ÖLÜM GERÇEĞİ ve ALLAH İNANCI
I — Ölüm ve İnsan Psikolojisi
Ölüm üzerine, çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. (1) Bu, onun herkesle ilgili bir konu olmasındandır. Öyle ki, hayatımız boyunca pek çok kereler ölümün sıkıntısını yaşamış; bazen rüyalarımızda ölüp dirilmişizdir. Her ölüm olayı karşısında kendimize çeki düzen vermek ve hayatımızı yeniden gözden geçirmek ihtiyacını, günahlarımızın çokluğu karşısında da ölüme hazır olamamanın dehşetini duymuşuzdur.
Ölüm olayı, Allah’a inanan ve inanmayan bütün insanlar için —çözümü kolay veya zor— bir problem teşkil etmiştir.
Kişi daha çok, yalnız kaldığı veya yalnızlık duygusuna kapıldığı zamanlarda ölümü hatırlıyor ve onun bunalımlarına düşüyor. Bir de karamsar olduğu ve kişiyi karamsarlığa iten durumlar karşısında kaldığında… Hayatın zevkleri, neşeleri ve yaşanmaya değer yanları olduğu kadar; insanı kıskacına alan, âciz bırakan ve büklüm büklüm kıvrandıran kâbuslu yönleri de vardır. Neşeli zamanlarında dünyayı kendisinin sanat ve ölümü unutan kişi; dertlerin, sıkıntıların ve hayatın engelleri karşısında kendine gelmekte, geleceğini düşünmek ihtiyacını duymaktadır. Hayatın gayesini, “mechûle giden gemi” (2)nin nerede duracağını, bunun için ne yapmak gerektiğini araştırmaktadır.
Elbette bu olay karşısında, çeşitli kimselerin değişik tavırları olacaktır. Bazıları bu gerçekten, psikolojik bir kaçışla uzaklaşırken; bazıları da problemin üzerine giderek ya Yunus gibi sağlam bir dinî inançla ölümü aşacak(3) veya Cahit Sıtkı gibi sıkıntılarını feryatlar halinde şiirlere dönüştürecektir.(4) Yahya Kemal, “ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde.” (5) derken; Yunus Emre, “ölümden ne korkarsın, korkma edebî varsın!” diyerek ölüm gerçeğini sarsılmadan kabullenmektedir. Böylece ölümden Allah ve ahiret inancına geçmekte, onu ebediyata açılan bir kapı olarak görmektedir.(6) C. Sıtkı ise, hayatın nimetlerinden olabildiğince faydalanmak, “gününü gün etmek” istediği halde, dünya ne kadar güzel olursa olsun içindeki sonsuzluk duygusunu ve ebediyet iştiyakını yok edememekte ve içine girdiği kâbustan Allah’a sığınmaktadır:
Şaşırdım kaldım nasıl atsam adım;
Gün kasvet gece kasvet.
Bulutlar, sisler içinde bunaldım;
Gök mavisine hasret.
Olmuyor seni düşünmemek Tanrım,
Ummamak senden medet.
Suyun dibine vardı ayaklarım;
Suyun dibinde zulmet.
Kalmadı ümidin soluk ve cılız
Işığında bereket.
Ve ölüm, kapımda, kişner, sabırsız
Bir at oldu nihayet. (7)
Burada dikkati çeken nokta; C. Sıtkı’yı kuru "realizm” (8) tatmin etmemekle, Allah’ı düşünmeden “ayakların suya değmesi” değil, “suyun dibine varması” bile yetmemektedir. Peyami Safa’nın dediği gibi: “Allah fikri öyle bir güneştir ki onsuz her îzâh karanlıkta kalır.”(9) Bu psikolojik durumu ortaya koyan âyet-i kerîmeyi hatırlamadan geçemeyiz: "Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ı anmakla tatmin olur, sükûn bulur.” (10)
Şimdi de ölüm gerçeğini kabul edememenin sebep olduğu psikolojik kaçışlar üzerinde duralım.
