İSLÂM’IN DİĞER SEMAVÎ DİNLERE ÜSTÜNLÜĞÜ
Akl-ı selim sahibi her insan kolayca anlar ki; kâinat, gayesiz ve hikmetsiz olarak yaratılmamış, hayat, maksatsız, abes ve rasgele bir akışa terk edilmemiştir. Zira kâinat nizamını ve kendi varlığının inceliklerini düşünen her insan bilir ve kavrar ki; bu âlemi yaratan, eşsiz nizamını kuran, onu idare eden ve zerreden küreye kadar hükmeden mutlak kudret ve ezelî hikmet sahibi Yüce bir Yaratıcı vardır. Bu âlem içindeki insanın, kâinatta, mevcut canlı cansız varlıklar arasında mümtaz bir mevkii vardır. Çünkü o, hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ve hayrı şerden ayırabilecek akıl cevheriyle muttasıf olarak yaratılmıştır. Ruh ve bedenden teşekkül eden ve akılla mücehhez olan insan, bu yaratılışı ile en şerefli varlıktır. Bu bakımdan, kâinattaki her şey; gökyüzü, yeryüzü ve her ikisinde mevcut canlı cansız varlıkların hepsi, insanın emrine ve hizmetine verilmiştir.
Buna rağmen insan, aklı ve hür iradesi ile her şeyi bilecek, anlayacak ve yapacak kudrete sahip değildir. Belki o, varlığına inandığı Yüce Allah’ın ilâhî vahyine ve hidayetine muhtaçtır. Bu sebepledir ki, Hak Teâlâ’nın insanoğluna verdiği en büyük nimetlerden biri, işte bu İlâhî vahy, yani "Din ve Peygamberlik Müessesesi”dir. Zira insan bu yüce gerçekleri ancak vahy yoluyla kendisine bildiren ilâhî elçiler, yani Peygamberler vasıtasıyla kavrayabilir. İnsanların dünya ve ahiret saadeti için Allahu Teâla’nın vaz’ ettiği ve insanlık tarihi ile başlayan hak din, ceddimiz ilk peygamber Âdem Aleyhisselâm’ın bildirdiği İslâm’dır.
Nitekim Hak Teâlâ:
“Allah katında yegâne hak din İslâm’dır”(1) buyurmuştur.
Her Peygamber, gönderildiği milletlere her devirde, bu gerçeği bildirmiş Allah’ın ilâhî dinini, yüce emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmiş, bu hükümleri kendi nefsinde tatbik ederek ve bizzat yaşayarak milletine örnek olmuştur. Bu ilâhî esasa göre Halikımız Yüce Allah, yarattığı ilk insana Peygamberlik rütbesi vermiş, ilâhî sırlarını bildirmiş, Meleklerine O’na tazimi emretmiş, böylece Âdemoğullarına dinî yaşayışı kudsî bir meslek haline getirmiştir. Artık beşeriyet için yegâne hak din İslâm, asil ve kudsî bir hayat kanunu olmuştur.
Fakat aynı zamanda hür bir iradeye, yani hayrı şerri seçme hürriyetine sahip olan insanoğlu, dâr-ı imtihan sayılan bu dünya hayatında daima hak dine ve peygamberlere tabi olmamış, bazen nefsine ve şeytana kapılarak, dalâlete sapmış, Allah’a ve Resullerine itaatsizlik göstermiştir. Zaman zaman zuhur eden müfsitlerin bozguncu hareketleri ve sapık fikirleriyle sağlığı bozulan ve hakikatleri kaybolan ilâhî dini ihya etmek ve insanlara yeniden öğretmek gayesiyle Hak Teâlâ her devirde Peygamberler göndermiş, onlara indirdiği yeni Suhuf ve Kitaplarla yüce dinini yenilemiş ve değişen cemiyetlerin ihtiyarlarına göre dinini de geliştirmiştir. İlâhî Sahifeler ile Tevrat, Zebur ve İncil gibi Mukaddes Kitaplar, hep bu maksatla ve aynı ihtiyacı karşılamak gayesiyle indirilmiştir.
