İLK CUMHURİYET MECLİSİNDE DİNİ YAYINCILIK HAKKINDA TARİHİ BİR KARAR
Mehmet BULUT *
GİRİŞ
Cumhuriyet Döneminde Dinî Yayın Konusunda Alınan Bir Kararın 67. Yılı
3 Mart 1924’ de çıkartılan bir kanunla Şer’iye Vekâleti kaldırılmış, bu vekâletin görevlerinin bir kısmını deruhte etmek üzere Diyanet İşleri Reisliği kurulmuştur (Kanun no: 429). Söz konusu kanunda bu yeni teşkilâtın kuruluş gerekçesi, görevleri, yetki ve sorumlulukları özetle şu şekilde yer almıştır:
Muamelât ahkâmının dışında, İslâm Dini’nin inanç ve ibadetlerine dair bütün işlerin düzenlenip yürütülmesi için Diyanet İşleri Reisliği kurulmuştur.. Bu teşkilât Başvekâlete bağlıdır. , Dinî müesseselerin idaresi, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bütün cami ve mescitlerin, tekke ve zaviyelerin idaresi; imam, hatip, vaiz, şeyh, müezzin, kayyım ve diğer hizmetlilerin tayin ve azillerine Diyanet İşleri Reisi memurdur.. Müftülerin mercii, Diyanet İşleri Reisliğidir..(1)
Kanunun metninde sarih olarak dinî yayın hizmetine temas edilmemişse de, Nisan 1924’ de görüşülen daha ilk bütçesi sırasında Reisliğin dinî yayın görevi meselesi Meclis gündemine gelmiştir. Bütçenin fasılları görüşülürken, bazı mebuslar, mülga Şer’iye Vekâleti bünyesindeki İlmî heyeti, yani Tetkikat ve Te’lifat-ı İslâmiye Hey’eti’ni hatırlatarak, bu yeni teşkilâtın bütçesi fasıllarında böyle bir heyetin yer almamış olmasına dikkat çekmişlerdir. Yetkililer, Diyanet bünyesinde oluşturulan sekiz âzâlı "Hey’et’i Müşavere”nin, diğer görevleri yanında dinî yayın hizmetini de yürüteceğini belirtmişlerse de, bu cevap tatminkâr bulunmamış; daha Önce özel bir kanunla kurulmuş olan söz konusu hey’etin varlığının devam etmesi gerektiği savunulmuştur. Ancak bu doğrultudaki itiraz ve ısrarlar netice vermemiş, Şer’iye Vekâleti ile birlikte Tetkikat ve Te’lifat-ı İslâmiye Heyeti’nin varlığının da sona ermiş olduğu-uygulama itibariyle anlaşılmıştır.(2) Bununla birlikte, kuruluşunun ilk yıllarında, Diyanetle ilgili Meclis müzakerelerinde bu teşkilatın dinî yayın hizmetini yürütmekle de sorumlu olduğu Önemle ifade edilmiştir. Nitekim, Diyanet İşleri Reisliği ’nin, kuruluşunun ikinci yılında, 21 Şubat 1925’de ikinci bütçesi müzakere edilirken ağırlıklı olarak "dinî neşriyat” üzerinde durulmuş, bu mevzuda fevkalade değerli görüşler serdedilmiştir. Yine aynı müzakerelerin cerayan ettiği içtimada Kur’an meal ve tefsirinin, hadîs tercümelerinin devlet imkânlarıyla yapılması Meclisçe kararlaştırılmıştır.(3)
Bu yazımızda, 67 yıl Önce Cumhuriyetin ilk yıllarında, resmi dinî yayıncılık üzerine TBMM’de yapılan bu önemli müzakere ve alman tarihi karar üzerinde durulacaktır.
1. Diyanet İşleri Reisliği Bünyesinde İlmî-Dinî Yayın Heyeti Oluşturma Gayretleri
Yukarıda sözünü ettiğimiz müzakerede, sırf dinî yayın hizmetinde bulunmak üzere Diyanet bünyesinde özel bir kurulun oluşturulması için dönemin bazı mebuslarınca yoğun bir çaba sarf edilmiştir. Kurulması öngörülen böyle bir İlmî heyetle, başta Kur’an ve Hadis tercüme ve tefsire- ri olmak üzere halkın ihtiyaç duyduğu ve duyacağı dinî eserlerin telif, tercüme ve neşri hedeflenmiştir. Bu niyeti gerçekleştirmek üzere, Eskişehir Mebusu Abdullah Azmi Efendi ve arkadaşları tarafından hazırlanan, 53 imzalı bir önerge TBMM’ne verilmiştir. Nihayet Diyanet bütçesi görüşülmeye başlanınca ilk konuşmayı Abdullah Azmi Efendi yapmış, dinî yayın meselesinin Türk insanı için taşıdığı değeri Özellikle vurgulanmıştır.
