Makale

BİR İSLAM DAVETÇİSİ OLARAK DİN GÖREVLİSİ VE ÖZELLİKLERİ

BİR İSLAM DAVETÇİSİ OLARAK DİN GÖREVLİSİ VE ÖZELLİKLERİ

Nihat HATİPOĞLU *

Türkiye’de İslâm dinini “tebliğ ve irşad”la resmen görevli ve yükümlü olan memur kadrolarını sadece Diyanet İşleri Başkanlığının bünyesinde barın­dırmaktadır. Mart 1991 rakamları esas alındığında seksenbinin Üzerinde görevlimiz, 65.791 camide bu hizmeti yürütmeye gayret ediyor. Evinde beş vakit, ayrıca cuma ve bayram namazları dolayısıyla milyonlarca insan camile­rimize ibadet niyyetiyle gelmektedir. Bir hafta içinde camilerimize konuk olan mü­minlerin sayısı o denli fazladır ki, ancak milyonlarla İfade edilebilir. Televizyon ekranları hariç tutulursa, dev adımlarla her yere girebilen kitle iletişim araçları da­hi bu noktada bizim kadar şanslı değildir. Her kültür seviyesinde milyonlarca in­sanımız camilerimizde vaiz, İmam ve müezzin kadrolarını işgal ederek hizmeti yü­rüten değerli görevlilerimizin konuşmalarını, hitabe ve yorumlarım izliyorlar.

Peki bizler ayağımıza kadar gelen bu büyük imkanı değerlendirebiliyor muyuz? Sanıyorum sorumuza müsbet cevap vermek haylice zordur. Zira karşılaştığımız olay­lar, sızlanmalar, tenkitler bizim bu işi İslâm’ın bizden istediği tarzda yapamadığı­mızı göstermektedir. Bu KONUDA NET, AÇIK VE SAMİMİ OLMAK ZORUN­DAYIZ. Hatalarımızı söylememek, şeffaf olmamak yapılmış olan hataların sür­mesi demek olur. Din görevlileri bütün bir camia olarak aile gibidir. Birbirlerine sahip çıkmak, birbirlerini yıkamak, hatalarını net olarak ortaya koymak zorunda­dırlar.

SOSYAL BOYUTUMUZU KAYBEDİYORUZ

Din görevlisinin işgal ettiği kadronun resmi adı ne olursa olsun, İslâm literatü­ründeki adı “ed-dâi, ed-Duât yani dâvetçi-tebliğci”dir. Davetçinin hizmet ve sorumluluk ölçülerini ise peygamber (s.a.s.) temiz ve nezih hayatlarında ortaya koy­muşlardır. Peygamber olmanın yanında cemaat lideri olan Hz. Muhammed (s.a.s.) bu bağlamda hepimizin önderi ve lideridir. Yüklendiğimiz ağır sorumluluğu ahiret günü yüzümüz ak çıkacak tarzda ifa etmek İstiyorsak, O’nu bütün mübarek ka­rakter, kişilik ve sünnetiyle taklit etmek zorundayız. Çevresinde başarılı olan din görevlilerinin hayatları etüt edildiğinde; başarısının dozunun İslâmla barışık ya­şamasıyla orantılı olduğu görülür.

21. asrın eşiğine geldiğimiz şu günlerde din görevlileri olarak kendimizi sorgu­lamak, yoklamak, artı ve eksi yönlerimizi onaya koymak zorundayız. Bütün put­ların yıkıldığı, İnsanların silkindiği dünyada bizler 50-60 sene önceki metod ve hitap tarzıyla kürsüye, minbere çıkmak hakkına sahip değiliz. Zira artık câmide bizi dinleyen İnsanlar, bundan bırakınız 40-60 sene, belki birkaç ay Önceki insanlar bi­le değillerdir. Farklı şeyler, doyurucu izahlar, tatmin edici yorumlar, sosyal ve psi­kolojik açıklamalar istemektedirler. Hep tehdit eden, kınayan, korkutan, itici ve nefret ettirici değil; sevdiren, rahmete çağıran, ısındıran, barıştıran, dünyadan ha­beri olan İnsanlar görmek, duymak istemektedir.

Kur’an-ı Kerim’de, ümmetlerine tevhid inancım ileten büyük şahsiyetlerle, on­ların karşısındaki negatif liderler arasında meydana gelen olaylar sunulurken şu nokta dikkati çeker: Peygamberler her zaman toleranslı, nazik, yumuşak ve sami­mi davranmışlardır. Tehdit unsurunu kullanmamışlardır. Anlaşma zemini bulun­dukça, her şartta “silin” yani anlaşma ve barış yolunu açık tutmuşlardır.

Karşı tarafta yer alan diktatörler ise sert, acımasız, gaddar ve insafsız bir gö­rüntü sergilemişlerdir. Hz. Musa’nın getirdiği tevhide boyun eğen sihirbazlara kar­şı Firavun ‘un tavrı; Hz. İbrahim’in davetine cevap olarak ateşten başka çıkış bu­lunamayan Nemrut’un bağnazlığı; Kârun’ıın. Hâmâm’ın, Ashab-ı Uhdûd’un, Fil ashabının, peygamberlerin kavimlerindeki şirk liderlerinin insaf bilmez kişilikleri, ilâbi dâvet karşısındaki telâş ve korkuyu açıkça ortaya koymaktadır. Demek ki tehdit, sürekli korkutma, zorbalık İslâma karşı olan unsurların metodudur.

İslâmî sunmak durumunda olan bizler, muhatap, kim olursa olsun, yumuşak ve kuşatıcı tavrımızı terk etmemeliyiz. Hz. Lokman’ın oğluna tavsiyede bulunur­ken kullandığı nazik ifâdelerden çok önce: “Ey oğulcuğum!” diye başlaması: Hz. İbrahim’in put imal eden babasına tevhidi tebliğdeki hitabına saygı ve merhamet ko­kan “Babacığım” tarzıyla başlaması bizler için hayati önem taşıyan noktalardır.

