Makale

İSLÂM’IN DİĞER SEMAVÎ DİNLERE ÜSTÜNLÜĞÜ

İSLÂM’IN DİĞER SEMAVÎ DİNLERE ÜSTÜNLÜĞÜ

Dr. Ali Arslan AYDIN
Din işleri Yüksek Kurulu Üyesi

Akl-ı selim sahibi her insan kolayca anlar ki; kâinat, gayesiz ve hikmetsiz olarak yaratılmamış, ha­yat, maksatsız, abes ve rasgele bir akışa terk edilmemiştir. Zira kâinat nizamını ve kendi varlığının ince­liklerini düşünen her insan bilir ve kavrar ki; bu âlemi yaratan, eşsiz nizamını kuran, onu idare eden ve zerreden küreye kadar hükmeden mutlak kudret ve ezelî hikmet sahibi Yüce bir Yaratıcı vardır. Bu âlem içindeki insanın, kâinatta, mevcut canlı cansız varlıklar arasında müm­taz bir mevkii vardır. Çünkü o, hak­kı bâtıldan, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ve hayrı şerden ayırabilecek akıl cevheriyle muttasıf olarak ya­ratılmıştır. Ruh ve bedenden teşekkül eden ve akılla mücehhez olan insan, bu yaratılışı ile en şerefli varlıktır. Bu bakımdan, kâinattaki her şey; gökyüzü, yeryüzü ve her ikisinde mevcut canlı cansız varlıkların hep­si, insanın emrine ve hizmetine veril­miştir.

Buna rağmen insan, aklı ve hür iradesi ile her şeyi bilecek, anlayacak ve yapacak kudrete sahip değildir. Belki o, varlığına inandığı Yüce Al­lah’ın ilâhî vahyine ve hidayetine muhtaçtır. Bu sebepledir ki, Hak Teâlâ’nın insanoğluna verdiği en bü­yük nimetlerden biri, işte bu İlâhî vahy, yani "Din ve Peygamberlik Müessesesi”dir. Zira insan bu yüce gerçekleri ancak vahy yoluyla ken­disine bildiren ilâhî elçiler, yani Pey­gamberler vasıtasıyla kavrayabilir. İnsanların dünya ve ahiret saadeti için Allahu Teâla’nın vaz’ ettiği ve insanlık tarihi ile başlayan hak din, ceddimiz ilk peygamber Âdem Aleyhisselâm’ın bildirdiği İslâm’dır.

Nitekim Hak Teâlâ:

“Allah katında yegâne hak din İslâm’dır”(1) buyurmuştur.

Her Peygamber, gönderildiği mil­letlere her devirde, bu gerçeği bildir­miş Allah’ın ilâhî dinini, yüce emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmiş, bu hükümleri kendi nefsinde tatbik ede­rek ve bizzat yaşayarak milletine ör­nek olmuştur. Bu ilâhî esasa göre Halikımız Yüce Allah, yarattığı ilk insana Peygamberlik rütbesi vermiş, ilâhî sırlarını bildirmiş, Meleklerine O’na tazimi emretmiş, böylece Âdemoğullarına dinî yaşayışı kudsî bir mes­lek haline getirmiştir. Artık beşeriyet için yegâne hak din İslâm, asil ve kudsî bir hayat kanunu olmuştur.

Fakat aynı zamanda hür bir ira­deye, yani hayrı şerri seçme hürriye­tine sahip olan insanoğlu, dâr-ı imtihan sayılan bu dünya hayatında dai­ma hak dine ve peygamberlere tabi olmamış, bazen nefsine ve şeytana kapılarak, dalâlete sapmış, Allah’a ve Resullerine itaatsizlik göstermiş­tir. Zaman zaman zuhur eden müfsitlerin bozguncu hareketleri ve sa­pık fikirleriyle sağlığı bozulan ve hakikatleri kaybolan ilâhî dini ihya et­mek ve insanlara yeniden öğretmek gayesiyle Hak Teâlâ her devirde Pey­gamberler göndermiş, onlara indirdi­ği yeni Suhuf ve Kitaplarla yüce di­nini yenilemiş ve değişen cemiyetle­rin ihtiyarlarına göre dinini de geliş­tirmiştir. İlâhî Sahifeler ile Tevrat, Zebur ve İncil gibi Mukaddes Kitap­lar, hep bu maksatla ve aynı ihtiyacı karşılamak gayesiyle indirilmiştir.