Ancak, o zamanın imkânları ile bu kitapların ilâhî hüviyeti muhafaza edilememiş, hatta geçici heves ve maksatlarla tahrif ve tebdile uğrayarak değiştirilmiş, bazı insanlarca yeniden yazılmış, böylece birçok Tevrat ve pek çok İncil nüshaları meydana gelmiştir. (2)
Bu davranışlar, Allah’ın vaz’ ettiği Hak dinin ilâhî hüviyet ve asaletini zamanla bozmuş aslında ilâhî olan geçmiş Mukaddes Kitapların kaybolmasına sebebiyet vermiştir. Nitekim bu tahrif ve tebdil sonunda, yazılan İnciller adedince yeni “Muharref Dinler” ortaya çıkmış, Yahudilik ve Hristiyanlık, insanları bir Allah’a ve Mukaddes bir kitaba bağlayamaz hale gelmiştir. Bu konuda Hak Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Yahudiler: “Üzeyr, Allah’ın oğludur” dediler. Hristiyanlar da: “Mesih, Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onlara, ağızlarında (geveledikleri) kendi sözleridir. Allak onları yok etsin! Nasıl da uyduruyorlar! Onlar Allah’ı bırakıp, Hahamlarını, Rahiplerini ve Meryem oğlu Mesihi Rabları olarak kabul ettiler. Hâlbuki onlar, tek bir ilâha (Allah’a) ibadet etmekle emredilmişlerdi. O’ndan başka ilâh yoktur. (Allah) onların ortak koştuğu şeylerden münezzehtir.”(3)
İşte bu duruma düşen, şirk, isyan ve dalâlet bataklığına gömülen insanlığa, hidayet rehberi ve âlemlere rahmet olarak en son ve en büyük Peygamber Hz. Muhammed (A.S.) gönderilmiştir. Hak Din İslâm’ın güneşi, Mekke’de onunla yeniden doğmuş, beşeriyet tek bir Allah’a imana, yalnız O’na kulluk ve ibadete davet edilmiştir. Böylece, daha önce gönderilen Peygamberlerin devri kapanmış, indirilen İlâhî Kitapların hükmü kaldırılmıştır. Çünkü, bu Kitaplarla bildirilen ilâhî hükümler, Kur’ân-ı Kerîm’le tamamlanarak kemale erdirilmiş, Allah’ın razı olduğu yegâne kitap Kur’ân, beşeriyetin en son insanlık âlemine sunulmuştur. Artık, Allah katında kabule şayan yegâne din İslâm, hükmü değişmeyecek yegâne kitap Kur’ân, beşeriyetin en son peygamberi ve hidayet rehberi Muhammed Aleyhisselâm olmuştur.
Zira Din; İslâm’la, Kitap Kur’ân’la, Peygamberlik Resûl-i Ekrem’le kemale erdirilmiş, Kıyamete kadar Kur’ân’ın ve O’nun bildirdiği İslâm’ın muhafaza edileceği Hak Teâlâ tarafından va’d edilmiştir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Allahû Teâlâ:
“Muhakkak ki Kur’ân’ı Biz indirdik. O’nun koruyucuları da mutlak surette biziz”(4) buyurmuştur.
Bu gerçek, Kur’ân’nı ilâhî bir mucize, İslâm’ın da ebediyet dini olduğunu gösterir. Nitekim böyle bir va’d-i ilâhî, hiçbir Mukaddes Kitap için varid olmamış, bu sebeple hiçbir kitap, aslî hüviyetiyse muhafaza edilmemiştir. Çünkü en kâmil kitap Kur’ân-ı Kerîm mevcut iken, hükümden kaldırılan önceki kitapları muhafazaya lüzum ve ihtiyaç yoktur.
Bu gerçekleri bilen ve gören her akl-ı selim sahibi, artık Son Peygamber Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a inanmakta, Kur’ân hükümlerini kabul ederek, yegâne Hak Dîn Islâm’ı seçmekte tereddüt göstermez. Çünkü Hâk Teâlâ Âl-i Imran Sûresi’nde
“Allah katında (makbul olan) din, şüphesiz İslâm’dır Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten (ve hakikati bildikten) sonra aralarındaki ihtiras yüzünden ihtilâfa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah, hesabı pek çabuk görendir.” (5) buyurmuş, daha sonra aynı sûrede:
‘’Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (istediği din) ondan asla kabul olunmaz ve o, ahirette de zarar göreceklerdendir” (6) buyurularak, kurtuluşun ve ebedî saadetin İslâm’da olduğu bildirilmekte, İslâmiyet’ten başka bir dinde olanların, inkârda ve dalâlette kaldıkları, ahirette de, hüsrana ve azaba düşecekleri beyan edilmektedir.
Tevbe Sûresi’nde ise; İslâm’ın yegâne hak din ve hidayet kaynağı olduğu, bütün dinlere üstün ve gâlib geleceği şöyle ilân edilmiştir:
“Resulünü, hidayetle ve Hak din ile bütün dinilere üstün ve galib kılmak için gönderen O’dur. İsterse müşrikler hoş görmesinler.” (7)
O halde beşeriyeti dünyada saadete, âhirette selâmete götürecek yegâne din, İslâmiyet’tir. Çünkü İslâm, geçmiş asırların insanları şaşırtan bütün bâtıl inanışlarına, getirdiği tevhld akidesiyle son vermiş, küfür ve şirk putlarını kırmış, evham ve efsaneleri yıkmış, her türlü kötülüğü, ahlâksızlığı ve fısk-i fücuru kaldırarak, yerine, insan aklına ve fıtratına en uygun olan gerçek inanç sistemini, güzel ahlâk ve faziletleri, hak ve hakikati, huzur ve saadeti, içtimai adaleti getirmiş, din kardeşliğini, yardımlaşma ve dayanışmayı, hülâsa; sözde, özde ve fiilde doğruluğu emretmiştir.