Bugün İslâmî anlatmak zorunda olan İslâm davetçilerinin bir türlü kavraya­madıkları işte bu hassas çizgidir. İtici, yatışmaz ve insaf kabul etmez görüntümüz dışında; kullandığımız üslûp, seçtiğimiz cümleler, verdiğimiz örnekler çoğu kez kalbi İslâma ısınacak insanlara da kapıyı kapamıştır, İslami ölçüler anlatılmasın demi­yoruz, böyle bir istek kimsenin hakkı da değildir. Ama her şeyin söylenmesi gere­ken zamanı ve zemini, üslûbu vardır, İslami “en iyi bilen ben bildiğim tarzda anlatırım” şeklinde özetleyebileceğimiz sert yapımız, bazen bizim de hatalarımızı düzeltmeden yaşayıp gitmemize sebep olmaktadır. İslâm’a, câmiye, cemaate, Ku­rana yabancı olan yüzbinlerce İnsanın ürkütücü cehaletinde, daha çok tebliğ göre­vini gerekli (arzda yerine getiremeyen İnsanlarımızın büyük rolü vardır. Hoşumu­za gitmese de bunu söylemek zorundayız. Daha büyük sorumluluk yükleneceği­miz yarınlara, güçlü ve hazırlıklı girmek için bunu tartışmakla yükümlüyüz. Zira çoğu kez camiye gelen müslümanları doyuramadığımız gibi, câmi dışındaki dün­yada sesimiz soluğumuz hiç, ama hiç, duyulmuyor. Yani sosyal boyutumuzu yi­tirmiş gibiyiz.

MENFİ MUHATAPLARIMIZ EBU CEHİL ’DEN DE Mİ ŞİDDETLİ?

Kendimizi Hz. Nuh’un gemisindeki müminlere benzetip, bütün dünyayı tufan­da kabul etmenin insanlığa sunacağı müsbet bir mesaj yoktur. Taif’te taşlara he­def olurken bile, rahmet duası yapmaktan vazgeçmeyen Hz.Muhammed (s.a.s.)’in geniş rahmetini İslâmî bilen insanlar olarak taklid etmek zorundayız. Lat, Menat, Uzza putlarının aşkı ancak bu Muhammedî tavır sayesinde gönüllerden silinmişti. Herhalde biz görevliler olarak Ebu Cehil’ den çok daha şedid insanlarla karşı karşıya değiliz. O halde hikmetle, sevdirerek, ısındırarak ve ama bütün bunlan ya­parken “bilerek” insanları kazanmak zorundayız.

Bilmek gerekir ki ateist, kumarbaz, içkici, rüşvetçi, cânî ve benzeri insanlar her­kesten önce bizlere muhtaçtır. Belki zamanında ulaşabilseydik kişi hırsız, katil ve­ya başka suçtan aranan suçlu olarak polisle karşı karşıya gelmeyecekti.

Hz. Musa ve Harun’un, gaddar ve zalim Firavun’a giderken “Firavuna karşı yumuşak davranın” emrine muhatap olmaları ne kadar anlamlıdır. Tahâ Sûresi’nin 44.âyetinde “Varın da ona yumuşak söz söyleyin; olur ki nasihat dinler yahut korkar” buyuruluyor. “Taği azgın” Firavun’a yumuşak bir şekilde hareket em­redilmişken, bize muhtaç olan ve çoğu İyi niyetli, sağ duyulu insanlara sertliğin faydası nedir?

Birer İslâm davetçisi şuuruyla, İslâm rahmetinin bütün insanlığı kaplaması ni­yetiyle, Peygamberimiz (s.a.s.)’deki vasıflan örnek alarak hedeflenen noktaya va­rabiliriz. İşte bu ağır yüke talip olan din görevlisinin, şahsında bazı özellikleri top­laması, dâvetine bu öncüllerle başlaması şarttır.

Esasen genel olarak bütün Müslümanlarda, ama özel olarak din görevlisinde bulunması gereken bu sıfatların bir kısmım şöyle sıralamak mümkündür:

Din Görevlilerinde Aranacak Özellikler

1. YUMUŞAKLIK: Yumuşaklık Allah ve Resulünün sevip övdükleri bir özel­liktir. “Hilm” diye de niteleyebileceğimiz bu özellik; her türlü şartta dengeyi yitir­meme, kendisine yapılan tersliklere müsamahalı davranma, sabır, sessizlik ve ba­rış yolunu seçme olarak da tanımlanabilir.

İnsanları, içinde bulundukları çıkmazdan hidayete çağıracak davetçinin bu özel­liği şahsiyetinde bulundurması gerekir. Zira davet edilen insanlar çoğu kez, kendi­lerini içinde bulundukları hatadan kurtarmaya çalışan davetçilere karşı kırıcı olur­lar. Hatra, eğitimsizlik ve günahın zarurî birer neticesi olan bu türden dengesizlik­ler “hilm”le karşılanmalıdır.

Peygamberimiz, Eşecc Abdül-Kays’la muhatab olduktan sonra şöyle buyur­muştur:

“Sende Allah’ın sevdiği iki özellik vardır: Yumuşak huylu olmak ve aceleci ol- mamak” (1)

Eşecc Abdulkays, Peygamberimizin bu övgüsüyle şu nedenle karşılaşmıştı: Ken­disi bir kafile içinde Medine’ye gelmiş, kafile ve kavminin diğer kişileri yıkayıp, temizlenmeden Peygamberimizin huzuruna çıkmışlardı. Ancak Eşecc elbise çan­tasını beklemiş, temiz giysilerini giyindikten ve temizlendikten sonra Peygamberi­mizin huzuruna edep, saygı ve güler yüzle çıkmıştı. İşte bundan ötürüdür kİ, bu Övgüye hak kazanmıştı.

