Makale

İslâm, Emanet ve Şiddet

Dr. Sadık Eraslan
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

İslâm, emanet
ve şiddet

İslâm kelimesinin anlamlarından biri de barış yapmaktır. Barış emanet yani güven ve itimadı çağrıştıran bir kavramdır. Emanetin var olduğu yerde barış ve huzur olur. Ancak barış ile emanet ne kadar birbirine uygun ve ayrılmaz iseler, şiddet ile barış da o kadar birbirine zıt ve uzaktırlar. Barışın olduğu yerde şiddet, şiddetin olduğu yerde barış ve huzur olmaz. Ne yazık ki, özellikle son zamanlarda, İslâm denince akla şiddet, kan, intihar, yıkım ve dehşet akla gelmektedir. Ancak bu olumsuz durum, İslam’ın kendi yapısından değil, tamamiyle bir takım harici ve sun’i etkenlerden kaynaklanmaktadır. Barış, emanet, adalet, merhamet ve huzur dini olan İslam, nasıl olur da şiddet ve terörün kaynağı bir din gibi gösterilebilir? Bunun sebepleri üzerinde durulması ve her Müslümanın bu yanlış bakış açısını değiştirme konusunda çaba göstermesi gerektiği düşüncesindeyim. Biz bu yazımızda, İslam’da emanetin önemi ve yararları ile haksız yere İslam’a mal edilmek istenen şiddet, yıkım ve terör imajının dinimize verdiği zararları üzerinde durmaya çalışacağız. Ayrıca bu konuda Müslümanlar olarak bir özeleştiri de yapmak durumunda olduğumuz kanaatindeyim.
Doğruluk, dürüstlük gibi ahlâkî prensipleri de içeren "Emanet" İlâhi vahye dayanan bütün din ve inanç sistemlerinin ortak bir prensibidir. İlâhi vahyi getiren melek Cebrail’den, Kur’an-ı Kerim’de "emin/güvenilir elçi" diye söz edilmiştir. (Tekvir, 21) Yine, Harem toprakları da "Emin"/di- nen koruma altındaki belde" diye nitelendirilmiştir. (Tin, 3) Hepsinin ötesinde, emanet peygamberlerin de temel niteliklerinden biridir. (Araf, 68; Yusuf, 54; Şura, 107, 125, 143, 162, 178, 193)
Peygamber Efendimizin emaneti konusunda şu önemli tespiti de yapmalıyız: Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz daha Risalet görevini almadan önce de, içinde yaşadığı toplum tarafından "Emin Muhammed" diye nitelendirilmekte idi. O sebeple, Resülullah’ın peygamberlik öncesi hayatının da özellikle bu açıdan ele alınması ve üzerinde durulması gerekmektedir. Nitekim Siyer ve İslam tarihi kaynaklarında, onun bu vasfı sayesinde insanların İslam davetini daha kolay kabul ettikleri ve bu sayede davetin süratle yaygınlık kazandığını vurgulanmaktadır. Bu, dost-düşman herkes tarafından itiraf edilen bir gerçektir. Islâm tarihinden bir örnek:
Risaletin 5. yılında Peygamber efendimiz bazı Müslümanların Habeşistan’a hicret etmelerine izin vermişti. Hicretlerine izin verilen bu Müslümanların sözcüsü ve Hz. Peygamber’in amcasının oğlu Cafer bin Ebu Talip ile Habeşistan kralı Adhame arasında geçen diyalog son derece anlamlıdır.
Müslümanların peşinden giden Kureyşlilerin şikayeti üzerine Kral, neden memleketlerini ve atalarının dinini terk ettiklerini sordu. Bunun üzerine Cafer söz alarak; içinde yaşadıkları toplumun çürümüşlüklerini dile getiren sözlerden sonra, Hz. Peygamberin gelişi ile bu kötü durumdan kurtulduklarını ifade etti ve şöyle devam etti:
- "Biz bu peygamberin ailesini tanıdığımız gibi, özellikle kendisinin ne kadar doğru, ne kadar iffetli ve ne kadar emin (güvenilir) bir kişi olduğunu da çok iyi biliyoruz. Sadece yaptığı, bizi bir olan Allah’a ibadet etmeye ve putlara tapmama- ya çağırmak oldu. Ayrıca bizden, doğru olmamızı, emanete hıyanet etmememizi, akrabaya sahip çıkmamızı ve komşularımıza iyi davranmamızı istedi... Biz de O’nu tasdik edip kendisine iman ettik." (ibn Hişam, es-Siyretü’n-Nebeviyye. c. 1-2. S. 335.336)
Görüldüğü gibi, Kureyşliler burada, Islâm davetine müspet cevap vermiş olmalarını ağırlıklı olarak Peygamber Efendimizin "emanet" ve "doğruluk" gibi ahlâki vasıflarına bağlamaktadırlar. İnsanın, güven duymadığı kişilerin söylediklerine inanmaması, davetine uymaması tabii bir yöneliştir. Onun için önderlik ve rehberlikte güvenilirlik, en ufak şüphe ve tereddüt dahi kabul etmez. Bu gerçek Kur’an’da Hz. Peygamber ile ilgili olarak şöyle vurgulanmaktadır:
"Ant olsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır" (Ahzab, 21) ayeti ile, her bakımdan bize örnek olarak sunulan Hz. Peygamber’in güvenilirlik sıfatı, diğer nitelikleri yanında, özellikle konumuz açısından çok ön palana çıkmaktadır.