Hak Teâlâ, insanlık âleminin en son ve en büyük peygamberi Hz. Muhammed (A.S.) hakkında şöyle buyuruyor:
“Biz seni, ancak bütün insanlara müjdeci ve (İlâhi azab ile) korkutucu olarak gönderdik” (8)
“Biz seni, ancak âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik”(9)
“Muhakkak ki sen, en güzel ahlâk üzeresin” (10)
İslâmiyet’te kurtuluş ve saadetin anahtarı; iman ve salih amellerdir. Allah’a, Resulü Hz. Muhammed’e, ahiret hayatına ve diğer iman esaslarına gönülden inanan, aklını hakka, kalbini hayra, azasını güzel ve faydalı işlere bağlayan, hakiki Müslümandır. Bu gibiler, kâmil iman sahibi gerçek mü’min olurlar ve Allah’ın rızasını kazanırlar.
Makalemize son vermeden önce, orijinal bulduğumuz ve müşahedeye dayanan ilmî bir yazıdan bazı pasajları okuyucularımıza sunmak istiyoruz: (11)
“İslâmiyet’in gerçek din sayılması gerektiğine dair objektif ve ilmî sebepleri aşağıdaki üç noktada özetlemek mümkündür:
1 — “Allahu Ehad” diyebilen, monoteist, yani tek tanrılı yegâne din İslâmiyet’tir. Gerçi batı ilmi, monoteist dinler arasında Yahudilik ile Hristiyanlığı da sayar. Fakat bu, tarihe ve gerçeğe aykırı bir iddiadır. Hristiyanlık göze batarcasına politeist, çok tanrılı bir dindir. Baba-oğul ikilisi aslında birdir demek, düpedüz matematikle alay etmektir. Bilindiği gibi birçok Hristiyan duaları şöyle bağlar: “Ey Tanrı, sen ki oğlunu yeryüzüne gönderdin!” Bir de "Kutsal Ruh” adı ile ne idiğü belirsiz bir üçüncü ilâh vardır: Sözde baba ile oğul arasındaki aşk! Bununla “Üçlük”, eski tâbiri ile “Teslis” tamam olmaktadır. Fakat doğrusunu isterseniz, Kutsal Ruhun mevcudiyeti, nazarî ve kitabîdir. Pratikte Meryem Ana, Teslis Çevresi içinde, çoktan kutsal ruhun yerini almıştır. Dahası var: eski çağların “Büyük Ana” yani Kubele tanrıçasının geleneği arada sırada hortladığı için, bütün Ortaçağ boyunca Baba Tanrı da oğul Tanrı da unutulmuş, hep Meryem Ana’ya tapılmıştır.”
“Hristiyanlık gibi Yahudiliğin de monoteist bir din olduğu söylenemez. Eski çağlardaki Yahudi inanışına göre Yahve yalnız Yahudilerin tanrısı idi. Sonradan Yahve cihanşümul hale getirildikten sonra bu inanış. Yahudilerin “seçilmiş kavim” olduğu görüşü halini almıştır. Fakat Yahudi dininin kaynakları incelendiği zaman açıkça görülüyor ki, Yahve, İsrael’in milli tanrısıdır. Her milletin ayrı tanrısı olduğu fikri, politeizm değil de nedir? Esasen, Yahudilerin “Kabbala” ve “Zohar” adlı kutsal kitapla, rina bakılırsa, Yahve’nin bir de, Saki- nah adlı karısı vardır!
İslâmiyet’in ise, sadece bütün milletlere değil, bütün âlemlere hâkim biricik Rabbı, Rabbü’l-Âlemin’i vardır. Bu ne kadar geniş, yüksek, kozmik, ilmî bir görüşün ifadesidir!
2 — İslâmiyet’te akla ve mantığa aykırı hiçbir husus yoktur. Bütün yapısı iki inanışa dayanır;
“Allah’dan başka, tanrı yoktur ve Muhammed O’nun elçisi ve sözcüsüdür.” Fakat İslâm dini o kadar geniş cihanşümul bir dindir ki; Museviliği de İsevîliği de, bozulmuş (muharref) birer semavî din olarak kabul eder.”
“İslâmiyet’te her şey açık, mantıklı, aydınlıktır. “Miraç” olayı bile, bugün Batıdaki “Meta-psişik” incelemeler ışığında izah edilebilecek hale gelmiştir.