İslâmî tebliğ noktasında olanlar genellikle halkın farklı tabakalarıyla karşı kar­şıya gelirler. Her türlü insan grubunu dinletecek en baskın karakter ise yumuşak­lıktır. Davetçiye karşı önyargılı olan nice negatif unsurlar; yumuşak, teenni sahibi ve müsamahalı davetçiyi gördüklerinde geri adım atmışlardır.

Yumuşaklık Peygamber ahlâkıdır. Yüce Allah, Peygamberi Hz. İbrahim’i bu özelliğiyle Kur’an’da an m ıştır:

“Doğrusu İbrahim çok içli, yumuşak huylu ve kendini Allah’a vermiş bir kim­se idi”(2).

Yumuşak huyluluk bazı kimselerde yaradılıştan vardır. Bazı kimselerde ise son­radan, örnekler edinilerek kazanılır. Yaradılışında bu güzel hasletle doğmuş olan insanların bu Özelliklerini yaşatmaları, geliştirmeleri ve pratiğe koymaları şarttır. Zira ancak “yumuşak huylu” davetçilerle muhatab olan diğer meslektaşları kendi hatalarını anlayıp ayıklama yoluna gidebilirler. Bu nedenledir kİ daha önce riva­yet ettiğimiz hadiste, Peygamber (s.a.s.)’in övgüsüne mazhar olan Hz. Eşecc, Pey­gamber (s.a.s.) efendimize şöyle sormuştu: Ey Allah’ın Resulü: Bu İki güzel özel­lik yaradılışta mı bende vardı, yoksa sonradan mı kazandım? Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdular: “Yaradılışta Cenab-ı Allah sana bu iki özelliği nasîb etti”(3).

Hemen şunu belirtmek gerekir ki; yumuşak huyluluk “cahil” olan insanların tavırlarına karşı gösterilir. Yoksa hilm’den maksat her türlü hakaret ve aşağılan­mayı kabullenmek demektir değildir. Mü’min İzzet ve şeref sahibidir, bu özellikle­rini hiçbir zaman yitirmez. Bu nedenledir ki gerçek yumuşaklık, yanlış ve dengesiz davranan kişiyi refüze edebilecek, alt edebilecek durumda olan kişilerin gösterdiği sabır ve toleransa denir.

İslâmî geniş kitlelere ulaştıracak olan davetçilerin bu farkı çok iyi etüt etmele­ri gerekir. Peygamberimiz (s.a.s.), zayıf ve’ cahil bedeviye karşı Hilm ve tebessümle karşılık verirken; Kabe’nin avlusunda oturup durum müzakeresi yapan Kureyşin güçlü aristokratlarına tehdit edici tarzda: "Ey Kureyş topluluğu beni duyuyor mu­sunuz? Nefsim kudretinden olan Allah’a yemin ederim ki size bir boğazlanma ile geldim” cümlelerini kullanıyordu. Yerine göre yapılan bu tarzda konuşma o ka­dar geniş bir yankı yaptı kİ oturanlar onun sözünden fazlasıyla etkilendiler. Sanki her birinin kafasında bir kuş vardı da kaçmasın diye ta; kesilmişlerdi. Hatta daha önceleri Peygamberimize karşı en sert davrananı bile yumuşak cümlelerle yaltak­lanmaya gayret ediyordu: “Ey Ebu’l Kasım bizi halimize bırak! Vallahi sen ne yap­tığını bilmeyen biri değilsin” diyordu(4).

2. TEVAZU: Tevazü’nun zıddı olarak da ifade edilen Kibr(büyüklenme) Hz. Âdem (A.S.)’ın yaratılmasından sonra işlenen İlk günahtır. “Kibirden dolayı İblis, Yüce Allah’ın rahmetinden kovuldu. Âhiret gününe kadar Lanetlenmeye hak kazandı” “Bunun üzerine Allah, Öyle ise oradan çık! Çünkü artık kovuldun!, de­di. Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır.(5)

Kibir sahibi olan kişinin cennet ehlinden olamayacağı Peygamberimiz tarafın­dan haber verilmiştir. Bir Hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Kalbinde zerre miktarınca kibir bulunan kişi cennete giremez.”(6)

Peygamberimiz (s.a.s.)’in nübüvvet görevini ifa sırasında tevazuu ile büyük me­safeler aştığını, hatta cemaatin etrafında kenetlenmesinde bunun en önemli unsur olduğunu hatırlatma sadedinde Yüce Allah şöyle haber veriyor:

“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yü­rekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu. halde onları affet; bağışlanmaları için dua et!,,(7)

Peygamberimizin yüce karakterinde var olan tevâzû, İslâmın tebliğcisi konu­munda olan bütün din görevlilerinde-davetçilerde etkin olarak kendisini hissettir­melidir.

Tevazu; müslümanlara müsamahalı davranmak, ince ve nazik tavır almak, bü­yüklenmeden, kibir ve azametten vaz geçmektir. Kur’ân ifadeyle tevazu “kanat indirme ”dir. “Sana uyan müzminlere kanadını indir.”(8) Bazı müfessirlerce âyet­ten maksadın, “Sana uyan bütün mü’minler”(9) olduğu ifade edilirken, bazı müfessirlerce: “Peygamberimize inanıp uyan yakın çevresi”(10) manasınadır ki olay şu noktadan dolayı önemlidir: Din görevlisi; yakın münasebete girdiği, sevgi ve dostluğunu kazandığı, yani tebliğini ulaştırdığı insana dahi “tevazu” göstermeye mutlaka dikkat edecektir. O halde uzak çevreye Öncelikle mütevazi davranacak. Bunun diğer bir anlamı da şudur: Tevazu İslam davetçisinde gelip-geçen bir tavır olarak değil, heran diri olan bir karakter olarak bulunacaktır. İslam’a davet eden­lerin inanmayanlara karşı son derece mütevazi bir görüntü sergilerken inanan kendi insanlarına karşı sert tabiatlı olmaları garipsenecek bir çelişkidir.

