Makale

ÖLÜM GERÇEĞİ ve ALLAH İNANCI

ÖLÜM GERÇEĞİ ve ALLAH İNANCI

Habil ŞENTÜRK
Dokuz Eylül Ü. İlahiyat Fak.
Öğr. Görevlisi

I — Ölüm ve İnsan Psikolojisi

Ölüm üzerine, çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. (1) Bu, onun herkesle ilgili bir konu olmasındandır. Öyle ki, hayatımız boyunca pek çok kereler ölümün sıkıntısını yaşamış; bazen rü­yalarımızda ölüp dirilmişizdir. Her ölüm olayı karşısında kendimize çeki düzen vermek ve hayatımızı yeniden gözden geçirmek ihtiyacını, günahla­rımızın çokluğu karşısında da ölüme hazır olamamanın dehşetini duymu­şuzdur.

Ölüm olayı, Allah’a inanan ve inanmayan bütün insanlar için —çö­zümü kolay veya zor— bir problem teşkil etmiştir.

Kişi daha çok, yalnız kaldığı ve­ya yalnızlık duygusuna kapıldığı za­manlarda ölümü hatırlıyor ve onun bunalımlarına düşüyor. Bir de karam­sar olduğu ve kişiyi karamsarlığa iten durumlar karşısında kaldığında… Hayatın zevkleri, neşeleri ve yaşanmaya değer yanları olduğu kadar; insanı kıskacına alan, âciz bırakan ve bük­lüm büklüm kıvrandıran kâbuslu yönleri de vardır. Neşeli za­manlarında dünyayı kendisinin sa­nat ve ölümü unutan kişi; dertlerin, sıkıntıların ve hayatın en­gelleri karşısında kendine gelmekte, geleceğini düşünmek ihtiyacını duy­maktadır. Hayatın gayesini, “mechûle giden gemi” (2)nin nerede duracağını, bunun için ne yapmak gerektiğini araştırmaktadır.

Elbette bu olay karşısında, çeşit­li kimselerin değişik tavırları olacak­tır. Bazıları bu gerçekten, psikolojik bir kaçışla uzaklaşırken; bazıları da problemin üzerine giderek ya Yunus gibi sağlam bir dinî inançla ölümü aşacak(3) veya Cahit Sıtkı gibi sıkın­tılarını feryatlar halinde şiirlere dö­nüştürecektir.(4) Yahya Kemal, “ö­lüm âsûde bahar ülkesidir bir rin­de.” (5) derken; Yunus Emre, “ölümden ne korkarsın, korkma edebî var­sın!” diyerek ölüm gerçeğini sarsılmadan kabullenmektedir. Böylece ölümden Allah ve ahiret inancına geçmekte, onu ebediyata açılan bir kapı ola­rak görmektedir.(6) C. Sıtkı ise, ha­yatın nimetlerinden olabildiğince fay­dalanmak, “gününü gün etmek” is­tediği halde, dünya ne kadar güzel olursa olsun içindeki sonsuzluk duy­gusunu ve ebediyet iştiyakını yok e­dememekte ve içine girdiği kâbustan Allah’a sığınmaktadır:

Şaşırdım kaldım nasıl atsam adım;

Gün kasvet gece kasvet.

Bulutlar, sisler içinde bunaldım;

Gök mavisine hasret.

Olmuyor seni düşünmemek Tanrım,

Ummamak senden medet.

Suyun dibine vardı ayaklarım;

Suyun dibinde zulmet.

Kalmadı ümidin soluk ve cılız

Işığında bereket.

Ve ölüm, kapımda, kişner, sabırsız

Bir at oldu nihayet. (7)

Burada dikkati çeken nokta; C. Sıtkı’yı kuru "realizm” (8) tatmin etmemekle, Allah’ı düşünmeden “ayak­ların suya değmesi” değil, “suyun di­bine varması” bile yetmemektedir. Peyami Safa’nın dediği gibi: “Allah fikri öyle bir güneştir ki onsuz her îzâh karanlıkta kalır.”(9) Bu psikolojik durumu ortaya koyan âyet-i kerî­meyi hatırlamadan geçemeyiz: "Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ı an­makla tatmin olur, sükûn bulur.” (10)

Şimdi de ölüm gerçeğini kabul edememenin sebep olduğu psikolojik kaçışlar üzerinde duralım.