Ancak, o zamanın imkânları ile bu kitapların ilâhî hüviyeti muhafaza edilememiş, hatta geçici heves ve maksatlarla tahrif ve tebdile uğraya­rak değiştirilmiş, bazı insanlarca ye­niden yazılmış, böylece birçok Tevrat ve pek çok İncil nüshaları meydana gelmiştir. (2)

Bu davranışlar, Allah’ın vaz’ ettiği Hak dinin ilâhî hüviyet ve asaletini zamanla bozmuş aslında ilâhî olan geçmiş Mukaddes Kitapların kaybol­masına sebebiyet vermiştir. Nitekim bu tahrif ve tebdil sonunda, yazılan İnciller adedince yeni “Muharref Din­ler” ortaya çıkmış, Yahudilik ve Hristiyanlık, insanları bir Allah’a ve Mukaddes bir kitaba bağlayamaz ha­le gelmiştir. Bu konuda Hak Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Yahudiler: “Üzeyr, Allah’ın oğ­ludur” dediler. Hristiyanlar da: “Me­sih, Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onlara, ağızlarında (geveledikleri) kendi sözleridir. Allak onları yok et­sin! Nasıl da uyduruyorlar! Onlar Allah’ı bırakıp, Hahamlarını, Rahip­lerini ve Meryem oğlu Mesihi Rabları olarak kabul ettiler. Hâlbuki onlar, tek bir ilâha (Allah’a) ibadet etmekle emredilmişlerdi. O’ndan başka ilâh yoktur. (Allah) onların ortak koştu­ğu şeylerden münezzehtir.”(3)

İşte bu duruma düşen, şirk, is­yan ve dalâlet bataklığına gömülen insanlığa, hidayet rehberi ve âlemle­re rahmet olarak en son ve en büyük Peygamber Hz. Muhammed (A.S.) gönderilmiştir. Hak Din İslâm’ın gü­neşi, Mekke’de onunla yeniden doğ­muş, beşeriyet tek bir Allah’a imana, yalnız O’na kulluk ve ibadete davet edilmiştir. Böylece, daha önce gön­derilen Peygamberlerin devri kapan­mış, indirilen İlâhî Kitapların hük­mü kaldırılmıştır. Çünkü, bu Kitap­larla bildirilen ilâhî hükümler, Kur’ân-ı Kerîm’le tamamlanarak kema­le erdirilmiş, Allah’ın razı olduğu ye­gâne kitap Kur’ân, beşeriyetin en son insanlık âlemine sunulmuştur. Artık, Allah katında kabule şayan yegâne din İslâm, hükmü değişmeyecek ye­gâne kitap Kur’ân, beşeriyetin en son peygamberi ve hidayet rehberi Muhammed Aleyhisselâm olmuştur.

Zira Din; İslâm’la, Kitap Kur’ân’la, Peygamberlik Resûl-i Ekrem’le kemale erdirilmiş, Kıyamete kadar Kur’ân’ın ve O’nun bildirdiği İslâm’ın muhafaza edileceği Hak Teâlâ tarafından va’d edilmiştir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Allahû Teâlâ:

“Muhakkak ki Kur’ân’ı Biz indirdik. O’nun koruyucuları da mutlak surette biziz”(4) buyurmuştur.

Bu gerçek, Kur’ân’nı ilâhî bir mucize, İslâm’ın da ebediyet dini ol­duğunu gösterir. Nitekim böyle bir va’d-i ilâhî, hiçbir Mukaddes Kitap için varid olmamış, bu sebeple hiçbir kitap, aslî hüviyetiyse muhafaza edil­memiştir. Çünkü en kâmil kitap Kur’ân-ı Kerîm mevcut iken, hükümden kaldırılan önceki kitapları muhafazaya lüzum ve ihtiyaç yoktur.