Davetçi mütevazi olmak zorundadır. Konuşmasında, tavırlarında, giyim ve ku­şamında, insanlarla olan münasebetlerinde bu ilkeyi muhafaza etmesi gerekir. Pey­gamberimiz (s.a.s.), yaşlı bir kadın bile olsa zerre kadar tiksinti duymadan onunla yolda yürür, giderdi.”

Peygamberimizin tevazusunu ortaya koyan şu çarpıcı örnek din görevlileri için ciddi dersler vermektedir: Peygamberimizin huzuruna bir adam girdi. Peygamber (s.a.s.)’i görünce korku ve heyecandan titremeye başladı. Bunun üzerine peygam­berimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kendine gel! Ben melik veya zorba değilim. Ben, Mekke’de kuru ekmek yiyerek kendisini doyuran bir kadının oğluyum.”(11)

İslâmî iletmekle zorunlu olan davetçilerin tevazuun zillet ve boyun eğme ma­nasına gelmediğini bilmesi gerekir. Zillet ve korkaklığa tevazu kılıfını uydurmak da mümkün değildir.

Kur’an, davetçilerin hareketlerini düzenleyen şu âyeti mü’minlerin şuuruna iş­liyor: “Ey İnananlar! Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah’ın sevdiği ve onların da O’nu sevdiği, inananlara karşı alçak gönüllü, inkarcılara kan şiddet­li, Allah yolunda cihat eden, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayan bir mil­let getirir...

Gerek camide, gerekse de sosyal münasebetlerde din görevlisinin alçak gönüllü olması, sunulan İslâmî tebliğin kalplere daha rahat bir tarzda ulaşmasını sağlaya­caktır. Camii kapısı itici değil, ısındırıcı bir sevecenliği müjdelemelidir. Cemaat, camide gururundan buz dağlarını andıran din görevlisi yerine, en mahrem aile mü­nasebetlerini bile kendisine açacağı mütevazi, yakın, alçak gönüllü din görevlisini görmek İstemektedir. Hele, Batıda kilise ruhbanlarının özel moral eğitiminden ge­çirilerek kitlelere ulaşmaya çalıştığı düşünülecek olursa; İslâm davetçilerinin önün­deki handikapları görerek uzak mesafeleri kısa zamanda aşmaları daha büyük ive­dilik taşımaktadır.

3. SABIR: İslam’ın güzelliklerini iletecek olan kişilerin: karşı taraftan gelecek her türlü tersliğe, düşmanlığa, dengesizliğe ve zulme hazır olmaları gerekir. İnsan­lar genellikle bilmediklerinin düşmanıdırlar. Yine, insanların yıllarca içinde yaşadıkları hayat tarzlarını bir çırpıda ellerinin tersiyle silip atmaları bunun yerine başka bir inanç tarzını hayatı haline getirmeleri haylice zordur. Kişilerin (akip ettikleri akide ne kadar anlamsız olsa da bu ölçü değişmez. İneğe, puta, ateşe veya başka bir şeye tapan ilkel bir insanın bu sapıklığım terkedip tek bir Allah’a İmana yönelmesi-her ne kadar fıtratın gereğiyse de yine de-zordur.

Din görevlilerinin karşıdan gelecek her türlü olumsuzluğu büyük bir taham­mül ve sabırla karşılaması gerekir. Lokman (a.s.) oğluna öğüt verirken, ibadetlerine devam etmesinin gereğinden hemen sonra sabin ön plana çıkarır. "Yavrucu­ğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sab­ret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir. ”(13)

Aslında, İslâm’ın davetçisi sıfatındaki kişilerin karşılaşacakları tahammülü en zor durumlardan biri de "akidedeki karşı gelmeklerdir. Bunu peygamberler yaşa­mıştı. Mekke müşrikleri, peygamberimiz (s.a.s.)’e bir müddet kendisinin putları­na tapması, bir müddet de kendilerinin Allah’a İbadet etmeleri teklifini götürmüş­lerdi. Mekke müşrik aristokratlarının bu karşı grupları; içinde bulundukları buna­lımları yansıtan tekliflerini yaparken, esasen, bir peygambere, karşılaşabileceği en ağır sabır yolunu açıyorlardı. İlahi vahy Kâfirûn sûresiyle onlara cevap verdi. Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında Hz.Musa’nın da aynı sıkıntıya muhatab olduğu gö­rülebilir. Kavmi, vahye muhatab olup iman ettikten sonra, yanlarından geçtikleri kavmin (Amâlikalıların) puta taptığını gördüklerinde Hz.Musa’dan kendilerine de put yapmasını istemişlerdi. Kur’an hadiseyi şöyle naklediyor: “İsrail oğullarını de­nizden geçirdik, orada kendilerine mahsus bir takım putlara tapan bir kavme rast­ladılar. Bunun üzerine, Ey Musa! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap! dediler. Musa, "Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz” dedi.

Tekrar Lokman (a.s.)’ın tavsiyesine dönecek olursak üç nokta dikkati çeker. İslâm davetçilerinin bu bağlamda Lokman’ın vasiyetinden alacakları yığınla ders vardır:

İlk etapta oğlunun ruhî yönden kendini hazırlamasını ister kİ bunun yolu ibâ­dettir. İbâdetlerin en önemlisi hiç şüphe yok ki namazdır. Bu açıdan “yavrucu­ğum, namazı kıl” cümlesiyle başlıyor. Daha sonraki aşamada başkalarına fayda sağlayacak yolu gösteriyor ve “iyiliği emret ve kötülükten vazgeçirmeye çalış” di­yor. İyiliğin emredilip, kötülüğün sakındırıldığı durumlarda şeytani attraction dev­reye girer ki o durumlarda güzel bir sabırdan başka çözüm yoktur. Bütün bunlara hazır olmak gerekir. İşin pratiğine baktığımızda bir çok davetçinin sırf “sempatikliğini” kaybetmemek için “emr-i bil maruf nehy-i ani’l münker” çizgi­sinin hayli dışında seyrettiğini görürüz. Bu gerçek, din görevlisinin halk içindeki ağırlığının da hafiflemesine zemin hazırlar.