Ölüm, doğum kadar, hayat kadar gerçek. “Bütün büyük dinlerin çabası, gelişmemiş zihin ve zekâların bir tür­lü kabullenemedikleri fakat mukad­der olan sonucu, ölümü değerlendir­mek ve her kişiyi ona hazırlamak olmuştur.” (11) Nitekim bu gerçek yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de en sade bir ifade ile belirtilmektedir: “Her nefis ölümü tadacaktır.” (12)

Ölüm gerçeğini kabullenememekten doğan bir takım ruh hastalıkları ve davranış bozuklukları göze çarp­maktadır. Aslında insanda bulunan bütün hasseler gibi ölüm korkusu da bir denge unsurudur, ölüm korkusu olmasaydı sosyal düzeni sağlamak, kötü niyetli kimselerin çıkaracağı anarşiye mani olmak mümkün olmazdı. Ancak, sosyal denge hesabına fer­din psikolojik dengesi de feda edile­mez. Bu sebeple ölüm korkusu belli şuurlar içinde tutulmak zorundadır. Ölüm korkusu hayatı zehir eden, ya­şanmaz hâle getiren bir unsur durumuna geldiğinde, çeşitli patolojik hal­ler kaçınılmaz olacaktır. Her şeyin yeteri kadarı nasıl hem lüzumlu, hem de faydalı iken fazlası zararlı ise; ö­lüm korkusunun da belli ölçüleri aş­ması, bir takım intibaksız davranışlara ve psikolojik patlamalara sebep ol­maktadır. Öyle ise onu dengede tuta­cak zararlı olmaktan alıkoyacak bir başka unsura ihtiyaç vardır. Sahip olunması gereken bu unsur da sağlık­lı bir akıl ile sağlıklı dinî inançlar­dır. (13)

Burada denge konusunda birkaç söz daha söylenmesi faydalı olacak­tır. Nasıl, biyolojik hayatımızda meydana gelen ihtiyaçlar, bedenî ıstıraplara sebep olarak biyolojik dengenin sağlanması için bir uyarıcı durumuna geliyorlarsa; rûhî hayatımızda da genelde bir duygu-akıl dengesi olduğu gibi çeşitli duygularımız arasında da bir denge mevcuttur. Söz gelimi korku-ümid dengesi gibi.

İslâm dininde, insanın bu gerçe­ğini gözeterek inanç-davranış bütün­lüğü korku-ümid dengesine oturtul­muştur, (14)

Şimdi yeniden, ölüm olayının in­san üzerindeki tesirlerine dönelim.

Ölüm olayı, insanın düğünce ha­yatı üzerinde de bir takım değişiklik­lere sebep olmakta; ölümü düşünen insan, ötesini de düşünmek ihtiyacını duymaktadır. Aslında her olay, insa­nın zihnî hayatında belli bir tesir göstermektedir. Zihnî bir ameliye ile o­laylar arasında irtibat kurularak ye­ni yeni sonuçlara gidilmekte, inançla­rımız ve kanaatlerimiz bu sonuçlara göre oluşmaktadır. Her eserin bir müessiri olduğu gibi ölüm olayını da meydana getiren bir yaratıcı vardır. Bu sonuca giderken ortaya çıkan zih­nî olaylar iç içe kompleks bir durum arz eder. Ancak biz ana hatlarıyla be­lirttiğimiz bu olaylar zincirinin tefer­ruatına girmeden kısa bir değerlen­dirme yapmaya çalışacağız.

Ölümden Allah’a ve ahiret inan­cına geçmek, kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır çünkü, nasıl olayları başıboş, sahipsiz ve düzensiz kabul etmek mümkün değil­se; ölümü de sahipsiz ve manasız ola­rak değerlendirmek abestir. Nitekim Allah Teâlâ, hayatın ve ölümün ya­ratılış gayesini imtihan olarak belirt­mektedir: “Hanginizin daha iyi dav­ranışta bulunacağını imtihan etmek için ölümü de hayatı da yaratan O’dur.”(15) Bir başka âyette ise mealen: “’Allah’ın rahmetinin belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümünden sonra na­sıl diriltiyor? Şüphesiz ölüleri O di­riltir. O, her şeye Kâdir’dir.”(l6) buyrulmakta ve insanların olaylar karşı­sında uyanık bulunmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Ayrıca, kış gelin­ce ölüm uykusuna dalan tabiatın, (17) baharda yeniden nasıl diriltildiğine dikkat çekilerek yeryüzündeki bu ta­biî hâdiselerden ahiret inancına ge­çilmekte, Allah’ın (C.C.), varlık âleminin düzenleyicisi ve yaratıcısı (Kâdir-i Mutlak) olduğu belirtilmektedir. Böylece, olaylar arasındaki sebep - sonuç ilişkisi ve hâdiselerin sağlıklı değerlendirilebilmesi için akla yol gösterilmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki ölüm bir gerçektir. Her gerçek olay gibi onun da hayatta bir yeri vardır. Bu sebeple görmezlikten gelinemez. Hat­ta sağlıklı bir değerlendirme sonucu hayatın akışını faydalı bir şekilde yönlendirebilir. Gerçeklerden kaçmak ise, insanı hayata uyumsuz bir hale getirir, bunalımlar içine iter. Hayatın dengeli bir şekilde devamı için gerekli olan gerçekleri saklamak, saptır­mak veya inkâr etmek değildir. Ak­sine; her şeye değeri kadar önem vermek, olduğu gibi kabul etmek ve ol­duğundan fazla büyütmemektir.