Ayetin ortaya koyduğu bu örnek olma (Usve-i hasene) vasfı, İslam tarihi boyunca önemini aynen korumuştur. Güven, merhamet ve adaletle örnek olanlar İslam’a yarar getirmişler, şiddet ve zulümle örnek olanlar ise İslam’a zarar vermişlerdir. İyinin de, kötünün de faturası İslam’a kesilebileceğinden, bu konudaki sorumluluk büyük olsa gerek. "İslam ayrı, Müslümanlar ayrı" deyip işin içinden sıyrılmak mümkün gibi görünse de, durum hiç de öyle değildir. Söz gelimi Batı dünyasında Müslüman olduğu bilinen herkesin fiil ve davranışları İslam’a fatura edilmektedir. Herkes, - mesala Yusuf Islâm gibi- Kur’an’ı dikkatle okuma ve inceleme imkan ve şansına sahip değildir. Genelde, Müslüman olmayanlar İslam’ı, aralarında bulunan veya herhangi bir yerde karşılaştıkları Müslümanların şahsında, onların günlük hayat ve davranışlarında gözlemlemektedirler. Böylece bütün Müslümanlar, dinleri konusunda, Müslüman olmayanlar için -iyi veya kötü birer örnek teşkil etmektedir. Bu tür örnek oluşlar, İslam’ı yakından inceleyip tanımayan bu insanların, dinimize yakınlık ve sempati duymalarına veya dinimizden nefretle uzaklaşmalarına sebep olabilmektedir.
Tarihte Müslümanların, İslam’ı doğru anlayıp doğru yaşadıkları nispette her açıdan ilerlediklerini görüyoruz. Peygamber Efendimiz’in ve Raşit Halifelerin devrinden, ecdadımız Osmanlı’ya kadar, bunun pek çok örneği bulunmaktadır. Bu dönemlerde emanet (güvenilirlik), merhamet ve adalet gibi ahlaki prensipler cemiyet hayatının temel dinamiğini teşkil etmekte idi. Daha sonraları bu dinamiklerin itibar gördüğü, yaşandığı dönemlerde, insanların, toplumların mutluluğu ve huzuru yakaladığı dönemler olmuştur.
Peygamber Efendimizin Medine antlaşması ve bu antlaşmada tanınan din ve ibadet özgürlüğü çok dikkat çekicidir. (Bkz. Muhammed Hamidullah, el- Vesaiku’s-Siyasiyye. Beyrut 1987, S. 57-64) Necran Hıris- tiyanlarıyla yapılan görüşme sırasında, heyet üyelerinin Peygamber Mescidi’nde ibadet etmelerine izin verilmiş olması, (İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye. c. 1-2. i, 574.575) İslam’ın ne kadar müsamahadan, barıştan yana olduğunun, şiddeti nasıl reddettiğinin açık bir delilidir.
Ecdadımıza gelince, onlar da dinimizin bu özgürlükçü, müsamahakar yaklaşımını hayata geçirme konusunda hiç de ihmalkar davranmış değillerdir. Eğer onlar, asırlarca kendi dininden olmayan birçok millet ve toplulukları huzur içerisinde idare edebildiyse, bunda Peygamber Efendimiz’den tevarüs ettikleri emanet, merhamet ve adalet sıfatlarının payı herhalde büyüktür. Farklı inanç sahiplerinin kutsal değerleri, mabetleri ve din adamları, Hz. Peygamber ve ashabı tarafından saygı değer görülmüş ve bu bakış açısı hayata da geçirilmiştir.