A. Azmi Efendi, “Diyanet bünyesinde dini yayın kurulu oluşturma gerekçesi” diyebileceğimiz konuşmasında, önce, Diyanet İşleri Reisliği’nin de diğer devlet kuruluşları gibi resmî bir kuruluş olduğunu, diğer kuruluşlarla âhenkli olarak çalışabilmesi için onun da bütçesine yeterli ödenek konulması gerektiğini hatırlatmıştır. Bir yıl Önce kurulan Diyanet’in kanun maddesini tekrarladıktan sonra, bu kanunun Diyanete dinî yayın görevini de yüklediğini, "Milletin İtikadât ve âdâtına müteallik olan ahkâm-ı islâmiyeyi milletin anlayabileceği derecede birtakım resâil neşrederek onlara okutturmak ve onların İslâmî olan mâneviyatını yükseltmek lazım geliyor” sözleriyle ifade etmiştir.
Diğer bilim dallarında olduğu gibi, dinî ilimlerin değişik ihtisas alanları ve mütehassısları olduğunu belirterek, İslâmî ilim dallarında ihtisas sahibi kişilerden müteşekkil bir hey’etin Eski Şer’iye vekâletinde olduğu gibi- oluşturulması zaruretini şöylece dile getirir:
“..Vaktiyle vekâletim sırasında yüce Meclîs’ten tahsisat almış ve bir kısım mütehassıslardan oluşan ’Tetkikat ve Telifât-ı îslâmiye’ adı altında bir heyet teşkil edilmişti... Hem İslâm felsefesine, hem Garb felsefesine, hem Batı diline, hem dinimizin lisanı olan Arapçaya âşinâ olan zevattan oluşan bir heyet teşkil etmiştim, O heyete ancak 3-4 kişi davet edebilmiştim. Bu zevat altı ay zarfında hakikaten müsmir 7-8 eser neşretmişlerdir. O heyet bugün mülgadır... Bu sebeple dinî eserleri neşredebilmek için bütçede bir karşılık olmak lâzım gelir... "(4)
Batı dünyasında bile İslâmî İlimlere fevkalâde bir İlginin olduğuna, müsteşriklerin bu meyanda çeşitli dallara ayrılarak faaliyet gösterdiğine işaret ettikten sonra konuşmasını şöyle sürdürmüştür:
“Şimdi biz ki, yanı, bütün hey’et-i umumiyesiyle Türk ve Müslüman o/an bir dev/etiz; bizde de bu gibi ulûm-i diniye ve İslâmiye şuabatına vakıf mütehassıslar mevcuttur. Fakat bunlar, bittabi, bir yerde değildir. Bunlardan istifade etmek, Hükümet namına eser yazdırabilmek ve bu gibi müsteşrikler tarafından vaki olacak istizah ata cevaplar verebilmek için behemahal Diyanet Bütçesinde bir karşılık bulundurmak lâzım gelir. Ezcümle (özetle): Tarih-i İslâm nâmiyle bir eser tercüme ve neşrediliyordu. Tarih-i İslâm mütehassislan tarafından, bu eseri tenkiden ve tashihen yazılmış mukabil bazı âsâr (eserler) gördüm. Bu Tarih ’in bazı akşamının hilâf-ı hâkikat olduğu görülmüş. Bittabi bizim tarafımızdan sükût etmek, bunda olduğu hâl üzere kabul etmek demektir. Gerek milleti, gerek dini, gerek memleketi bizden olmayan bir adamın Tarih ’ini böyle olduğu gibi kabul etmek, hatalarda bilindiği halde, elbette bu Hey’et-i Âliye için doğru bir hareket değildir. Behemahal mütehassıslarım bularak onun noksanlarını ikmâl etmek, hatiâtını (hatalarını) düzeltmek için o hata olan noktaları tashih etmek lâzım ki bu, eser için mütehassıslar tarafından cümlenin (herkesin) kabul edeceği edille serdiyle red ve cerh etmek suretiyle icra edilir. Bu gibi âsâra mukabele edilmesi gerekir. Mukabele etmezsek mevcudiyetimizden bir kısmını inkâr etmiş oluruz. Binaenaleyh bu gibi âsân tercüme ederek eser yazmak İçin bir, kezalik köylülerin anlayabileceği belki asker ocağında neieratın anlayabileceği bir ilmihâle ihtiyaç vardır. Bu ilmihâli kendi şive-i lisanımızla anlaşılabilecek bir tarzda yazmak lâzımdır. Bu da mütehassıs işidir. Bunları yazabilmek için erbab lâzımdır. Bu zevatın her biri bir köşededir. Bunlara tahsisat vermek suretiyle yazdırılabilir.