Buna göre, ölüm karşısında insa­nın normal tutumu ne olmalıdır, diye bir soru akla gelebilir. Bu noktada iki konunun göz önüne alınması gerek­mektedir.

1 — Kişinin kendini psiko­lojik olarak ölüm olayına hazırlama­sı,

2 — Ölüm sonrası için sağlıklı bir inanç sistemine göre hayatını düzenleyerek hazırlanması.

İslâm’a göre dünya, ahiretin tar­lası ve ölüm sonrasında ebedî bir ha­yat olduğundan, kişinin dünya haya­tını Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşaması gerekmektedir. Böylece kişi, hem dünyasını geleceğinden ümitle ve mutlu bir şekilde yaşayacak hem de ölüm sonrasına kendisini hazırlama gayreti içinde olacaktır. Ni­tekim Hz. Peygamber (s.a.v), dünya nimetlerine ağırı bir meyil sonucu psikolojik dengenin bozulmasına karşı hırslarımızı frenlememiz ayrıca ahiret hayatına gereği gibi hazırlanabilmemiz için ölümü sık sık hatırlamamızı (18) istemektedir. Bir âyette de Allah Teâlâ: “Allah’ın sana verdi­ği şeylerde ahiret yurdunu ara, dün­yadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de başkala­rına ihsan et. Yeryüzünde bozguncu­luk arama. Doğrusu Allah bozguncu­ları sevmez” (19) buyurmakta ve dünya-ahiret dengesinin gereğini vurgulamaktadır.

Bir gün bitecek rüya, dünya

sona erecek,

Ölüm denilen varlık Hakk’ın

emri, gelecek. (20)

II — Ölüm Karşısında Mutasav­vıfların Tutumu

Her ne kadar asr-ı saâdette, “ta­savvuf” tabiri kullanılmıyorsa da, mutasavvıflar dînî anlayışlarının kaynağını ashâba ve Hz. Peygam­ber (s.a.v)’e dayandırmaktadırlar. Bu sebeple konumuza, Hz. Peygamber zamanından başlamak gerekmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.v), oğlu İbrahim’in vefatı sırasında iki gözü yaşlar içindeydi. Bu durum karşısın­da Abdurrahmân b. Avf: “Yâ Rasûlallâh! Halk musibet zamanında sabretmeyebilir, fakat sen de mi?” diye teaccüb etti. Allah Rasûlü: “Ey İbn Avf! Bu hal, (babanın çocuğuna karşı beslediği) sevgi ve şefkattir. (Yoksa sabır ve tevekküle münâfî bir hal de­ğildir.)” buyurdu. Sonra yeniden ağlamaya başladı ve şöyle buyurdu: ’‘Göz ağlar, kalp mahzun olur. Biz, Rabbimiz’in râzı olacağı sözden başka bir kelime ile üzüntümüzü izhar etmeyiz. Ey İbrahim! Biz, senin ayrılığına pek ziyade mahzun ve mükedderiz.” (21) Burada O’nun, ölüm karşısındaki tu­tumunu tespit edebilmekteyiz. Dik­katimizi çeken bir nokta var ki, Rasûlüllah (s.a.v), en yakını ve ciğerparesi oğlunun ölümü karşısında gayet tabiî bir tavır içinde sessizce ağla­maktadır. Feryat ve figan etmeden, aşırı bir heyecana kapılmadan içinde bulunduğu hali tezâhür ettirmektedir. Ashâp, bunu bile O’na çok görmüş olmalıdırlar ki "sen de mi”? diyorlardı. Bu durum karşısında O da, bir insan olması dolayısıyla —bir peygamber bile olsa— insanın, kendi tabiî yaşayışlarının dışına çıkamayacağını bunun bir baba şefkatinin tezahürü ol­duğunu belirtiyordu. Nitekim O’nu, bir de Sa’d b. Ubâde’yi şiddetli hastalığı sırasındaki ziyaretinde ağlarken görmekteyiz. (22)