Ölüm, doğum kadar, hayat kadar gerçek. “Bütün büyük dinlerin çabası, gelişmemiş zihin ve zekâların bir türlü kabullenemedikleri fakat mukadder olan sonucu, ölümü değerlendirmek ve her kişiyi ona hazırlamak olmuştur.” (11) Nitekim bu gerçek yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de en sade bir ifade ile belirtilmektedir: “Her nefis ölümü tadacaktır.” (12)
Ölüm gerçeğini kabullenememekten doğan bir takım ruh hastalıkları ve davranış bozuklukları göze çarpmaktadır. Aslında insanda bulunan bütün hasseler gibi ölüm korkusu da bir denge unsurudur, ölüm korkusu olmasaydı sosyal düzeni sağlamak, kötü niyetli kimselerin çıkaracağı anarşiye mani olmak mümkün olmazdı. Ancak, sosyal denge hesabına ferdin psikolojik dengesi de feda edilemez. Bu sebeple ölüm korkusu belli şuurlar içinde tutulmak zorundadır. Ölüm korkusu hayatı zehir eden, yaşanmaz hâle getiren bir unsur durumuna geldiğinde, çeşitli patolojik haller kaçınılmaz olacaktır. Her şeyin yeteri kadarı nasıl hem lüzumlu, hem de faydalı iken fazlası zararlı ise; ölüm korkusunun da belli ölçüleri aşması, bir takım intibaksız davranışlara ve psikolojik patlamalara sebep olmaktadır. Öyle ise onu dengede tutacak zararlı olmaktan alıkoyacak bir başka unsura ihtiyaç vardır. Sahip olunması gereken bu unsur da sağlıklı bir akıl ile sağlıklı dinî inançlardır. (13)
Burada denge konusunda birkaç söz daha söylenmesi faydalı olacaktır. Nasıl, biyolojik hayatımızda meydana gelen ihtiyaçlar, bedenî ıstıraplara sebep olarak biyolojik dengenin sağlanması için bir uyarıcı durumuna geliyorlarsa; rûhî hayatımızda da genelde bir duygu-akıl dengesi olduğu gibi çeşitli duygularımız arasında da bir denge mevcuttur. Söz gelimi korku-ümid dengesi gibi.
İslâm dininde, insanın bu gerçeğini gözeterek inanç-davranış bütünlüğü korku-ümid dengesine oturtulmuştur, (14)
Şimdi yeniden, ölüm olayının insan üzerindeki tesirlerine dönelim.
Ölüm olayı, insanın düğünce hayatı üzerinde de bir takım değişikliklere sebep olmakta; ölümü düşünen insan, ötesini de düşünmek ihtiyacını duymaktadır. Aslında her olay, insanın zihnî hayatında belli bir tesir göstermektedir. Zihnî bir ameliye ile olaylar arasında irtibat kurularak yeni yeni sonuçlara gidilmekte, inançlarımız ve kanaatlerimiz bu sonuçlara göre oluşmaktadır. Her eserin bir müessiri olduğu gibi ölüm olayını da meydana getiren bir yaratıcı vardır. Bu sonuca giderken ortaya çıkan zihnî olaylar iç içe kompleks bir durum arz eder. Ancak biz ana hatlarıyla belirttiğimiz bu olaylar zincirinin teferruatına girmeden kısa bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.
Ölümden Allah’a ve ahiret inancına geçmek, kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır çünkü, nasıl olayları başıboş, sahipsiz ve düzensiz kabul etmek mümkün değilse; ölümü de sahipsiz ve manasız olarak değerlendirmek abestir. Nitekim Allah Teâlâ, hayatın ve ölümün yaratılış gayesini imtihan olarak belirtmektedir: “Hanginizin daha iyi davranışta bulunacağını imtihan etmek için ölümü de hayatı da yaratan O’dur.”(15) Bir başka âyette ise mealen: “’Allah’ın rahmetinin belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz ölüleri O diriltir. O, her şeye Kâdir’dir.”(l6) buyrulmakta ve insanların olaylar karşısında uyanık bulunmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Ayrıca, kış gelince ölüm uykusuna dalan tabiatın, (17) baharda yeniden nasıl diriltildiğine dikkat çekilerek yeryüzündeki bu tabiî hâdiselerden ahiret inancına geçilmekte, Allah’ın (C.C.), varlık âleminin düzenleyicisi ve yaratıcısı (Kâdir-i Mutlak) olduğu belirtilmektedir. Böylece, olaylar arasındaki sebep - sonuç ilişkisi ve hâdiselerin sağlıklı değerlendirilebilmesi için akla yol gösterilmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki ölüm bir gerçektir. Her gerçek olay gibi onun da hayatta bir yeri vardır. Bu sebeple görmezlikten gelinemez. Hatta sağlıklı bir değerlendirme sonucu hayatın akışını faydalı bir şekilde yönlendirebilir. Gerçeklerden kaçmak ise, insanı hayata uyumsuz bir hale getirir, bunalımlar içine iter. Hayatın dengeli bir şekilde devamı için gerekli olan gerçekleri saklamak, saptırmak veya inkâr etmek değildir. Aksine; her şeye değeri kadar önem vermek, olduğu gibi kabul etmek ve olduğundan fazla büyütmemektir.