Abdullah Azmi Efendi konuşmasının devamında Kur’an tercümesi konusunda da şöyle demiştir:
“Kezalik Kur’an tercümesi, bugün ihtiyacı umumi haline geldiğini görüyorum. Rastgelen Kur’an tercümesini yazmaya kalkıyor. Bunun hata-âlud olduğu görülüyor ve mifiehassısları tarafından cerholunuyor. Kitabımız olan Kur’an-1 Kerim’in mütehassıs bir hey’et-i ilmiye tarafından tefsiri bir şekilde tercüme edilerek herkesin bu husustaki ihtiyacatını temin için buraya müracaat etmesi de hemen bugün vecibe halini almıştır. Öyle görüyorum. Gerçi bazı mütalaât, bu suretle tercümesine de rıza göstermemektedir. Çünkü Kur’an-ı Mubini lâyıkıyle anlayabilmek bir takım mukaddemat-ı fununa âşinâ olmaya mütevakkıftır. Bir misal arz edeyim: Bugün ‘Hikmeti Tabiiyye" ve ‘Tarih-i Tabiî’ kitapları Türkçeye tercüme edilmiştir. Her Türkçe bilen, bu fen kitabını okuduğu vakit tabii anlayamaz. Bittabi onu anlayabilmek için de Belagat gibi, Usul-i Fıkıh gibi, vaz’ gibi birtakım mukaddemat-ı fünunu öğrenmeye ihtiyaç vardır ve bunları anlamaya mütevakkıftır. Bunlar anlaşıldıktan sonradır ki o Kitab-ı Mübin’in dekayıkı anlaşılabilir. Ve fakat, ‘mâlâyüdrek küllühu lâ yütrek küllühu’. Yani bir şey tamamiyle yapılmazsa bile tamamiyle terk etmek lâzım gelmez. Onun, (214)üncü fasla 8 nci madde olarak 20 bin liranın zam ve tahsisini teklif eyleriz. ”(8)
Bugünkü ihtiyâcata göre mümkün olduğu kadar mütehassıs zevattan bir heyet teşkil ederekten bu ihtiyacımızın tatmin edilmesi lüzumunu görü- yorum. Bunun için de bütçede karşılığı yoktur. ”(6)
Bu amaca ulaşmak için, bütçeye özel bir ödenek koyma lüzumunu da şu sözlerle dile getirmiştir:
“Binaenaleyh, gerek Kur’an-ı Kerim’i tefsiri bir şekilde tercüme etmek ve Türkçe âsâr-ı diniye neşrederek maneviyatımızı yükseltmek ve bu husustaki ihtiyacımızı tatmin edecek asârı tercüme ederek neşrettirmek ve gerek memalik-i ecnebiyede din-i İslâm aleyhine veya hataâlüd olan neşriyata karşı mukabele etmek için mutlaka Diyanet Bütçesinde bir fasla bir madde koymak lüzumunu hissediyorum...”(7)
İşte bu amaçlar doğrultusunda hazırlanan söz konusu takrirde (önerge) şöyle denmiştir:
“Riyaset-i Celileye”
“Bazıları tarafından Kur’an-ı Kerim ’in hataâlûd bir surette lisanımıza tercüme ve neşredildiği görülmektedir. Bu Kitab-ı celil’in elyevm mevcut olan Türkçe tefsiren dahi ihtiva ettiği maâni-i dakikayı ifadede kasır olduğu cihetle mütehassıs bir heyet-i ilmiye tarafından Kur’an-ı Azimuşşan ’m lisanımıza tercüme ve Türkçe tefsiri ve keza lisanımıza tercümesi elzem olan bazı âsâr-ı İslâmiyenin nakl ve tercümesi ve Din-i İslam aleyhinde intişar eden âsâr-ı ecnebiyeye mu- kabeleten neşriyatta bulunmak üzere
Görüldüğü üzere bu önergede:
a) Hatalı Kur’an tercümelerinin yayınlandığı;
b) Mevcut Türkçe tefsirlerin yetersiz kaldığı gerekçe gösterilerek:
c) Mütehassıs bir kurul tarafından Kur’an-ı Kerim’in dilimize tercüme ve Türkçe tefsirinin yapılması ve ayrıca:
d) İhtiyaç duyulan İslâmî eserlerin telif ve tercüme edilmesi, İslâm aleyhine yazılmış yabancı eserlere karşılık vermek üzere yayın faaliyetinde bulunulması ve bütün bu işlerin yapılabilmesi için de:
e) Diyanet Bütçesine 20 bin lira ek ödenek ayrılması istenmektedir.
Gerek önerge metninde ve gerekse önerge sahibinin gerekçe konuşmasın da, “Dini Yayın Kurulu” oluşturulması yolunda önemli gayret görüyoruz. Aynı ilgi ve heyecan birçok mebusta da gözüküyor. Konu hakkında söz alanlar, ciddi dinî yayına ülke çapında duyulan ihtiyacı; Kur’an meal ve tefsirine, hadis tercümelerine olan zarureti detaylı izah etmişlerdir. Bu gayretlerin neticesinde alınan tarihi karara geçmeden önce, dinî eser yayınına, bu arada Kur’an ve hadis tercüme ve tefsirlerine duyulan ihtiyacı; İlk Cumhuriyet Meclisini oluşturan zevatın nasıl bir dinî yayıncılık arzu ettiklerini, bizzat mebusların tutanaklara geçen konuşmalarından tesbit etmeye çalışalım.