Hz. Ömer’in (r.a) de ölüm karşı­sındaki tutumu dikkate değer. O’nun yüzüğünde: “Yâ Ömer! Sana vâiz ve nasîhatçi olarak ölüm yeter.” (23) ya­zılıydı. Ölümü düşünmenin insan davranışları üzerindeki etkisini orta­ya koyan bu ifadeyi yüzüğüne yazdırmış olması, O’nun ölüm karşısındaki müspet tavrını belirlemektedir.

Burada Hz. Bilâl ile Hz. Hasan’ın ölüm karşısındaki durumlarını da belirterek mutasavvıflarınkine geçebiliriz.

"Hz. Bilâl’in (r.a.) vefatı yaklaştığında karısı: "Âh! Ne kadar mahzûnum,” demişti. Bilâl (r.a.) ise: “Oh! Ne kadar sevinçliyim, yarın dostları­ma; Hz. Muhammed ve arkadaşlarına kavuşacağım,” demiştir." (24) Hz, Ali (r.a)’nin oğlu Hz. Hasan (r.a.) ölüm zamanı yaklaşınca ağlamağa başla­mıştı. “Neden ağlıyorsun?” diye so­rulunca: “Görmediğim Efendim’in huzuruna çıkıyorum,” demişlerdi. (25)

Ölüm karşısında, mutasavvıfların da tutumu farklıdır. "Bazı evliya üze­rinde heybet hâli (Allah korkusunun tezahürü olan bir hâl), bazılarında ise ümid hâli galip olur. Bâzı sûfîlere ise, bu durumda (ölüm ânında) öyle şeyler keşfolunur ki, bu hâl on­ların sükûn ve güzel bir güven hissi içinde olmalarını icap ettirir.” (26) Mutasavvıfların bu hallerine dair ba­zı misaller görelim:

"Ölüm hâlinde iken İbn Atâ, Cüneyd’in yanına geldi ve selam verdi. Cüneyd mukabelede gecikti ve biraz sonra: “Beni mâzur görün, virdim ile meşgul idim.” dedi ve hayata gözlerini yumdu..” (27) Hayru’n-Nessâc, Cüneyd’in akranı ve devrinin ulula­rından olup teslimiyeti ile temâyüz etmişti.(28) Nessâc’ın ölüm ânı yak­laştığında namaz vakti idi. “Ölüm sarhoşluğu geçip kendisine gelince, kapıya doğru baktı ve (Azrâil’in gelmekte olduğunu görünce) şöyle dedi: “Dur! Allah âfiyetler versin, bekle! Sen sâdece ferman getiren bir kul­sun. Ben de emir altında bir kulum. Sana emredilen şeyin îfâ edilmesi el­den kaçmaz, fakat bana emredilen şeyin edası elden kaçabilir. Müsaade et de önce emredilen şeyi ben icra ede­yim (namazımı kılayım), sonra sen emrolunduğun husûsu îcrâ edersin...” Sonra su istedi, abdest aldı, akşam namazını kıldı ve ruhunu teslim et­ti. (29) Can çekişen Bişr Hafi’ye: "Ey Bişr, hayatı seviyor gibisin?” denil­miş. O da: “Azîz ve Celîl olan Allah’ın huzuruna çıkmak cidden çok çetin oluyor.” diye cevap vermiş­ti.” (30) Ruhunu teslim etmek üzere olan bir sûfiye: “’Allah! de,” denilin­ce: “Allah aşkıyla yanmaktayım, da­ha ne zamana kadar bana; “Allah! de.” deyip duracaksınız?” demişti.” (31) “Ölüm ânında Cüneyd’e: ‘’Lâ ilâhe illallah,” demesi telkin edil­diği vakit; ‘Ben, O’nu unutmadım ki hatırlayayım,” demiştir.” (32) Hasan-ı Basrî: ‘‘ölüm dünyanın bütün kötülüklerini açığa çıkardı da akıl sahibi için dünyalık hususunda sevinç namına bir şey bırakmadı.” dedi.”(32) "Ebû Süleyman ed-Dârânî, Ümm-i Hirven’e: ’“ölümü sever misin?” diye sordu. Kadın: “Hayır.” dedi. Sebebini sorunca: ‘‘Bir adama karşı bir kusur işlesem, onun yüzünü görmek iste­mem. Allah’a bu kadar isyân ettiğim halde, O’na ulaşmayı nasıl seveyim?” demiştir.” (33) Şu söz de mutasavvıf­lar arasında yaygındır: “Ölmeden ön­ce ölünüz” (34) Burada, ölünüzden maksat, nefsinizi öldürünüz demek­tir. Nefsi öldürmek ise, “ruhu, aklı ve kalbi diriltmek için nefsâni arzuları öldürmektir.” (35)