Nitekim, asırlar boyu cami, kilise ve havra yan yana ayakta kalmış, her biri kendi kuruluş amacı yönünde faaliyetini sürdürmüştür. Farklı mabetlerin mensuplarından kimse, diğerlerinin mabetlerini tahribe kalkışmamış, ibadetine mani olmamıştır. Murat Hüdavendigar (I. Murat)’ın konu ile ilgili fermanlarını da içeren, Hezarfen Hüseyin’e ait "Telhis" adlı eser bu açıdan incelenmeye değer. (Bkz. Hezarfen Hüseyin, Telhisü’l-Beyan fi Kavânin-i Âl-i Osman, Bibliothque National, Ancien Founs Turc. nr, 40. s. 56- 1 34)
Günümüzde müslümanlar olarak iyi örnek olabilmemiz, şüphesiz yeni nesillerin de İslam’ı iyi ve doğru anlamasına bağlıdır. Günümüzde gündemi işgal eden, terör ve cinayet adına kullanılan "cihat" veya "fetih" kavramları ile Peygamber Efendimizden OsmanlI’ya kadar; İslam tarihi boyunca anlaşılan ve uygulanan cihat ve fetih arasındaki farkın görülmesi gerekir. Cihat ve fetih kavramlarının ne anlama geldiği konusunda temel kaynaklarımız Kur’an ve sünnet olduğuna göre, Kur’anı yaşayarak anlatan Hz. Peygamberin ve onun yolunda gidenlerin örnek alınması kaçınılmaz bir yoldur. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, günümüzdeki bakış açısı ile gündeme sürülen cihat ve fetih kavramlarının içeriği, Peygamber efendimiz dönemindeki cihat ve fetih kavramlarından farklıdır. Farklı anlam yüklenen cihat kavramının "Isla- mi" nitelemesi ile birlikte kullanılması, İslam konusunda zihinlerin bulanmasına sebep olabilmekte, özellikle genç nesilleri olumsuz yönde etkilemektedir. Bu durum bir şekilde önlenmelidir. Aksi takdirde Islâm ve Müslümanlar açısından önemli sıkıntıların ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Bunun işaretleri görülmeye başlamıştır da denebilir.
Masum insanları rehin almak veya çoluk çocuk demeden bir yeri bombalayıp ilgisiz habersiz, suçsuz insanları öldürmek ile cihat arasında ne gibi bir bağ kurulabilir? Fiilen savaşa katılamayan, ya da savaşa katılanlara destek sağlamayan pasif insanların, kadın ve çocukların öldürülmesini yasaklayan Peygamber emri nereye konacaktır? "Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez..."
(Enam, 164) şeklindeki ayet-i kerime, mevcut cihat anlayışının neresi ile uyum halindedir? Bombalarla havaya uçurulan taşıt araçlarında, yüzlerce suçsuz insan bulunmakta ve hayatlarını kaybetmektedirler. "Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o, sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmıştır." Şeklindeki ayet, bu yanlış cihat anlayışının Kur’an’a ne kadar aykırı olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. "Cihat" parolası ile girişilen bombalama ve intihar eylemlerinde kurban olanlar çok kere, olayla hiçbir ilgisi olmayan, bazen o ülke veya beldede misafir olarak bulunan bir kimse olabilmektedirler. Barış ve emaneti temel felsefe olarak kabul eden Islâm’ın temel kavramlarından biri olan cihat adına, bu insanların canına kıymak en hafif ifadesi ile tutarsızlıktır.
Din, vatan, namus ve şeref adına verilen mücadele ayrı bir şeydir. Bedir’de, Uhud’da veya Çanakkale ve Sakarya’da yapılan silahlı mücadele şeklinde bir cihat, millet fertleri ve birer Müslüman olarak hepimizin boynunun borcudur.
Din, vatan, namus ve şerefin tehlikeye düştüğü ve bunun için mücadeleler verildiği anlar, cihadın savaşa dönüştüğü ve savaşın mukaddes bir görev hâline geldiği anlardır. Ancak cihat, mutlak anlamda savaş değildir, her savaş ta cihat değildir.
Kur’an, sünnet dikkate alındığında nasıl bir cihat anlayışına ulaşıyoruz?