2. Dinî-İlmî Yayına Duyulan İhtiyaç
Dini-İlmî yayına duyulan ihtiyacı ortaya koyan mütalâaları bir iki madde altında toplayabiliriz:
a) Kur’an ve Sünnetin anlaşılması; Bu husustaki yaklaşımların özeti şudur: Kur’an ve Sünnet, İslam’ın iki temel kaynağıdır. Lisan açısından düşünülünce, Türkçe konuşan halkın bu iki kaynağı aşıtlarından okuyup anlamaları pek çok kimse için imkânsızdır. Geniş hak kitlelerinin kendi dillerinde açıklamaları yapılmalıdır ki, anlaşılabilsin. Ayrıca, bu iki kaynağın ancak sahih bir surette anlaşılması yoluyla halk, bâtıl inanç ve hurafelerden uzak kalabilir. Kısaca Kur’an ve Sünnet aslî hüviyetiyle Türk halkı tarafından anlaşılmalıdır... Bu doğrultudaki düşüncelerden örnek olarak bazı pasajlar aktaralım:
Ahmed Mahir Efendi (Kastamonu): “Bugün Kur’ân-ı Kerimimiz bizi ya dinli edecek ya dinsiz. Eğer Kur’an bilinmezse biz, tamamiyle hurafelere tabi bir halk olacağız...(9)
Mazhar Müfit Bey (Denizli): “..Her müslümanın elinde Kur’an’ın iyi bir tercümesi ile iyi bir ahâdis-i nebevîyeyi câmi bir külliyat bulunsun.”(10)
Ali Surûrî Bey (Karesi): “...Mensubiyetiyle iftihar ettiğimiz isabeti, hikmeti, mev’ize-i hasenesi, birtakım ahkâm-ı ahlâkiyesi cümlenin malumu olması lâzım gelen Kur’an-ı Mübinin tercümesinden tam bir istifade husule gelmesi için ahâdis-i şehfeden, Kütüb-i müsellemeden hiç olmazsa Buhari-i Şerif ve Müslim-i Şerif tercüme edilmelidir.. Gerek Kur ’an-1 Kerîm olsun, gerek ahâdis-i şerife olsun, tercüme edilip diğer akvama da kendi lisanlarıyla bildirilmelidir. Buna ülemâ-yı din mecburdur...”(11)
b) Yayın Yoluyla İslâm’ın Müdafaası: Bununla ilgili mütalaâların özü şudur: Bazı iç ve dış mihraklar (oryantalistler ve onların dahildeki uzantıları); Kur’an’ı, İslâm’ı ve İslâm tarihiyle ilgili bazı hadiseleri tahrif etmek, bu yolla İslâm’ı dünya kamuoyunda zayıf düşürmek amacındadırlar. Meselâ, Kur’an’ın oldukça hatalı tercümeleri yapılıp piyasaya sürülmüştür. İşte bu tahrifat ve tahribatın önüne sağlam kaynaklara dayalı, ilmi usullerle yazılacak eserlerle geçmek gerekiyor. Zira bunun üstesinden hatalıların yerine sahihlerini ikame etmekle gelinebilir. Cumhuriyet Meclis’i bu yolda tedbir almalıdır. Şimdi bu amacı dile getiren ifadelerden örnekler aktaralım:
Mazhar Müfit Bey (Denizli): “Ulema arkadaşlarımızın beyanatı veçhile, şimdi bazı tercümeler var, tefsirler var. Bendeniz pek tetkik etmedim, bilmiyorum. Fakat gazetelerde görüyorum ki, tercümelerde laubalilik, hatalar varmış. Bu da İyi bir şey değildir. Ve eğer hakikaten tercümelerde birtakım hatalar varsa, ahkâm-ı münife-i İslâmiyeye (İslâmın yüksek hükümlerine) mugayir ise, Diyanet İşleri ne teşebbüste bulunmuştur? Cevap versinler. Arz ettiğim gibi bir ‘Tetkik ve Telif Heyeti’ni kabul ediyorum. Yalnız Kur’an-ı Azimüşşan’ın tercümesi değil, ahadis-i şeri- fenin de tercümesini de nazar-ı dikkate alsınlar.. Her müslümanın elinde Kur’an-ı Azimüşşanm iyi bir tercümesi ile ahâdis-i nebeviyeyi cami iyi bir külliyat bulunsun.(12)
Ahmed Mahir Efendi (Kastamonu): “..Düşmanlarımız tarih-i İslâmımız namına “Taberi” gibi öteden beri yalancılıkla müştehir bir tarihe istinaden birçok hadis gösteriyor. Birçok hükümler gösteriyor. Aslı yok, hepsi yalan. Hasım elbette bize mevlûd okumaz. Tabiidir ki hasım bize böyle yalan söyler. Maatteessüf bazı zevat da ‘dine hizmet ediyoruz’ diye tefsir yapıyor. Ben Türkçe tefsirleri gördüm. On beş seneden beri de tefsirler İştigal ediyorum (...) Benim bir tahkikatıma göre ‘Mevakıb’da pek çok yanlışlar vardır. Benim bu tetkikime göre Vehbi Efendi Hocanın yazdığı tefsir, tefsirlere müstenit olarak yazılmıştır. Bugün, diğer bir zatın yazdığı bir tefsir (Tercüme) sırf Fransızca ’dan alınmıştır. Kezalik diğer bir iki zatın yazdığı tefsirler ise tercümeden ibarettir. Ahkâm-ı İlâhiye onlarda mevcut değildir..”