Böylece mutasavvıf, ölümü ken­dine çok yakın hissetmekte ve bu anlayış onun hayatına yön vermekte­dir. Nitekim tasavvufta vakit anlayışı da buna paralellik arz eder. Şöyle ki, sûfî “Ibnü’l-vakt”tir.(37) Yâni o, için­de bulunduğu zamanı değerlendirmek durumundadır. Geçmişin hesabı ve geleceğin hülyaları veya korkuları ile meşgul olacağına, içinde bulunduğu hâlin gereğini yaşamaya çalışacaktır. Çünkü, geçen geçmiştir, gelecek ise henüz gelmemiştir. Geçen zamanın hataları için yapılacak olan, ancak hâlis bir tövbe ile Allah’a yönelmek­tir. Yoksa geçen zamana üzülüp kara kara düşünmenin ikinci bir zamanı boşa gidermekten başka işe yarama­yacağı malumdur, ömrümüzün ne ka­dar olduğunu bilmiyoruz, öyle ise, içinde bulunulan zaman, hayatın ta kendisidir. Onu en güzel şekilde de­ğerlendirmek gerekmektedir.

Yukarıdaki misallerden anlıyoruz ki, mutasavvıflar ölüm karşısında paniğe kapılmamakta, onu gerçekçi bir şekilde kabullenmektedirler. An­cak herkes, içinde bulunduğu hâl ve makama göre farklı bir tutum, telâş ve heyecan içindedir.

Ölüm, herkesin uğradığı ve uğrayacağı bir köprü veya dünya hayatı­nın sona erdiği bir durak. Burada ge­ne C. Sıtkı’yı hayırlıyacağız:

Neylersin ölüm herkesin başında.

Uyudun, uyanmadın olacak.

Kim bilir, nerde, nasıl, kaç

yaşında ?

Bir namazlık saltanatın olacak.

Taht misâli, o musallâ

taşında. (38)

Durum bu olunca, gerçek bütün çıplaklığı ile ortada. Bu gerçek karşı­sında insana düşen aklını iyi kullan­mak ve gerçeği iyi değerlendirmektir.

Mutasavvıf, bu noktada kendi fâniliğini düşünerek Baki olan Allah’ı anmış, O’na yönelmiş ve ebediyet ar­zusunu, Allah’ın bekâsıyla tatmin et­miştir. Dünyanın fâniliğini hatırlar­ken, Allah’ın ve âhiretin bâkîliğini unutmamıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v): “Hiç öl­meyeceğini zanneden kişinin yaptığı

gibi dünyaya çalış, yarın öleceğinden korkan kimsenin çekindiği gibi de kö­tülüklerden sakın,” (39) buyururken mümin kimsenin, ölüm karşısındaki müspet tavrının ve dünya-ahiret den­gesini muhafaza eden yaşayışını be­lirlemektedir.

Anlaşılan odur ki, hayatın tadını alabilmek için, onun acı, tatlı bütün gerçeklerini kabullenmek ve ona göre müspet bir tutum içine girmek gerekmektedir.