İnkârdan başka sermayesi olmayanlar, güzele ve hayra çağıran her türlü ham­leye inkâr reaksiyonları göstermişlerdir. Peygamberimiz (s.a.s.) ilk vahyin ağırlığı altında Hz.Hatice (r.anha) ile beraber Varaka bin Nevfel’e gittiğinde kanaatimizi doğrulayan bir cevapla karşılaştı. Varaka bin Nevfel: “...Kavmin seni Mekke’den çıkardığında keşke yanında olsaydım” dediğinde peygamberimiz (s.a.s.) “Onlar beni çıkaracaklar mı” diye sordu. Varaka: “Evet senin getirdiğini getiren hiçbir kimse (peygamber) yoktur ki, kavminin düşmanlığıyla karşılaşmış olmasın”(15) ce­vabını verdi.

Dâvetçi, sadece bu anlamda sabırla donanmayacaktır tabii ki... Maddi sıkıntı­lar, tebliğ yapılacak insanların olumsuz yönleri, çevrenin İslâmî yapıya uzak ol­ması, beklenmeyen musibet-belâ ve tehditler hep sabır çizgisi içinde karşılanmalıdır, özel olarak din görevlisinin, cemaati içindeki insanların yanlışlarına sabır ve hoş­görüyle karşılık vermesi zarurîdir.

Kur’an, birer davetçi olmaları hasebiyle Peygamberlerin sabırlarını övgü ile anlatıyor

Rasulullah (s.a.s.)’e hitabında; kendinden önceki peygamberlerin şeriatlarım tebliğ ve yerleştirmede büyük gayret sarf ettiklerini, ortaya çıkan güçlüklere de sa­bırla göğüs gerdiklerini hatırlatıyor: “O halde peygamberlerden azim sahibi olan­ların sabrettiği gibi sen de sabret.

Evet, İslâm’ı anlatma çabası karşısında gadre uğrayan ve telâşlanmayıp sabreden-hatta bu uğurda şehit olmayı göze alan- kişilerin geleceği aydınlıktır. “Yal­nız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.”(17)

4. DOĞRULUK: İstikamet, diye de tanımlayabileceğimiz bu yapının, İslâm davetçisinin hayatına yön vermesi beklenir. İslâm kurallarına bağlılık, her şeyi Allah rızası için yerine getirmek ve dedikleri ile yaptıklarının birbirlerine uygunluğu olan doğruluk, ihmal edildiğinde, tebliğin bütünüyle devre dışı olduğu görülür. Bir kı­sım halk kitleleri kendileri doğru olmasalar da din görevlisini, İslâm davetçisini doğru görmek isterler. Ve cemiyette en ciddi tenkitlere, takibe uğrayanlar yine bu insanlar yani din görevlileridir.

İyiliğe ve doğruya çağıran bir davetçinin her şeyden önce o eylemleri kendi nef­sinde pratiğe uygulamış olması gerekir. Kur’ân ve sünnetteki yasaklan ileten bir kişinin, bu haramları özel hayatında yaşıyor olması inanır lığını tamamen siler.

Peygamberimiz (s.a.s.) kendisine İslâm hakkında kesin ve net bir ifade kullan­masını isteyen birine şöyle buyurmuştu: “Allah’a imân ettim de ve sonra dosdoğ­ru ol” (18) Hiç şüphe yok ki Peygamberimizin bu vasiyetini tutan ve gereğini yerine getiren her müslüman cennete yakınlaşmış olur. Dünya ve âhiret hayatında mutlu­luğu yakalamaya çalışırken etrafındakilere de örnek olmak isteyen İslâm davetçilerinin bu ilkeyi temel prensip edinmeleri şarttır. Zira “Allah’a iman ettim” cümlesi, bütün kudret, otorite ve kuvvetin sahibi olan Allah’a sığınmanın en çarpıcı ifade­sidir. Ancak bu son derece Önemli olmakla beraber sadece bir cümledir. Bunun tat­bikat gereklidir. Tatbikatı ise cümlenin yüklediği anlamı, kişinin kendi hayatına hakim hale getirmesidir kİ bunun yolu da dosdoğru olmak, imânının gereğini ha­yatı haline getirmek ve bu uğurda zerre kadar endi$e göstermemektir. Kur’an bu sadakati gösterenlere İlâhi müjdeyi çok net olarak haber veriyor: “Rabbimiz Al­lah’tır, deyip sonra da doğrulukta devam edenlere, onlara, melekler, ölümleri anın­da: “Korkmayınız, üzülmeyiniz, size söz verilen cennetle sevinin, biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz. Burada canlarınızın çektiği umduğunuz şey­ler, Bağışlayan ve acıyan Allah katından bir ziyafet olarak size sunulur” diyerek inerler.

Bu anlamda doğruluk; Kur’an ve hadisin hükümlerinin uygulanması ve pey­gamberimizin hayatta örnek alınması olarak da formüle edilebilir.

Din görevlisinin arzu edilen istikamete varması; kendi hayatını, konuşmaları­nı, tavırlarını, duygularını, iç dünyasını, kazancını, hitabelerini, gezdiği-dolaştığı yerleri, İbadetlerini sürekli olarak otokritiğe oturtması ve; nafile ibadetlere, emr-İ bi’l maruf, nehy-i ani’l münker çizgisine uymaya, her türlü münasebetinde Allah’­ın rızasına talip olmaya gayret etmesiyle mümkündür.