“..Bakın, Hz. Peygamber’e atfolunan (bir) Kadınlar Meselesi (var)dır. Kadınlar Meselesini Hazret-i Allah Sûrei Nisa’da (Kur’an’ın 4. suresi) tafsil-i beyan etmiştir. Bundan haberdar mısınız? Kezalik Tilke’l- Karânîka’l-ulâ (Karanik) kıssası var. Bunun ise aslı yoktur. Fakat maatteessüf o Dozy’ler, o Tarih-i İslâm mütercimleri bu hakâyıka vakıf olamadılar ve olamazlar. Bu hakaika vakıf olmak için Buharî’yi bilmeli, Müslim’i bilmeli, Tirmizi’yi bilmeli, Neşefi’yi bilmeli, altıyüzbin hadisin içinde yoğrulmalı... Bunların içinde yoğrulmayan insanlar, Ömer Bey Edebiyatım, Ömer Bey Kavaid-i Edebiye- sini, Belâgatını, Fesahatim bilmeyen kimseler Kur’an’ı tercüme edemez. Kur’an’da ‘Allah istihza eder’ cümlesi vardır. Allah istihza eder mi? O, insanlara mahsus bir hâldir. Orada istihzanın manası vardır. İlim-i beyanca onun manası başkadır. O mana bilinmeli, o, tefsire öyle yazılmalı. Yoksa ‘Allah istihza eder’ dersek olmaz. ‘Allah gazap eder. ’ Gazap neye derler? Kanın heyecandan husule gelen hararetiyle dimağın işgali. Pekâlâ, Allah’ da dimağ mı var, kan mı var ki böyle işgal ediyor? Gazabın manası mecazdır. Onu böyle hakikati-mecazi bilmeyen kimse tefsir eder mi ki canım? Binaenaleyh, o takririn kabulünü rica ediyorum. (Kabul sesleri). Çünkü başımızda bakın ‘Ve emruhum şûrâ beynehum’ nazm-ı cehli vardır. Bu Meclis’in, ‘Müslümanlık Meclisi’ olduğunu bu nazm-ı celil-i ilâhî ispat ediyor. Bımım hilâfında hareket olunamaz. İşte ‘Ve emruhum şûrâ’nm manası da ‘Müslümanların işleri meşveretle meydana gelir (hay hay sesleri). Meşverete istinat eder...”(13)
Başvekil Ali Fethi Bey: “.Kur’an’ın yanlış tercümeleri hakkında ne tedbir aldınız? Diye bir sual sordular. Zannederim buna karşı alınacak yegane tedbir, Kur’an bir ‘Hey’et-i İlmiye’ tarafından sahih bir surette tercüme ve neşrinden ibarettir.”(14)
Diyanet İşleri Reisi Namına Ahmed Hamdi Efendi: “...Mazhar Müfit Beyefendi, ‘Şimdiye kadar Kur’an-ı Kerim ’in tercümeleri yapılmıştır; bunlara yanlış deniyor. Bu hususta Diyanet İşleri Reisliği ne vaziyet almıştır?’ buyurdular. Şimdiye kadar din kendisine tahmil edilen vazifelerden birinci kısmını yapmıştır. Yani halkın itikada ve ibadâtına müteallik olan bazı şeyler neşretmiştir. îrşadatta bulunmuştur. Fakat bittabi, bu hususta bir şey yapmamıştır. Çünkü bütçesinde bir tahsisat yoktu. Bugün Meclis-i Âli bu tahsisatı kabul ederse herhalde yapacaktır. Bugüne kadar tercümelere (karşı) bir şey neşredememiştir. Yalnız bu tercümelerin muharref olduğunu bazı makalelerle ve beyanatı ile efkâr-ı umumiyeye söylemiştir. Bildirmiştir ve tahrif olunan noktaları göstermiştir. Kavl-i mücerredle (sadece sözle) kalmamıştır. ‘Şu şu noktalarda muharreftir’ demiştir. Bundan sonra ise bu muharref olan şeyleri fiili bir surette ortadan kaldırmak üzere Hey’et-i Mütehassısa tarafından Kur’an-ı Kerim’i tercüme ve tefsir ettirir ve ondan sonra o muharref eserler kimsenin elinde kalmaz. ”(15)Halit Bey (Kastamonu) (A. Hamdi Efendi’ye hitaben): “Efendim! Buyurdunuz ki, ‘Yanlış tercüme edilmiş olan Kur’an-ı Kerimler hakkında muharref olduğunu ilân etmişizdir.” Muharref, kasıt manasınadır. Zapta geçmiştir. Bu tahrif kasdî midir, yoksa sehvî midir? Bilinmemesinden mi yanlış tercüme edilmiştir?