Bu gerçekleri bilen ve gören her akl-ı selim sahibi, artık Son Peygam­ber Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a inanmakta, Kur’ân hükümlerini ka­bul ederek, yegâne Hak Dîn Islâm’ı seçmekte tereddüt göstermez. Çünkü Hâk Teâlâ Âl-i Imran Sûresi’nde

“Allah katında (makbul olan) din, şüphesiz İslâm’dır Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten (ve hakikati bildikten) sonra arala­rındaki ihtiras yüzünden ihtilâfa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini in­kâr ederse, bilsin ki Allah, hesabı pek çabuk görendir.” (5) buyurmuş, daha sonra aynı sûrede:

‘’Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (istediği din) ondan asla ka­bul olunmaz ve o, ahirette de zarar göreceklerdendir” (6) buyurularak, kurtuluşun ve ebedî saadetin İslâm’­da olduğu bildirilmekte, İslâmiyet’ten başka bir dinde olanların, inkârda ve dalâlette kaldıkları, ahirette de, hüs­rana ve azaba düşecekleri beyan edilmektedir.

Tevbe Sûresi’nde ise; İslâm’ın yegâne hak din ve hidayet kaynağı olduğu, bütün dinlere üstün ve gâlib geleceği şöyle ilân edilmiştir:

“Resulünü, hidayetle ve Hak din ile bütün dinilere üstün ve galib kıl­mak için gönderen O’dur. İsterse müş­rikler hoş görmesinler.” (7)

O halde beşeriyeti dünyada saa­dete, âhirette selâmete götürecek yegâne din, İslâmiyet’tir. Çünkü İslâm, geçmiş asırların insanları şaşırtan bütün bâtıl inanışlarına, getirdiği tevhld akidesiyle son vermiş, küfür ve şirk putlarını kırmış, evham ve ef­saneleri yıkmış, her türlü kötülüğü, ahlâksızlığı ve fısk-i fücuru kaldıra­rak, yerine, insan aklına ve fıtratına en uygun olan gerçek inanç sistemi­ni, güzel ahlâk ve faziletleri, hak ve hakikati, huzur ve saadeti, içtimai adaleti getirmiş, din kardeşliğini, yar­dımlaşma ve dayanışmayı, hülâsa; sözde, özde ve fiilde doğruluğu emretmiştir.

Hak Teâlâ, insanlık âleminin en son ve en büyük peygamberi Hz. Muhammed (A.S.) hakkında şöyle buyu­ruyor:

“Biz seni, ancak bütün insanlara müjdeci ve (İlâhi azab ile) korkutu­cu olarak gönderdik” (8)

“Biz seni, ancak âlemlere rah­met olmak üzere gönderdik”(9)

“Muhakkak ki sen, en güzel ahlâk üzeresin” (10)

İslâmiyet’te kurtuluş ve saadetin anahtarı; iman ve salih amellerdir. Allah’a, Resulü Hz. Muhammed’e, ahiret hayatına ve diğer iman esas­larına gönülden inanan, aklını hak­ka, kalbini hayra, azasını güzel ve faydalı işlere bağlayan, hakiki Müslümandır. Bu gibiler, kâmil iman sa­hibi gerçek mü’min olurlar ve Al­lah’ın rızasını kazanırlar.