Bu noktada da İslâm davetçisinin örneği peygamberimiz ve O’nun temiz saha­besidir. Serdedeceğim örnek çok önemli dersler verecek niteliktedir:

“Peygamberimizin elçilerinden olan Abdullah bin Huzâfe es-Sehmi -(r.a.) ka­tıldığı bir savaşta Rumlara esir düşer. Onun büyük şahsiyetine hayran olan Rum Meliki şöyle der: “Hristiyanlaş, eğer Hristiyanlığı kabul edersen seni mülküme or­tak ederim. O, peygamber dostu hiç tereddüt etmeden ânında reddetti. Tam bir mümin heybetiyle. İmparator onun çarmıha asılmasını emretti. Astılar. Sonra ok­larla onu hedef tahtası haline getirmekle korkuttular. Zerre kadar korkmadı. Sul­tan emretti, büyük bir kazanda su kaynattılar. Sonra tek tek esirleri İçine atmaya başladılar. Şehitlerin kemikleri eriyordu bu kaynak suda. Sonra onu işaret ettiler. Ya Hristiyanlaş veya atacağız seni dediler. Kendisi kazana doğru yürüdü ve kaza-, nın başına gelince ağlamaya başladı. Hristiyanlar onu ağlarken görünce sevindi­ler. Korktuğunu sandılar. Rum meliki sordu. Neden ağlıyorsun? Bir zamanlar peygamber (s.a.s.)’in İslâm dâvetini iklimlere taşıyan, her yönüyle Rasulullah (s.a.s.)’i temsil eden büyük sahabi ağır bir edayla şöyle dedi: “Benim yüz canım olsa da tek tek bu kazana atsalar da Allah’ın yolunda defalarca ölümü tadabilseydim diye arzu ediyorum. Ama siz beni bir kerede atıp öldüreceksiniz. Benim üzün­tüm bundandır.” Rum meliki ve ötekiler bu muhteşem sahabe karşısında şaşkına döndüler. Aptallaşıp kalakaldılar. ”(20)

“Melik, Hristiyanlaşırsan sana kızımı veririm ve seni krallığıma ortak ederim dedi. Hayır, dedi. Melik: Başımı (saçlarımı) öpersen seni ve seksen müslUman esiri serbest bırakırım deyince kabul etti. Ve kralın başını öptü böylece sensen müslü­man esiri de onların elinden kurtardı. ”(21)

İslâm için her türlü fedâkârlığa katlanabileceğim söyleyen Abdullah b.Hüzafe (r.a.) gibi insanlar zaman ve şartlar gerektirdiğinde iddialarım gerçekleştirdiler. Yalpa yapıp, döneklikte bulunmadılar. İşte gerçek doğruluk ve istikamet budur. "Fet­hedilen beldelerin İnsanları bu fatihleri, onların büyük kişiliklerini, doğruluklarını ve akidelerine bağlılıklarım görünce İslama yöneldiler. ”(22)

Bugün cemiyetimize baktığımızda kalbinde hastalık olan bazı insanların, yine bazı din görevlilerinde görülebilen “olumsuzluk” ları ön plana çıkarıp; "hoca de­diğini yapmıyor, o halde onun dediğini tut, ama onun yolundan gitme” tarzında vicdanlarını kurtarmaya yönelik operasyonlarla kaçamak yolu aradığını görebili­yoruz. Böyle ortamlara meydan vermemek elbette şarttır. Bunun yolu da başkası müstakim olduğumuzu bilsin diye değil, Allah ve Peygamberi istedikleri için müs­takim olmaktır. Dikkat edilirse tâ hicrî 8. yüzyılda yaşayan İbn-i Kayyım bile ce­miyetin bazı unsurlarının imansızlık için mazeret arayan çıkmasına işaret ediyor: Şöyle diyor: “Biz ve başkaları defâatle gayri müslimleri Islâma davet ettiğimizde hep şu cevabı aldık: "Bizim Islâma girişimizi engelleyen şey: İslâma bağlıların ha­yatlarında gördüğümüz yaşam tarzıdır. Eğer İbn-i Kayyım müslümanlarm İslâm ve ilkelerinden tavizler vererek yanlış ve ters örneklere sebep olduğu günümüzde yaşasaydı kimbilir ne diyecekti? ”(23)

5) GÜZEL AHLÂK; "Nefsin Örtüsü” olarak ifade edebileceğimiz güzel ah­lâk, Yüce Allah’ın güzel gördüğü, övdüğü, peygamberine emrettiği peygamber (s.a)’in de öncelikle kendisi uygulayıp sonra da etrafına ilettiği âdab, davranış, ha­reket, karakter ve sûluk’a denir.

Ahlâk kelimesi ile yaradılış kelimesinin kök harflerinin (Ha-le-ke) aym olması, bu iki kavram arasındaki köklü ilgiye dikkati geçer. Sanki "ahlak” kavramı içine giren hertürlü hareket, "yaratılışta” İslâm fıtratı üzerine doğan ve ona sonradan değişmeyecek olan, ayrıca da vahiyle desteklenen müminin bütün hareketlerinin toplamına denir. Bu açıdan da fıtrat çizgisini aşmayan, dejenere edilmemiş ve vahye tabi olan kişinin bütün disiplinli hareketleri “ahlâkı” olmak zorundadır. Zaten “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” hadisine dikkat edildiğinde şu nokta göze çarpar: Peygamberimiz, güzel iyi, faydalı alılakı tamamlamak için... diyor. Neden tamamlamak? Zira, İnsan fıtratının gereği olan güzel ahlâkın ölçüleri ilk peygamber Hz. Âdem (a.s)’den bu yana bütün peygamberler tarafından Allah’ın iradesine uygun olarak ortaya konmuştur. Ancak tahrif edilen kitaplarla beraber, karakter, değer ve öl­çüler de esas ölçüsünden çıkarılmıştır. İşte Peygamberimiz bu değerleri istismara meydan vermeyecek tarzda yerine koyuyor, eksikliklerini tamamlıyor ve bunların üzerinde birikmiş şirk tozlarını silkeliyordu... Bu nedenle de tamamlamak ifadesi­ni kullanıyorlardı.