Ahmed Hamdi Efendi: “Malumu aliniz tahrif an-kastin olur, an-cehlin olur. Biz onun an-kastin veya an- cehlin yaptığını bilmeyiz. Bakıyoruz ki bir ayet-i kerime... Aksi manada tercüme edilirse biz şüphesiz bunu tahrif deriz. Meselâ: Ayet-i kerime, kadının hukukundan, mihrinden bahsediyor. Bunu nazar-ı dikkate almamış, yanlış bir mana veriyor. Hiç bununla alâkası yok. Ayetin hilâfı mana veriyor. Bu, tabiidir ki tahriftir. Yani tahrif vardır. ”(16)
3. Başta Tefsir ve Hadis Olmak Üzere Hazırlanacak Dinî Eserlerde Mebusların Arzu Ettikleri Vasıflar
Meclis’in öngördüğü Türkçe meal ve tefsir bu alanda yapılanların ilki olmayacaktı. Daha önceleri de Türkçe meal ve tefsirler hazırlanıp basılmıştır. Burada onlar üzerinde duramayacağız. Şu kadarını belirtelim ki, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren tercüme gayretlerinde zaman zaman art niyetler rol oynamış; ayetler yanlış tercüme edilerek Kur’an’ın halk nazarında istihfafı hedef alınmıştır. Meselâ, Ahmed Mahir Efendi’nin, yukarıya aldığımız sözlerden de anlaşıldığı gibi, Cemil Said tarafından Kazimireski’nin Fransızca tercümesinden Türkçeye aktarılan nüsha.(17) yanlışlarla doluydu. Bu gibi hatalı tercümelere devrin basını tepki göstermiş, Diyanet İşleri Reisliği de bu hataları zaman zaman dile getirme İhtiyacımı duymuştur.(18)
Meclis’in, Kur’an tercüme ve tefsiri hazırlatmakta en önemli amacının hatalı tercümelerin önüne geçmek, mukaddes kitabımızın sahih surette meal ve tefsirini halkın istifadesine sunmak olduğunu daha önce ifade etmiştik. “Yanlışların önüne geçmenin en İsabetli yolu, halkın hizmetine doğrusunu, gerçeğini sunmaktır” şeklindeki formül, bizzat günün Başvekili Ali Fethi Bey tarafından dile getirilmiştir.(19) Cumhuriyetin İlk Meclisinde bu anlayıştaki mebuslar, başta Kur’an meal ve tefsiri olmak üzere, hazırlanacak dinî eserlerde hangi nitelikleri arzu ediyorlardı? Bu sorunun cevabını, yine mebusların mütalâalarına dayanarak birkaç maddede belirlemeye çalışalım:
a) İslam’ın salim akılla çatışmayan bir din olduğundan hareketle yazılacak eserlerin, hurafe ve batıl inanışlardan dini arındırmak amacına yönelik olması. Nitekim konuşmaların tamamında bu isteği sezmek mümkündür.
b) Yazılacak eserler günün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir şekilde yazılmalı; tesiri, geçerliliği kalmamış eski tartışmalara bu eserlerde yer verilmemeli. Özellikle yazılacak tefsirde bu hususun nazarı dikkate alınması arzu edilmektedir. Mütehassıs bir heyet tarafından yapılması istenmesi de bu sebeptendir. Nitekim Abdullah Azmi Efendi şöyle diyor: "... Onun bugünkü ihtiyacata göre mümkün olduğu kadar mütehassıs zevattan bir heyet teşkil ederek fen bu ihtiyacımızın tatmin dilmesi lüzumunu görüyorum...” Fakat “bir şey tamamıyla yapılamasa da tamamıyla terk edilmek lâzım gelmez” prensibini de gözden uzak tutmuyor.(20)
“Günün ihtiyaçlarına cevap verme” vasfını Mazhar Müfit Bey de şöyle ifade etmiştir:
“Efendiler! Biz istiyoruz ki, nasıl ki bakınız Mısır’da Abduh isminde bir zat, zamanın itirazatını nazarı dikkate alarak koca ciltlerle bir tefsir vücuda getirmiştir. Bir de vaktiyle ülemayı İslâm, zamanlarında mevcut olan felasifeye cevap vermek üzere tefsir yazmışlardır. Malûmu âliniz, vaktiyel Mu’tezile varmiş; Mu’tezileyi paçavra edecek surette edille-i kat’iyye dermeyin etmişler, ona göre eserler meydana getirmişlerdir. Fakat bugün bundan eser yoktur. Başka meslekler vardır. Maddiyyûn vardır, Tabüyyun vardır. Şu vardır, bu vardır. Bendeniz istiyorum ki, yazılacak olan tefsirler, bugün hiç eseri kalmayan Mu ’tezile’ye cevap şeklinde olmasın. Ben İstiyorum ki, bugünkü itirazata cevap teşkil edebilcek bir şekilde, her müslümanın arayabileceği bir şekilde yazılsın. İkincisi yine istiyorum ki, abadis-i nebeviyeyi bize anlatabilecek güzel bir tefsir yazılsın...”(21)
c) Yazılacak tefsir ve diğer kitapların dilinin, halkın anlayacağı sade bir dil olması. Yazılacak eserlerin, milletin anlayabileceği bir tarzda olmasına özellikle lüzum duyulmaktadır. Tercüme edilirken, bozuk bir dille tercümeden uzak durulmalıdır. Nitekim, Ali Şuûri Bey, örnekler vererek, bozuk, ağdalı tercümelere dikkat çekmiştir. Vereceği örnek için arkadaşlarından müsaade isteyerek şöyle demiştir:
“...Cuma Süresinde, 552. sayfada esteizübîllâh (meselüllezine hummilu ve tevrâte...) bendeniz bidaatsizliğime binaen aldığım tefsirden aynen tercümesini okuyacağım: ‘Musa’nın kavmi ki onlar Yahuddur...” (Tercümelerin güzel olup olmadığını, eski tercümelerin bozuk olduğunu anlarsınız). ‘Tevratı teallüm ve mucibince amel etmekle teklif olunduktan sonra onlar âyet İle amel etmediler. Onlar şol hımar meselidir ki onlar ilim kitablarını götürüp zımnında taab görür, halbuki ondan bir şey mündefi olmaz.’ Bu lisanlar bilenlere göredir. ”
Kâzım Vehbi Bey’in “bunu siz tercüme ediniz” teklifine Ali Şuûri Bey şöyle cevap verir:
“Benim haddim değildir. Bunu kıraat edenler, yani anlayıp da amel edenler hakkındadır, efendim. Biz anlamadık ki, nasıl amel edelim? Nasıl muâteb olalım? Peygamber amel ederek âleme hitap etmiştir. ”(22)
d) Kur’an tercüme ve tefsirleri “Erbab-ı ihtisas” tarafından yapılmalı. Tercüme ve tefsir İşini rastgele kişiler değil, mütehassıs kişiler tarafından yapılması gerektiğine değinen Şeyh Saffet Efendi, şöyle diyor: “Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye tercüme edilmesi elzem ve ehem bir meseledir. Fakat bu da (...), erbab-ı ihtisas tarafından yapılmalıdır ki bunu herhangi bir müslüman okuduğunda ilmi’nân-ı kalb ile okusun, yoksa böyle münferiden yazılan ve kalbe itminan vermeyen, İtimad edilmeyen tercümelerin okunması caiz değildir...”(23)
4. Müzakerelerin Sonucu ve Tefsir ye Hadis Kitapları Hazırlatma Kararı
Söz konusu içtimada Diyanet İşleri Reisliği’nin bütçesi müzakere edildiğinden görüşülen konu sadece “dini eser yayını” meselesi olmamıştır. Din hizmetleriyle ilgili diğer problemlere de temas edilmiştir. Yazımızın hacmini daha da genişletmemek için onlara burada yer veremiyoruz. Ancak bir kısmına temas ettiğimiz yayın konusundaki mütalaaların sonucuna ve söz konusu önergenin aldığı son şekle işaret etmemiz gerekiyor. Çünkü değiştirilerek de olsa kabul edilen bu Önerge, Türkiye’de, Cumhuriyet dönemi resmi dinî yayıncılığında önemli bir adımdır.
Daha önce de belirtmeye çalıştığımız gibi, Abdullah Azmi Efendi ve arkadaşları, vaktiyle Şer’iye Vekâleti bünyesinde kurulan ilmî heyete benzer bir kurulu Diyanet’te de oluşturmak amacındaydılar. Bu kurula ülkenin en salahiyetli âlimleri çağrılacak, bunlar başta Kur’an tefsiri ve hadis tercümeleri olmak üzere ülkede ihtiyaç duyulan/duyulacak diğer dini eserleri peyderpey hazırlayacak, telif ve tercüme edeceklerdi. Bilhassa Batılıların İslam’a neşriyat yoluyla yaptıkları yapacakları saldırılara karşı yine bu heyet ilmî ölçüler içinde cevap verecek, reddiye türü eserler hazırlayacaktı. Özetle ifade edersek, kısa ve uzun vadede köklü bir dinî yayıncılık öngörülüyordu. İşin ehemmiyetini müdrik zevat bu yolda hummalı bir gayret içerisinde idiler.
Şimdi önerge üzerine varılan son karara geçelim. Hemen belirtelim ki, bu tarihî İçtimada alınan tarihî kararın iki boyutu vardır: Alman manidar bir karar ve kaçırılan tarihî bir fırsat... Şöyle ki, Kur’an tefsiri ve hadis tercümelerinin devlet imkânlarıyla hazırlatılması karara bağlanıyor; ama sürekli dinî yayınla iştigal edecek “Dini Yayın Heyeti” fikri, maalesef kabul görmüyordu.
Müzakerelerin akışından tespit edebildiğimiz kadarıyla, aslında yayın heyeti fikrine doğrudan karşı çıkan olmamıştır. Ancak, bazı mebuslarca bu hususta izhar edilen şüphe ve tereddütler taraftar toplamış ve önergenin metninde tadilat yapılmıştır. Abdullah Azmi Efendi’nin, “Takririmde mündemiç olan bazı aksam çıkarılarak madde Hadis ve Kur’an tefsirine hasredilmek isteniyor. Hâlbuki bu ilâ-maşallah devam edecektir. Yalnız Kur’an’ı tefsir etmekle ulûm-i İslamiye öğrenilmiş olmaz.’’(24) şeklindeki çırpınışları sonuç getirmemiştir. Uzun tartışmalardan sonra, ayrılacak ödeneğin önergedeki ifadesi “Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif Türkçe tercüme ve tefsiri hey’et-i mütehassısası ücret ve masrafı. ” şeklinde olmuştur. (25)
Evet, Cumhuriyet’in ilk Meclis’i önemli bir icraatta bulunmuş, 1925 yılında Diyanet bütçesine koyduğu 20 bin liralık ek bir ödenekle İslam’ın iki temel kaynağının Türk halkınca daha İyi anlaşılmasının sağlanması cihetine gidilmiştir. Devletin bu işe ayırdığı ödenek müteakip yıllarda da devam etmiştir. Nihayet Elmalılı Hamdi Yazır merhumun hazırladığı “Hak Dini Kur’an Dili Yeni
Meali Türkçe Tefsir” adlı 9 ciltlik meal ve tefsir; Ahmed Naim ve Prof. Kâmil Miras merhumların hazırladıkları “Tecrid-i Sarih Tercemesi" adlı 12 ciltlik hadis tercümesi Meclis’in bu kararının neticesi ortaya çıkmıştır. Ancak, kanaatimiz odur ki, o gün kurulup süreklilik kesbedecek İlmî-dîni bir yayın heyeti, hâlâ halledilmemiş olan önemli bir sorunumuzu, 67 yıl önce, belki de köklü bir çözüme kavuşturmuş olacaktı.