Makalemize son vermeden önce, orijinal bulduğumuz ve müşahedeye dayanan ilmî bir yazıdan bazı pasaj­ları okuyucularımıza sunmak istiyo­ruz: (11)

“İslâmiyet’in gerçek din sayılması gerektiğine dair objektif ve ilmî sebepleri aşağıdaki üç noktada özet­lemek mümkündür:

1 — “Allahu Ehad” diyebilen, monoteist, yani tek tanrılı yegâne din İslâmiyet’tir. Gerçi batı ilmi, mono­teist dinler arasında Yahudilik ile Hristiyanlığı da sayar. Fakat bu, ta­rihe ve gerçeğe aykırı bir iddiadır. Hristiyanlık göze batarcasına poli­teist, çok tanrılı bir dindir. Baba-oğul ikilisi aslında birdir demek, düpedüz matematikle alay etmektir. Bilindiği gibi birçok Hristiyan duaları şöyle bağlar: “Ey Tanrı, sen ki oğlunu yeryüzüne gönderdin!” Bir de "Kutsal Ruh” adı ile ne idiğü belirsiz bir üçüncü ilâh vardır: Sözde baba ile oğul arasındaki aşk! Bununla “Üç­lük”, eski tâbiri ile “Teslis” tamam olmaktadır. Fakat doğrusunu isterse­niz, Kutsal Ruhun mevcudiyeti, na­zarî ve kitabîdir. Pratikte Meryem Ana, Teslis Çevresi içinde, çoktan kutsal ruhun yerini almıştır. Dahası var: eski çağların “Büyük Ana” yani Kubele tanrıçasının geleneği arada sırada hortladığı için, bütün Ortaçağ boyunca Baba Tanrı da oğul Tanrı da unutulmuş, hep Meryem Ana’ya tapılmıştır.”

“Hristiyanlık gibi Yahudiliğin de monoteist bir din olduğu söylenemez. Eski çağlardaki Yahudi inanışına gö­re Yahve yalnız Yahudilerin tanrısı idi. Sonradan Yahve cihanşümul ha­le getirildikten sonra bu inanış. Yahudilerin “seçilmiş kavim” olduğu görü­şü halini almıştır. Fakat Yahudi di­ninin kaynakları incelendiği zaman açıkça görülüyor ki, Yahve, İsrael’in milli tanrısıdır. Her milletin ayrı tan­rısı olduğu fikri, politeizm değil de nedir? Esasen, Yahudilerin “Kab­bala” ve “Zohar” adlı kutsal kitapla, rina bakılırsa, Yahve’nin bir de, Saki- nah adlı karısı vardır!

İslâmiyet’in ise, sadece bütün milletlere değil, bütün âlemlere hâkim biricik Rabbı, Rabbü’l-Âlemin’i vardır. Bu ne kadar geniş, yüksek, kozmik, ilmî bir görüşün ifadesidir!

2 — İslâmiyet’te akla ve mantı­ğa aykırı hiçbir husus yoktur. Bütün yapısı iki inanışa dayanır;

“Allah’dan başka, tanrı yoktur ve Muhammed O’nun elçisi ve sözcüsü­dür.” Fakat İslâm dini o kadar geniş cihanşümul bir dindir ki; Museviliği de İsevîliği de, bozulmuş (muharref) birer semavî din olarak kabul eder.”

“İslâmiyet’te her şey açık, mantıklı, aydınlıktır. “Miraç” olayı bile, bugün Batıdaki “Meta-psişik” ince­lemeler ışığında izah edilebilecek hale gelmiştir.

Ya başka dinler Yahudilikte aklın kabul etmediği şu inanış vardır: Yahve, yani koca Tanrı oturmuş, Hazret-i İbrahim’le bir anlaşma im­zalamış, daha sonra bu anlaşmayı Hazret-i Mûsâ ile yenilemiştir. Anlaş­manın hükümleri de şu; Yahudiler Yahve’ye tapacak, buna mukabil Yahve onları himaye edecek savaşta za­fer kazandıracak ve vatan temin edecek. Yahve bu anlaşmaları bir de yemini ile perçinlemiştir. Bu olacak şey midir?

Hristiyanlığa gelince; bu dinde, başta “teslis” olmak üzere o kadar mantıksız şey vardır ki, Hristiyan ilâhiyatçıları mantık ile inanışı ay­rı şeyler olarak kabul etmeğe mec­bur olmuşlardır. Hristiyanlığın meş­hur azizlerinden Saint Augustin, ken­di dininin mantıksız olduğunu açıkça itiraf etmiştir. Şu sözü meşhurdur: “Credo guia absurdum est”, Yani: (Dinime) saçma olduğu için inanıyo­rum (!).