İslâm davetçisi Rasulullah (s.a.s.)’in tamamladığı ahlaki değerleri önce kendi­si özel hayatına, moral yapısına enjekte edecek ve sonra da vahyin yüklediği so­rumluluk bilinciyle muhataplarına iletecektir. Tabiî dâvetçi neyin ahlaki, neyin gayr-i ahlaki olduğunu Kur’an ve sünnetten öğrenmek zorundadır. Hatta kamuoyunu yön­lendirecek ahlaki normlan yine bu insanlar dizayn etmek zorundalar. Zira “güzel ve ahlaki” ölçülerin tamamen net bir çizgiyle sunulmadığı cemiyette, baskı grup­larının kabul ettikleri değerler ahlâk olarak kendini kabul ettirebilir. Örneklene­cek olursa: Meselâ, bir kimsenin kızını veya arkadaşının hanımını dansa kaldırması Batı kültür ve normları içinde ahlakî olarak düşünülebilir ama, İslâmî ahlak için­de bunun Kur’an ve Sünnete göre kabul edilemez olduğu ortaya konmalıdır.

Pekâlâ kötü ahlak nedir? Sadece yalan söylemek, içki içmek, kötü yerlere git­mek, hırsızlık yapmak (vs.)mi kötü ahlaktır? Bunların yanı başında özellikle İs­lâm davetçisinin, dış dünyayla, ailesiyle ve hatta kendisiyle ilgili olan ama sünnete ters düşen her türlü tasarrufları kötü ahlak sınıfı içinde düşünülmelidir.

Rasulullah (s.a.s.)’in ahlakı Kur’ân olduğuna göre İslam’ı iletecek kişilerin de böyle olmaktan başka çareleri yoktur.

6. ŞUURLU BİR İMAN: Neye, niçin İman ve teslimiyet içinde olduğunu düşü­nen, hadisin ifadesiyle ‘’iman ettikten sonra yeniden küfre dönmeyi diri diri ateşe atılmakla eşit gören”(25) ve iman ettiği ilkelerin dünya ve dünya kamuoyu üzerin­deki yerini ve boyutlarını bilen insan şuurlu insandır.

Sözkonusu din görevlisi olunca; onun şüphe ve tartışma kabul etmez, bir sami­miyetle Allah’a sığınması olgun bir imana sahip olması bütün zihni melekelerini vahye adaması şuurlu bir imâna varması için gerekir.

İslâmî davet, irşad ve tebliğin “mesleğim olduğu için” değil “iman ettiğim için” yerine getirilmesi; konunun bir şuur ve vecd içinde anlaşıldığının ispatı olur.

Sahabenin öncülerinin ilk dönemde akideleri uğrunda çektikleri zulümler bu şuurlu imanın karşı güçler üzerinde meydana getirdiği telaşın zorbalığa dönüşme­sidir. Şuurlu imân denirken; imân edilen şeye kafa yorma, taklidî değil, tahkiki bir imanla meselelere eğilme, akide uğrunda her türlü çileye hazır olma gibi esas­lar da anlaşılmalıdır. Nitekim bu şuur sayesindedir ki, sahabe (r.anhum) doğduk­ları yerlerden binlerce kilometre uzaklıklarda ya şehit olarak veya muhacir olarak bugün kabirlerinde dirilecekleri günü beklemekteler.

Ebu Eyüb el-Ensâri (r.a). Bu büyük sahabi şu ân İstanbul’un surlarının dibinde yatıyor.

İşte Ümmü Haram (r.a) Kıbrıs’ta, Arab illerine uzak olan bu adada yatıyor.

İşte şurada Ukbe b.Âmir(r.a) Mısır’da bir kabirde dinleniyor. Bilâl (r.a) Şam’­da gömülü. veya Abdullah b.Amr b.el ÂS (r.a) Kahire’de mezarında haşre gide­ceği günü bekliyor.

Useyd b.Hudayr (r.a) Uhud harbinde vücûdundaki ağır yedi yarayı sarma­ya, tedaviye çalışanlara müsâde etmiyor ve ‘Rasulullah (s.a.s.)’in çağırdığı yerde mazeret olamaz, diyerek müşrikleri takib eden cemaatin içine katılıyor.”(26)

İfade ettiğimiz bunca fedâkârlık ancak şuurlu bir iman sayesinde ortaya kona­bilir. Dâvetçi şuurlu İman ile normal bir gayretin ulaşamayacağı mesafeleri kısa sürede aşabilir. Yapılan İslâmî irşad hizmetinin câmi boyutlarının dışına taşması; tebliğ hizmetini hayatının yegâne gayesi olarak gören gayretli, fedakâr ve şuurlu görevliler sayesinde olabilir,

7. İBADETLERE DEVAMLILIK: İbadetler; kulu Allah’a yakınlaştıran, sa­hibini iddiasında güçlü kılan, samimiyeti pekiştiren mânevi silahlardır. Konuşan hatibin cümleleri kalplerde akis bulabiliyorsa, yüzü davası kadar aydınlıksa, düş­manlarının üzerinde heybet uyandırabiliyorsa, bütün bunlar; farz, vacip ve nâfile ibadetlere olan bağlılığındandır.

İbadetlere devamlı olma gayreti, Allah’ın rızasını kazanmaya talip olan kişiyi Rabbani kılar. Artık o kişinin yemesi, içmesi, hareketleri, uyuması, kalkması, ko­nuşması, sevgisi, nefreti tamamen Yüce Rabbin rızasını kazanmaya yönelik hale gelir.