Buna göre, ölüm karşısında insanın normal tutumu ne olmalıdır, diye bir soru akla gelebilir. Bu noktada iki konunun göz önüne alınması gerekmektedir.
1 — Kişinin kendini psikolojik olarak ölüm olayına hazırlaması,
2 — Ölüm sonrası için sağlıklı bir inanç sistemine göre hayatını düzenleyerek hazırlanması.
İslâm’a göre dünya, ahiretin tarlası ve ölüm sonrasında ebedî bir hayat olduğundan, kişinin dünya hayatını Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşaması gerekmektedir. Böylece kişi, hem dünyasını geleceğinden ümitle ve mutlu bir şekilde yaşayacak hem de ölüm sonrasına kendisini hazırlama gayreti içinde olacaktır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v), dünya nimetlerine ağırı bir meyil sonucu psikolojik dengenin bozulmasına karşı hırslarımızı frenlememiz ayrıca ahiret hayatına gereği gibi hazırlanabilmemiz için ölümü sık sık hatırlamamızı (18) istemektedir. Bir âyette de Allah Teâlâ: “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de başkalarına ihsan et. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah bozguncuları sevmez” (19) buyurmakta ve dünya-ahiret dengesinin gereğini vurgulamaktadır.
Bir gün bitecek rüya, dünya
sona erecek,
Ölüm denilen varlık Hakk’ın
emri, gelecek. (20)
II — Ölüm Karşısında Mutasavvıfların Tutumu
Her ne kadar asr-ı saâdette, “tasavvuf” tabiri kullanılmıyorsa da, mutasavvıflar dînî anlayışlarının kaynağını ashâba ve Hz. Peygamber (s.a.v)’e dayandırmaktadırlar. Bu sebeple konumuza, Hz. Peygamber zamanından başlamak gerekmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v), oğlu İbrahim’in vefatı sırasında iki gözü yaşlar içindeydi. Bu durum karşısında Abdurrahmân b. Avf: “Yâ Rasûlallâh! Halk musibet zamanında sabretmeyebilir, fakat sen de mi?” diye teaccüb etti. Allah Rasûlü: “Ey İbn Avf! Bu hal, (babanın çocuğuna karşı beslediği) sevgi ve şefkattir. (Yoksa sabır ve tevekküle münâfî bir hal değildir.)” buyurdu. Sonra yeniden ağlamaya başladı ve şöyle buyurdu: ’‘Göz ağlar, kalp mahzun olur. Biz, Rabbimiz’in râzı olacağı sözden başka bir kelime ile üzüntümüzü izhar etmeyiz. Ey İbrahim! Biz, senin ayrılığına pek ziyade mahzun ve mükedderiz.” (21) Burada O’nun, ölüm karşısındaki tutumunu tespit edebilmekteyiz. Dikkatimizi çeken bir nokta var ki, Rasûlüllah (s.a.v), en yakını ve ciğerparesi oğlunun ölümü karşısında gayet tabiî bir tavır içinde sessizce ağlamaktadır. Feryat ve figan etmeden, aşırı bir heyecana kapılmadan içinde bulunduğu hali tezâhür ettirmektedir. Ashâp, bunu bile O’na çok görmüş olmalıdırlar ki "sen de mi”? diyorlardı. Bu durum karşısında O da, bir insan olması dolayısıyla —bir peygamber bile olsa— insanın, kendi tabiî yaşayışlarının dışına çıkamayacağını bunun bir baba şefkatinin tezahürü olduğunu belirtiyordu. Nitekim O’nu, bir de Sa’d b. Ubâde’yi şiddetli hastalığı sırasındaki ziyaretinde ağlarken görmekteyiz. (22)
Hz. Ömer’in (r.a) de ölüm karşısındaki tutumu dikkate değer. O’nun yüzüğünde: “Yâ Ömer! Sana vâiz ve nasîhatçi olarak ölüm yeter.” (23) yazılıydı. Ölümü düşünmenin insan davranışları üzerindeki etkisini ortaya koyan bu ifadeyi yüzüğüne yazdırmış olması, O’nun ölüm karşısındaki müspet tavrını belirlemektedir.