Burada şunu belirtmeliyim ki, sözünü ettiğim mantıksızlıklar, Protes­tanlıktan ziyade Katolikliktedir.

3 — İslâmiyet biricik ilâhi din­ilir. Öteki iki din insan yapısıdır. Me­selâ bugünkü Hristiyanlık, papazlar, piskoposlar tarafından Anadolu top­rağında imal edilmiştir ve İsa’nın ge­tirdiği dinle hemen hemen alâkası yoktur. Bu dine ait esaslar peyder­pey, konsil denilen toplantılarda, in­sanlar tarafından alınan kararlarla meydana gelmiştir. Birinci İznik Konsili, Birinci İstanbul Konsili, Efes Konsili, Kadıköyü Konsili, İkinci, İs­tanbul Konsili, ikinci İznik Konsili, Üçüncü İstanbul Konsili vs. İsa’nın tanrılığına, ölümünden üç yüz yıl ka­dar sonra karar verilmiştir.

Yahudi dinine gelince; bu din, İs­lâmiyet’in zuhuruna kadar oldukça iptidaî bir din idi. Yukarıda anlat­tığım gibi eski Yahudi dini, bir milli tanrı ile yapılan anlaşmaya dayanı­yordu. Bu yeminli anlaşmaya Yahudi edebiyatında “Evlilik sözleşmesi” adı verilirdi. Çünkü Yahve, İsrail milleti­nin hocası idi. İslâmiyet yayılıncaya kadar, sinagoglarda yapılan dualar şu mealde idi:

“Ey krallar kralı, kutsal varlık, sen bizi himaye edeceğine, bize top­rak sağlayacağına dair atalarımıza yemin ettin, taahhüt altına girdin. Sö­zünü yerine getirmeni bekliyoruz.”

Bütün bunları müşahede etmek için, bizzat Yahudi yazarları tarafın­dan yazılmış ve Arthur Hertzberg ta­rafından yayınlanmış “Judaizm” adlı eseri karıştırmak kâfidir.

Dokuzuncu yüzyıldan itibaren, İslâmiyet’in tesiriyle, Yahudiler ara­sında büyük din bilginleri yetişti. Bunların bir kısmı eserlerini Arap di­linde yazmışlardır. İslâmiyet’in yük­sek esaslarından ilham alan bu din bilginleri sayesinde Yahudi dini ulvi­leşti, dualar mânevî hava, Yahve de cihanşümul mahiyet kazandı. Bugün­kü Yahudi dini, büyük çapta bu, filo­zofların yani insanların eseridir. Esasen şu noktayı göz önünde tutmak lazımdır ki; Yahudi dini din olmaktan ziyade, millî tarihe dayanan bir milli­yetçilik ülküsüdür.

İslâmiyet’in menşei insani değil, İlâhidir, Kur’ân-ı Kerîm’deki sûreler vahiy neticesi meydana gelmiştir. Vahiy vakaları birer efsane değil, tarihî birer olaydır. İslâm Dini’nin ortaya koyduğu ve tavsiye ettiği esaslar za­manın geçmesi ile eskimiyor, bilakis tazeleşiyor, aktüelleşiyor” (12)

(1) Âl-i îmran: 19

(2) Fazla bilgi için Bkz: Ali Arslan Aydın: İslâm İnançları ve Felse­fesi (İlm-i Kelâm), VI, Bölüm (İstanbul–1980)

(3) Tevbe: 30–31

(4) Hicr: 9

(5) Al-i Imran: 19

(6) Al-i Imran: 85

(7) Tevbe: 33

(8) Sebe’: 28.

(9) Enbiya: 107.

(10) Kalem (Nun): 4.

(11) Adile Ayda: Gerçek Din İslâm (Tercüman Gazetesi, 21.8.1976)

(12) Bu konuda fazla bilgi için Bkz: Ali Arslan Aydın: a.g.e. 1. 430-443