(1) Kuşeyrî, er-Risâle, s. 178 (Mı­sır 1284/h.); Süleyman Uludağ, Kuşeyrî Risâlesi, s. 419 (İst. 1978); Kelâbâzî, et-Ta’arruf, s 218 (Çev. S. Uludağ, İst. 1979); Bedi Ziya Egemen, Ölüm Üze­rine, A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XI, 31–34 (Ank. 1963)

(2) Yahya Kemal, “Sessiz Gemi” adlı şiirinde ölüm temasını işle­mektedir. Bk. Y. Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, s. 83 (İst. 1969)

(3) Mehmet Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, s. 88 (İst. 1973)

(4) Bk. C.S. Tarancı, Otuz Beş Yaş, s. 20–21, 152–154 (İst. 1977)

(5) Y. Kemal, Kendi Gök Kubbe­miz, s. 87

(6) M. Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, s. 88

(7) C. S. Tarancı, Otuz Beş Yaş, s. 19

(8) Realizm, gerçekcil ilk. Ayakla­rın suya değmesi, hayalden gerçeğe ulaşmayı ifade eder. Şair, Otuz Beş Yaş şiirinde bu konu­yu “Gökyüzünün başka rengi de varmış!” Geç fark ettim taşın sert olduğunu, mısralarıyla dile ge­tirmektedir. Bk. C. S. Tarancı, a.g.e, s. 153

(9) Peyami Safa, (Objektif 8) 20. Asır Avrupa ve Biz, s. 27 (İst. 1976)

(10) 13: er-Ra’d, 28

(11) B.Z. Egemen, Ölüm "Üzerine, A.Ü. İlâhiyât Fak. Dergisi, XI, 34

(12) 21: el-Enbiyâ, 35; 29: el-‘Ankebût, 57; 3: Âl-i ‘İmrân, 185

(13) M. Tevfik Özcan, Rûhî Buna­lımlar ve İslâm Rûhiyâtı, s. 96–99 (İst. 1975)

(14) Bk. A. Hamdi Akseki, İslâm Fıtrî, Tabiî ve Umumi Bir Din­dir, s. 289–291 (İst. 1966)

(15) 67: el-Mülk, 2

(16) 30: er. Rûm, 50

(17) Bir takım tabiat olaylarının, bil­hassa sonbaharda ağaçların yapraklarını dökmelerinin, ölü­mü hatırlattığı konusunda pek çok tecrübemiz vardır. C. Sıtkı’­nın mısralarında bu gerçek, bir sanat halinde dile gelmektedir:

Ayva sarı, nar kırmızı sonba­har! Her yıl biraz daha benimsediğim.

Ne dönüp duruyor havada kuşlar?

Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?

Bu kaçıncı bahçe gördüğüm târumâr ?

(18) Bk.. Tirmizî, es-Sünen, K. ez-Zühd, B. 4 (IV, 553); Nesâî, es- Sünen, K. el-Cenaiz, B. 3 (IV, 4).

(19) 28: el-Kasas, 77.

(20) Ali Fuat Ulutürk, Gelecek, Müslüman Sesi, (Dergi), Sayı, 450­452 s. 21 (İzmir 1983).

(21) Zeynüddîn ez-Zebîdî, Tecrid-i Sarih, IV, 430 (Çev. Kâmil Mi­ras, Diyânet Yay., Ank. 1979)

(22) ez-Zebîdî, â.g.e., IV, 434

(23) ez-Zebîdî, ag.e., IV, 288, dipnot.

(24) Kuşeyrî, er-Risâle, (Çev. S. Uludağ) s. 420; Gazzâlî, İhyâu’Ulumi’d-Dîn, IV, 860 (Çev. A. Serdaroğlu, İst. 1975)

(25) Kuşeyrî, a.g.e., a.y.

(26) Kuşeyrî, a.g.e., s, 419

(27) Kuşeyrî, a.g.e., s. 425; Gazzâlî, a.g.e., IV, 863

(28) Hucvirî, Keşfu’l-Mahçûb, (Çev. S. Uludağ, İst. 1982), s. 247

(29) Hucvirî, a.g.e., s. 248

(30) Kuşeyrî, er_Risâle, (Çev. S. Uludağ) s. 420

(31) Kuşeyrî, a.g.e., s. 421; Gazzâlî, İlyau ‘Ulumi’d-Dîn:, IV. 861

(32) Gazzâlî, a.g.e., IV, 862 (Çev. A. Serdaroğlu)

(33) Gazzâlî, a.g.e., IV, 808

(34) Gazzâlî, a.g.e., IV, 8-9

(35) el-’Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 291 (Beyrut 1351/h)

(36) Kelâbâzî, et-Ta’arruf, (Çev. S. Uludağ), s. 292

(37) Kuşeyrî, a.g.e., s. 142; Kelâbâzî a.g.e., s. 198, 305

(38) C.S. Tarancı, Otuz Beş Yaş, s, 154

(39) Ahmed Gümüşhânevî, Râmûzu’l-Ehâdîs, s. 75 (Îst.l326/h.)