Cihat, "güç ve gayret sarf etmek" ten İslam’ı tebliğ etmeğe kadar birçok anlama gelmektedir! (Özel, Ahmet, "Cihad", DİA, VII, 527) Bu anlamlardan biri de savaş olmakla birlikte bu, herhangi bir savaş demek değildir. Islâm fetihleri incelendiğinde cihat hareketlerinde savaşın, son halkayı teşkil ettiği ve bütün barış yollarının tükendiği ve çaresiz kalındığı noktada "savaş"a baş vurulduğu görülmektedir. Durum böyle ve Islâmi kaynaklarda cihadın anlamı açık iken, niçin bu yönde yanlış bir anlama ve algılama ortaya çıkmaktadır? Diğer etkenlerin yanında, bu olumsuz durumun sebeplerinden birinin, Batılıların konu ile ilgili olarak sergiledikleri tutum zikredilebilir. Konu ile ilgili şu ifadeler dikkat çekicidir: "Meselenin ele alındığı Batı kaynaklarının hemen hepsinde cihadın, bütün dünya Müslüman oluncaya veya İslam hakimiyetine boyun eğinceye kadar Müslüman olmayanlarla savaşmayı ifade ettiği ileri sürülmüştür." (mesela bk. Khadduri, War and Peace, s. 52-53, 144, 251; Tyan, II, 302; Lammens, s. 8; Massignon, s. 80-81; Lewis, s. 175; Lambton, s. 201) Fakat gerçeğin bu yönde olmadığı her şeyden önce Kur’an ve sünnet açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, bazı insaf sahibi Batılı tarihçi ve ilim adamlarının gerçeği dile getirdiklerini de görmekteyiz. Bunlardan biri de W. Barthold’tur. Kendisi, İslam fetihleri esnasında sergilenen cihat hareketleri ile ilgili bu nevi haksız saldırı ve iftiralar karşısında şöyle der: "Müslümanlığın süratle yayılış sebebini yalnız kılıç kuvvetinde, şiddette, baskıda aramak, Ortaçağ Hıristiyanlığı’nın islâmlara karşı beslediği korkunç taassup ve husumetin şuurlu ve şuursuz bir tezahüründen başka bir şey değildir ve tamamıyla tek taraflı ve çok basit bir izah şeklidir. Halbuki her büyük tarihi hadisede olduğu gibi bunda da, birçok amillerin tesiri olduğu, her zaman ve mekana göre, bu amillerin ehemmiyet derecelerinde de mühim farklar bulunduğu muhakkaktır. (W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi. İzah, İlâve ve Düzeltme: M. Fuad Köprülü. Ankara, 1963. s. 105: Geniş bilgi için bk. Eraslan. S. Asr-ı Saadet Fetihleri. Ankara, 1999, s. 32 vd.) Cihat adı altında da olsa, İslam’ın temel felsefesinde şiddet, zulüm, insan hak ve hürriyetlerini çiğnemeye pirim verilmediğini, İslam inancını paylaşmayan pek çok Batılı da itiraf etmektedir.
Sonuç itibariyle diyebiliriz ki, günümüzde Müslümanlar olarak hepimizi üzen, İslam adına bizi rencide eden olaylar yaşanmakta, bunlar fırsat bilinerek, barış, emanet, adalet ve merhamet dini olan İslam ile terör yan yana getirilmektedir. Müslümanların yaptığı her yanlışın faturası İslam’a kesilmektedir. Ancak şu bilinmelidir ki, o büyük Islâm medeniyetinin en temel prensiplerinden biri "Emanet"tir. Bu açıdan İslam medeniyetine "emanet medeniyeti" dense yeridir. Emanet mefhumunun; sadakat, merhamet ve adalet gibi diğer mefhumlarını da içerdiğini dikkatten kaçırmamak gerekir. İslam’ın telkin ve talim ettiği "emin olma" niteliğinin pratik hayata yansıttığı bir "Eman" müessesesi var ki, gerektiğinde, Islâm düşmanlarına dahi can, mal, haysiyet ve şeref dokunulmazlığını tanır. Bu prensip gereği, savaş esnasında bile düşman tarafında bulunan dokunulmazlar varıdır. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, din adamları, suçsuzlar yani silaha sarılıp saldırmayanlar, hangi inanç sahiplerine ait olursa olsun mabetler ve benzeri yerler bu dokunulmazlık prensibinin şemsiyesi altında bulunur. Hal böyle iken İslam dini, bütün insani değerleri himaye adına getirdiği bir esas (cihat) bahane edilerek nasıl mahkum edilmeyle kalkılabilir?
İslam’ın, yanlış cihat yorumlaması sebebi ile ortaya atılan yanlış nitelemelerden ne kadar uzak olduğunu Peygamber Efendimizden itibaren ecdadımız Osmanlı’ya kadar bütün İslam tarihi şahittir.
Her çeşidi ile terör ve şiddetin, başkalarına zarar vermenin İslam’da asla yeri olmadığını; masumlara yönelik intihar eylemlerinin İslam adına cihat sayılamayacağını bir kere daha dile getirelim. Cihadı yanlış anlayıp yanlış uygulamanın İslam ve Müslümanlara ne kadar zarar verdiği gözden kaçırılmamalıdır. Hiç, "Emanet"i esas prensip kabul eden, gerçek mümini, insanların canları ve malları konusunda kendisinden emin olan olarak ilan eden ve Peygamberi "Muhammedü’l-Emin" olan bir dinde şiddetin yeri olabilir mi?