sinâ’ya Göre Yaratma 7, Ankara, 1974.
(22) Kur’ân’da Allah’ı tavsif için kullanılan ilk kelimeler konusunda bkz: Metin Yurdagür, Kelâm’da Allah’ın Sıfatları Meselesi, 25–35, Kayseri, 1981 Basılmamış Öğretim Üyeliği Tezi.
(23) Bu inançlarına delâlet eden âyet-i kerimeler için bkz: Mu’minûn, 84–90, Ankebût, 61, 63; Zümer, 3
(24) Şurâ, 11.
(25) Bu konudaki değişik görüşler için bkz: Maturidî, Kitabu’t-Tevhid, 93 vd, N. es-Sâbûnî, el-Bidâye fi usûli’d-din, 30–31 (Bekir Topaloğlu neşri), Ankara, 1979.
(26) Meryem, 65.
(27) Bu kelimeye verilen mezkûr anlam için bkz: Ibn Kesîr, Tefsir, III, 131, Beyrut, 1388/1969; el-Kurtubî, Câmiu Ahkâmi’l-Kur’ân, XI, 130, Beyrut, Ts.
(28) A’râf, 180.
(29) Bu kelimeye verilen manalar için bkz: Râzî, Tefsır-i Kebîr, XV, 71, Tahran, Ts; Kurtubî, a.g.e, VII, 328. Bu konudaki değişik görüşleri, Merhum Hasan Basri Çantay, Meâlinde uzun bir dipnot halinde maddeleştirmiştir. Bkz: A.g.e, I, 247 vd.
(30) Bu prensip için bkz: Maturidî, Kitabu’t-tevhîd, 38, 65-67; Bâkıllanî, et- Temhîd, 194-195, Beyrut ,1957; Cuveynî, el-Irşâd, 143, Mısır, 1369/1950; Bağdadî, Usûlüddin, 116, İstanbul, 1928; Râzî, Levâmiu’l-Beyyinât, 18-21, Mısır, 1323; Kemalpaşazade, Risâle fî Beyâni enne esmaallahi teâlâ tevkîfiyyetün, Kayseri, Râşid Efendi Kütüphanesi, 674/24 (Yazma)
(31) Eşarî, Makalâtü’l-İslâmiyyin, II, 205-207; Bağdadî, a.g.e, 115 vd; Kâdî Abdülcebbâr Hemedânî, el-Mugnî fi ebvâbi’t-tevhîd, C. V, 160 vd, Mısır, 1958.
(32) Bakara, 80.
(33) Müsteşriklerin, İslâm’ın beşeriyete sunduğu Allah anlayışının sırf Cebbar ve Kahhâr olduğu iftirasına cevaplar için bkz: Prof. Dr. Hüseyin Atay, Kur’ân’a Göre İman Esasları, 62, Ankara, 1961; Doç. Dr. Suat Yıldırım, er-Rahmân vasfının Kur’ân-ı Kerim’de Kullanılışı, Atatürk Üniversitesi, İslâmî, İlimler Fakültesi Dergisi, Sayı: 4, sahife. 21–40, Ankara, 1980.
(34) Bu âyetler için bkz: Rahman, 78; Vâkıa, 74, 96, Hakka, 52, İnsan, 25, Alak, 1 Hacc, 3, Enam, 121 Mâide, 4, Nur, 36, Bakara, 114, Hud, 41.
(35) Yunus, 90.
(36) Doç. Dr. Suat Yıldırım, Kur’ân’da Uluhıyet, 42. Firavn’ın sihirbazları da, aynı sebebe binaen imanlarını: “Hârun ve Musâ’nın Rabbine inandık.” diyerek açıklamışlardı. Bkz; Tahâ, 70.
(37) İbn Mâce, Sünen, I, 610, 1894 nolu hadis.
(38) Bu konudaki, “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları ‘ihsa’ ederse Cennet’e girer.” hâdis-i şerifi söylediklerimize ışık tutmaktadır. Bu hadis için bkz: Buharı, Sahih, Şurut, 18, Teşhîd, 169; Müslim, Sahih, Zikr, 5–6, Doksan dokuz ismin sıralanışı için bkz: Tirmizî, Sünen, Daavat, 83, H. No: 3507, Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek, I, 16–17, Riyad, Ts. Bir başka çalışmamızda bu hadiste geçen “îhsâ” lafzı üzerinde duracak ihsâ’nın nasıl olması gerektiğini açıklamaya çalışacağız.
(39) Yukarıda zikredilen hadis ve aynı kaynaklar.