Yazımızı bitirmeden önce, temas edilmesi gereken birkaç nokta daha var. Meclis’in kararından sonra adı geçen eserlerin sipariş, hazırlanış süreçleri, bu aradaki gelişmeler ve nihayet hazırlanan eserlerin ilmi hususiyetleri ayrı ayrı inceleme konularıdır ve bu makalenin sınırlarını aşmaktadır. Ancak, “Meclisin karan” nokta nazarından akla gelebilecek bir soruya birkaç cümle ile temas etmek yerinde olacaktır:
“Acaba TBMM, böyle bir karar alırken İbadet dilinin Türkçeleştirilmesi gibi bir amaç mı taşıyordu?” Sorunun kısa cevabı şudur: Cumhuriyet devrimleri arasında, ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi doğrultusunda akim kalan bazı girişimlerin olduğu bir vakıadır. Ancak bu girişimler sonraki yıllarda cereyan etmiştir ve 21 Şubat 1925’de Meclis’in aldığı bu kararla irtibatlandıracak hiçbir yönü yoktur. Müzakere sırasın da bu niyeti belli edecek bir konuşma da olmamıştır, önergeye imza atan mebuslar, her şeyden önce bir dinî yayın heyeti fikri üzerinde duruyorlardı. Esasen Kur’an meal ve tefsiri yanında hadis tercümelerinin ve İhtiyaç duyulan diğer eserlerin hazırlanmasının da istenmesi öyle bir amacın olmadığını ortaya koyar. Tercüme işini bidayette üzerine alıp bilahare işten feragat ederek mukaveleyi fesheden Akif’in davranışı da, bu kararın alınış sırasında böyle bir amacın olmadığını, belki daha sonra ortaya çıktığını teyid eder. Nihayet, “Hak Dini Kur’an Dili” tefsirinin 1935’ de basılan birinci cildinin başına yazdığı mukaddimede, merhum Yazır’ın ifadeleri calibi dikkattir. Merhum, sonradan kapıldığı izlenimini veren endişelerini anlatırken, yaptığı işin “Türkçe Kur’an” değil, “Kur’an’ın Türkçe Meal ve Tefsiri” olduğunu özellikle vurgular. Şöyle diyor:
“Bazılarını da duyuyoruz ki ‘Kur’an Tercümesi’ demekle iktifa etmiyor da ‘Türkçe Kur’an’ demeye kadar gidiyor. Türkçe Kur’an mı var be hey şaşkın. Kur’an Arabi’dir.”(26)
“ Ey insanlar! Rabbiniz bir, ceddiniz bir’dir. Hepiniz Âdem’den türemiş bulunuyorsunuz. Âdem ise topraktan(yaratılmıştır). Allah indinde en mükerrem ve makbul olanınız, o’ndan korkup çekinenizdir. Bir Arabın Arap olmayan üzerinde bir üstünlüğü yoktur; (varsa) bu, takva yönündendir. Dikkat edin! Tebliğ ettim mi ? Ey Allah’ım, sen şahit ol”
VEDA HUTBESİNDEN
* A.Ü. Sosyal Bilimler Enst. Doktora öğrencisi
(1) Kanunun maddeleri için bkz.: TBMM Zabıt Ceridesi, Devre II, yıl 2, c.7.s.24-26.
(2) Geniş bilgi için bkz: Mehmet Bulut, "I. ve II. TBMM’sinde Din Eğitimi, Din Hizmetleri ve
Dinî Yayın konularında Yapılan Meclis Müzakereleri", A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1991, s. 144-147.
(3) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre II, Yıl 2, c. 14, s. 249 vd.
(4) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre II, Yıl. 2, c, 14, s. 249. Vd.
(5) Aynı yer.(6) Aynı Ver.
(7) Aynı Yer.
(8) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 263-264.
(9) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 251-252.
(10) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 258.
(11) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 266.
(12) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 285.
(13) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 266.
(14) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 260.
(15) Aynı yer.
(16) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 261.
(17) Cemil Said, Kur’an Tercümesi, Cemil Said Matbaası t. siz, 720 sayfa. Yalnız Türkçe Tercüme.
(18) Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İst. 1977, c. V., s. 1930-1931.
(19) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 260.
(20) Adı Gecen Zabıt Ceridesi, s. 251.
(21) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 256-257.
(22) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 258.
(23) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 258.
(24) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 267.
(25) Adı Geçen Zabıt Ceridesi, s. 270.
(26) M. Hamdi Yazır, Hak Dinî Kur’an Dili Yeni Meâlli Türkçe Tefsir, Matbaa-i Ebuzziya,
İst. 1935, c. l. s. 15 (Mukaddime).