Burada Hz. Bilâl ile Hz. Hasan’ın ölüm karşısındaki durumlarını da belirterek mutasavvıflarınkine geçebiliriz.
"Hz. Bilâl’in (r.a.) vefatı yaklaştığında karısı: "Âh! Ne kadar mahzûnum,” demişti. Bilâl (r.a.) ise: “Oh! Ne kadar sevinçliyim, yarın dostlarıma; Hz. Muhammed ve arkadaşlarına kavuşacağım,” demiştir." (24) Hz, Ali (r.a)’nin oğlu Hz. Hasan (r.a.) ölüm zamanı yaklaşınca ağlamağa başlamıştı. “Neden ağlıyorsun?” diye sorulunca: “Görmediğim Efendim’in huzuruna çıkıyorum,” demişlerdi. (25)
Ölüm karşısında, mutasavvıfların da tutumu farklıdır. "Bazı evliya üzerinde heybet hâli (Allah korkusunun tezahürü olan bir hâl), bazılarında ise ümid hâli galip olur. Bâzı sûfîlere ise, bu durumda (ölüm ânında) öyle şeyler keşfolunur ki, bu hâl onların sükûn ve güzel bir güven hissi içinde olmalarını icap ettirir.” (26) Mutasavvıfların bu hallerine dair bazı misaller görelim:
"Ölüm hâlinde iken İbn Atâ, Cüneyd’in yanına geldi ve selam verdi. Cüneyd mukabelede gecikti ve biraz sonra: “Beni mâzur görün, virdim ile meşgul idim.” dedi ve hayata gözlerini yumdu..” (27) Hayru’n-Nessâc, Cüneyd’in akranı ve devrinin ulularından olup teslimiyeti ile temâyüz etmişti.(28) Nessâc’ın ölüm ânı yaklaştığında namaz vakti idi. “Ölüm sarhoşluğu geçip kendisine gelince, kapıya doğru baktı ve (Azrâil’in gelmekte olduğunu görünce) şöyle dedi: “Dur! Allah âfiyetler versin, bekle! Sen sâdece ferman getiren bir kulsun. Ben de emir altında bir kulum. Sana emredilen şeyin îfâ edilmesi elden kaçmaz, fakat bana emredilen şeyin edası elden kaçabilir. Müsaade et de önce emredilen şeyi ben icra edeyim (namazımı kılayım), sonra sen emrolunduğun husûsu îcrâ edersin...” Sonra su istedi, abdest aldı, akşam namazını kıldı ve ruhunu teslim etti. (29) Can çekişen Bişr Hafi’ye: "Ey Bişr, hayatı seviyor gibisin?” denilmiş. O da: “Azîz ve Celîl olan Allah’ın huzuruna çıkmak cidden çok çetin oluyor.” diye cevap vermişti.” (30) Ruhunu teslim etmek üzere olan bir sûfiye: “’Allah! de,” denilince: “Allah aşkıyla yanmaktayım, daha ne zamana kadar bana; “Allah! de.” deyip duracaksınız?” demişti.” (31) “Ölüm ânında Cüneyd’e: ‘’Lâ ilâhe illallah,” demesi telkin edildiği vakit; ‘Ben, O’nu unutmadım ki hatırlayayım,” demiştir.” (32) Hasan-ı Basrî: ‘‘ölüm dünyanın bütün kötülüklerini açığa çıkardı da akıl sahibi için dünyalık hususunda sevinç namına bir şey bırakmadı.” dedi.”(32) "Ebû Süleyman ed-Dârânî, Ümm-i Hirven’e: ’“ölümü sever misin?” diye sordu. Kadın: “Hayır.” dedi. Sebebini sorunca: ‘‘Bir adama karşı bir kusur işlesem, onun yüzünü görmek istemem. Allah’a bu kadar isyân ettiğim halde, O’na ulaşmayı nasıl seveyim?” demiştir.” (33) Şu söz de mutasavvıflar arasında yaygındır: “Ölmeden önce ölünüz” (34) Burada, ölünüzden maksat, nefsinizi öldürünüz demektir. Nefsi öldürmek ise, “ruhu, aklı ve kalbi diriltmek için nefsâni arzuları öldürmektir.” (35)