Ya başka dinler Yahudilikte aklın kabul etmediği şu inanış vardır: Yahve, yani koca Tanrı oturmuş, Hazret-i İbrahim’le bir anlaşma imzalamış, daha sonra bu anlaşmayı Hazret-i Mûsâ ile yenilemiştir. Anlaşmanın hükümleri de şu; Yahudiler Yahve’ye tapacak, buna mukabil Yahve onları himaye edecek savaşta zafer kazandıracak ve vatan temin edecek. Yahve bu anlaşmaları bir de yemini ile perçinlemiştir. Bu olacak şey midir?
Hristiyanlığa gelince; bu dinde, başta “teslis” olmak üzere o kadar mantıksız şey vardır ki, Hristiyan ilâhiyatçıları mantık ile inanışı ayrı şeyler olarak kabul etmeğe mecbur olmuşlardır. Hristiyanlığın meşhur azizlerinden Saint Augustin, kendi dininin mantıksız olduğunu açıkça itiraf etmiştir. Şu sözü meşhurdur: “Credo guia absurdum est”, Yani: (Dinime) saçma olduğu için inanıyorum (!).
Burada şunu belirtmeliyim ki, sözünü ettiğim mantıksızlıklar, Protestanlıktan ziyade Katolikliktedir.
3 — İslâmiyet biricik ilâhi dinilir. Öteki iki din insan yapısıdır. Meselâ bugünkü Hristiyanlık, papazlar, piskoposlar tarafından Anadolu toprağında imal edilmiştir ve İsa’nın getirdiği dinle hemen hemen alâkası yoktur. Bu dine ait esaslar peyderpey, konsil denilen toplantılarda, insanlar tarafından alınan kararlarla meydana gelmiştir. Birinci İznik Konsili, Birinci İstanbul Konsili, Efes Konsili, Kadıköyü Konsili, İkinci, İstanbul Konsili, ikinci İznik Konsili, Üçüncü İstanbul Konsili vs. İsa’nın tanrılığına, ölümünden üç yüz yıl kadar sonra karar verilmiştir.
Yahudi dinine gelince; bu din, İslâmiyet’in zuhuruna kadar oldukça iptidaî bir din idi. Yukarıda anlattığım gibi eski Yahudi dini, bir milli tanrı ile yapılan anlaşmaya dayanıyordu. Bu yeminli anlaşmaya Yahudi edebiyatında “Evlilik sözleşmesi” adı verilirdi. Çünkü Yahve, İsrail milletinin hocası idi. İslâmiyet yayılıncaya kadar, sinagoglarda yapılan dualar şu mealde idi:
“Ey krallar kralı, kutsal varlık, sen bizi himaye edeceğine, bize toprak sağlayacağına dair atalarımıza yemin ettin, taahhüt altına girdin. Sözünü yerine getirmeni bekliyoruz.”
Bütün bunları müşahede etmek için, bizzat Yahudi yazarları tarafından yazılmış ve Arthur Hertzberg tarafından yayınlanmış “Judaizm” adlı eseri karıştırmak kâfidir.
Dokuzuncu yüzyıldan itibaren, İslâmiyet’in tesiriyle, Yahudiler arasında büyük din bilginleri yetişti. Bunların bir kısmı eserlerini Arap dilinde yazmışlardır. İslâmiyet’in yüksek esaslarından ilham alan bu din bilginleri sayesinde Yahudi dini ulvileşti, dualar mânevî hava, Yahve de cihanşümul mahiyet kazandı. Bugünkü Yahudi dini, büyük çapta bu, filozofların yani insanların eseridir. Esasen şu noktayı göz önünde tutmak lazımdır ki; Yahudi dini din olmaktan ziyade, millî tarihe dayanan bir milliyetçilik ülküsüdür.
İslâmiyet’in menşei insani değil, İlâhidir, Kur’ân-ı Kerîm’deki sûreler vahiy neticesi meydana gelmiştir. Vahiy vakaları birer efsane değil, tarihî birer olaydır. İslâm Dini’nin ortaya koyduğu ve tavsiye ettiği esaslar zamanın geçmesi ile eskimiyor, bilakis tazeleşiyor, aktüelleşiyor” (12)
(1) Âl-i îmran: 19
(2) Fazla bilgi için Bkz: Ali Arslan Aydın: İslâm İnançları ve Felsefesi (İlm-i Kelâm), VI, Bölüm (İstanbul–1980)
(3) Tevbe: 30–31
(4) Hicr: 9
(5) Al-i Imran: 19
(6) Al-i Imran: 85
(7) Tevbe: 33
(8) Sebe’: 28.
(9) Enbiya: 107.
(10) Kalem (Nun): 4.
(11) Adile Ayda: Gerçek Din İslâm (Tercüman Gazetesi, 21.8.1976)
(12) Bu konuda fazla bilgi için Bkz: Ali Arslan Aydın: a.g.e. 1. 430-443