Böylece mutasavvıf, ölümü kendine çok yakın hissetmekte ve bu anlayış onun hayatına yön vermektedir. Nitekim tasavvufta vakit anlayışı da buna paralellik arz eder. Şöyle ki, sûfî “Ibnü’l-vakt”tir.(37) Yâni o, içinde bulunduğu zamanı değerlendirmek durumundadır. Geçmişin hesabı ve geleceğin hülyaları veya korkuları ile meşgul olacağına, içinde bulunduğu hâlin gereğini yaşamaya çalışacaktır. Çünkü, geçen geçmiştir, gelecek ise henüz gelmemiştir. Geçen zamanın hataları için yapılacak olan, ancak hâlis bir tövbe ile Allah’a yönelmektir. Yoksa geçen zamana üzülüp kara kara düşünmenin ikinci bir zamanı boşa gidermekten başka işe yaramayacağı malumdur, ömrümüzün ne kadar olduğunu bilmiyoruz, öyle ise, içinde bulunulan zaman, hayatın ta kendisidir. Onu en güzel şekilde değerlendirmek gerekmektedir.
Yukarıdaki misallerden anlıyoruz ki, mutasavvıflar ölüm karşısında paniğe kapılmamakta, onu gerçekçi bir şekilde kabullenmektedirler. Ancak herkes, içinde bulunduğu hâl ve makama göre farklı bir tutum, telâş ve heyecan içindedir.
Ölüm, herkesin uğradığı ve uğrayacağı bir köprü veya dünya hayatının sona erdiği bir durak. Burada gene C. Sıtkı’yı hayırlıyacağız:
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun, uyanmadın olacak.
Kim bilir, nerde, nasıl, kaç
yaşında ?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misâli, o musallâ
taşında. (38)
Durum bu olunca, gerçek bütün çıplaklığı ile ortada. Bu gerçek karşısında insana düşen aklını iyi kullanmak ve gerçeği iyi değerlendirmektir.
Mutasavvıf, bu noktada kendi fâniliğini düşünerek Baki olan Allah’ı anmış, O’na yönelmiş ve ebediyet arzusunu, Allah’ın bekâsıyla tatmin etmiştir. Dünyanın fâniliğini hatırlarken, Allah’ın ve âhiretin bâkîliğini unutmamıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v): “Hiç ölmeyeceğini zanneden kişinin yaptığı
gibi dünyaya çalış, yarın öleceğinden korkan kimsenin çekindiği gibi de kötülüklerden sakın,” (39) buyururken mümin kimsenin, ölüm karşısındaki müspet tavrının ve dünya-ahiret dengesini muhafaza eden yaşayışını belirlemektedir.
Anlaşılan odur ki, hayatın tadını alabilmek için, onun acı, tatlı bütün gerçeklerini kabullenmek ve ona göre müspet bir tutum içine girmek gerekmektedir.
(1) Kuşeyrî, er-Risâle, s. 178 (Mısır 1284/h.); Süleyman Uludağ, Kuşeyrî Risâlesi, s. 419 (İst. 1978); Kelâbâzî, et-Ta’arruf, s 218 (Çev. S. Uludağ, İst. 1979); Bedi Ziya Egemen, Ölüm Üzerine, A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XI, 31–34 (Ank. 1963)
(2) Yahya Kemal, “Sessiz Gemi” adlı şiirinde ölüm temasını işlemektedir. Bk. Y. Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, s. 83 (İst. 1969)
(3) Mehmet Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, s. 88 (İst. 1973)
(4) Bk. C.S. Tarancı, Otuz Beş Yaş, s. 20–21, 152–154 (İst. 1977)
(5) Y. Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, s. 87
(6) M. Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, s. 88
(7) C. S. Tarancı, Otuz Beş Yaş, s. 19
(8) Realizm, gerçekcil ilk. Ayakların suya değmesi, hayalden gerçeğe ulaşmayı ifade eder. Şair, Otuz Beş Yaş şiirinde bu konuyu “Gökyüzünün başka rengi de varmış!” Geç fark ettim taşın sert olduğunu, mısralarıyla dile getirmektedir. Bk. C. S. Tarancı, a.g.e, s. 153
(9) Peyami Safa, (Objektif 8) 20. Asır Avrupa ve Biz, s. 27 (İst. 1976)
(10) 13: er-Ra’d, 28
(11) B.Z. Egemen, Ölüm "Üzerine, A.Ü. İlâhiyât Fak. Dergisi, XI, 34
(12) 21: el-Enbiyâ, 35; 29: el-‘Ankebût, 57; 3: Âl-i ‘İmrân, 185
(13) M. Tevfik Özcan, Rûhî Bunalımlar ve İslâm Rûhiyâtı, s. 96–99 (İst. 1975)
(14) Bk. A. Hamdi Akseki, İslâm Fıtrî, Tabiî ve Umumi Bir Dindir, s. 289–291 (İst. 1966)
(15) 67: el-Mülk, 2
(16) 30: er. Rûm, 50
(17) Bir takım tabiat olaylarının, bilhassa sonbaharda ağaçların yapraklarını dökmelerinin, ölümü hatırlattığı konusunda pek çok tecrübemiz vardır. C. Sıtkı’nın mısralarında bu gerçek, bir sanat halinde dile gelmektedir:
Ayva sarı, nar kırmızı sonbahar! Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüğüm târumâr ?
(18) Bk.. Tirmizî, es-Sünen, K. ez-Zühd, B. 4 (IV, 553); Nesâî, es- Sünen, K. el-Cenaiz, B. 3 (IV, 4).
(19) 28: el-Kasas, 77.
(20) Ali Fuat Ulutürk, Gelecek, Müslüman Sesi, (Dergi), Sayı, 450452 s. 21 (İzmir 1983).
(21) Zeynüddîn ez-Zebîdî, Tecrid-i Sarih, IV, 430 (Çev. Kâmil Miras, Diyânet Yay., Ank. 1979)
(22) ez-Zebîdî, â.g.e., IV, 434
(23) ez-Zebîdî, ag.e., IV, 288, dipnot.
(24) Kuşeyrî, er-Risâle, (Çev. S. Uludağ) s. 420; Gazzâlî, İhyâu’Ulumi’d-Dîn, IV, 860 (Çev. A. Serdaroğlu, İst. 1975)
(25) Kuşeyrî, a.g.e., a.y.
(26) Kuşeyrî, a.g.e., s, 419
(27) Kuşeyrî, a.g.e., s. 425; Gazzâlî, a.g.e., IV, 863
(28) Hucvirî, Keşfu’l-Mahçûb, (Çev. S. Uludağ, İst. 1982), s. 247
(29) Hucvirî, a.g.e., s. 248
(30) Kuşeyrî, er_Risâle, (Çev. S. Uludağ) s. 420
(31) Kuşeyrî, a.g.e., s. 421; Gazzâlî, İlyau ‘Ulumi’d-Dîn:, IV. 861
(32) Gazzâlî, a.g.e., IV, 862 (Çev. A. Serdaroğlu)
(33) Gazzâlî, a.g.e., IV, 808
(34) Gazzâlî, a.g.e., IV, 8-9
(35) el-’Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 291 (Beyrut 1351/h)
(36) Kelâbâzî, et-Ta’arruf, (Çev. S. Uludağ), s. 292
(37) Kuşeyrî, a.g.e., s. 142; Kelâbâzî a.g.e., s. 198, 305
(38) C.S. Tarancı, Otuz Beş Yaş, s, 154
(39) Ahmed Gümüşhânevî, Râmûzu’l-Ehâdîs, s. 75 (Îst.l326/h.)