Buhari’nin rivayet ettiği kutsî bir hadisin bir bölümünde şu cümlelere muhatap oluruz: “Kulum farz kıldığım İbadetleri yerine getirmek ”de daha güzel bir şeyle bana yakınlaşamaz. Kulum nâfile ibadetlere bana yakınlaşmaya devam eder...”(27) Nafile ibadetler; farzlarda meydana gelmiş eksik ve gedikleri örterken, kişinin kal­bini temizler. Şuurunu duru hale getirir, günahtan uzaklaştırır. Helale talip konu­muna getirir.

İbadetleri kulluk takvası içinde yerine getiren kişi âbid olur. Gerçi âbidlik imani bir mertebe olduğu gibi zıt manaya da kullanılmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim iki manayı da içine almıştır. Müşrikler; putun, tâgûtun, sahte ilâhların, nefisleri­nin âbidleri olarak tanımlanmışlardır. (28)

Müsbet manada âbid olabilme bütün din görevlilerinin hedefi olmalıdır. Pey­gamberimiz (s.a.s.)’in Miraç olayı anlatıldığında dünya’da varılabilecek en yüce mevkiindeki sıfatı için “abd =kul” sıfatı uygun bulunmuştur. “Abdini-kulunu Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı ne büyüktür.”(29) de­nir. Açıkça görülüyor ki, Yüce Allah, Peygamberini dostunu habibini... tarzında­ki sıfatlar yerine kulunu sıfatını irade buyurmuşlardır. Hz. Yusuf (30) ve diğer peygamberler hakkında “mü’min kullanmızdandı”(31) ifâdeleri ufuk açıcı nokta­lardır.

O halde bir ferdin “Allah’ın kulu” sıfatını haketmesi en büyük şereftir. Din görevlisi farz ibâdetleri hiç bir aksama yapmadan yerine getirirken cemaatine tav­siye ettiği nafile oruç, namaz, sadaka gibi ibadetlere de gayretli olmalıdır. Sadece

camide bulunduğu gün namazlarını kılan ama sair zamanlarda camiyle irtibatını bütünüyle kesen bir din görevlisinin insanlar nazarındaki itibarının ne olacağını kestirmek zor değildir. En büyük dâvetçi olan Rasulullah (s.a.s.) geceleri mübarek ayaklarının altı şişecek kadar kıyamda kalırdı. Kendisi bunun sebebi sorulduğun­da ’‘Şükreden bir kul olmayayım mı?”(32)cevabını verirlerdi.

Teheccüd namazını ne mukim ne de misafirken asla terk etmezdi. Evinde para olduğu halde gecelediği görülmemişti. Mutlaka tasadduk ederdi.(33) Kısaca, din gö­revlisi, gerek farz ve gerekse de nâfile ibâdetler konusunda, dâvet ettiği insanlar­dan mutlaka önde olmalıdır.

8. AHDE VEFA VE EMANET: Emaneti güvenilirlik manasında ele alıyoruz. İstikamette olmak, kendisine teslim edileni korumak gibi anlamları da vardır. Kur’­an müminlerin hallerinden bahsederken, “Onlar ki emânetlerine ve verdikleri sö­ze (ahdlerine) riâyet ederler.’’(34) diyor.

Âyette emânet ve vefa sıfatları hemen dikkati çekiyor. Emaneti çok geniş bo­yutlu olarak irdelemek zorunluluğu vardır. İbadetlere bağlanmak, haramlardan kaçınmak Allah ile kul arasındaki emanetlerdendir. Kişilerin birbirleriyle münase­betlerinde takip edecekleri emânetler vardır ki, bunlar da; birbirlerine saygı, sev­gi, merhamet, müsamaha, kolaylık, tevazu göstermeleri; dedikodu, tecessüs, iftira, kötü zan, ve benzeri zulumlerden kaçınmalarıdır.

“...dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin.”(35) “Ey inananlar! Bir top­luluk bir diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Ka­dınlar da başka kadınlan alaya almasınlar belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın; birbirinizi kötü lakaplara çağırmayın...ve ben­zeri âyetler hep emânet kavramı içinde ele alınmalıdır.

Emanetlere uygun hareket etme din görevlisinin tabii karakteri olmalıdır. Böylece insanların sevgi ve güvenini kazanabilir. Peygamberimizin nübüvvetinden ön­ce “el-emin” olarak tanınması, nübüvvetinden sonra davasının başarılmasında hayli yardımcı olmuştur. Ta Mekke’den hicret edeceği günde dahi yanında Ebu Cehil’in emanetlerini taşıyordu. Bu hususlar din görevlisi açısından hayati önem taşır.

Cemaat, caminin etrafındaki esnaf, mahalle sakinleri, Kur’an okumaya gelen gençler, ilim öğrenmek İçin müftü, vaiz, imam ve müezzinlere müracaat eden in­sanlar, mahalledeki fakirler, kimsesizler, yetimler, zayıflar, yoksullar hep din gö­revlisine birer emanettir.

Âyette dikkati çeken ikinci husus da ahde vefa’dır. Allah’ın fıtrata uygun ola­rak gönderdiği dine bağlanmak, İslâmî tebliği ulaştırmak, sorumluluğun farkında olmak ahde vefanın gereğidir. Bütün yeryüzü sakinlerini Kur’ân’a inanmaya onu uygulamaya, boyun eğmeye çağırmak, muharref dinlerden olan Yahudilik ve Hristiyanlığın Saliklerini Kur’an rahmetine davet etmek, işte bütün bunlar emanet ve ahde vefanın gereğidir.

Din görevlilerinin, verdiği sözü yerine getirmesi,(37) ahdine vefa göstermesi(38) yapmayacağı şeyi söylememesi, yaptığı şeyi söylemesi(39) ahdine bağlı kalmasının gereğidir.

İslâmî tebliğ durumunda olan birinin; sözünde durmuyor, kendisine bir şey ema­net edilemez, güvenilir değildir gibi olumsuz yapıyla tanınması ona ve temsil ettiği davaya ciddi darbe vurur. Kur’ân böyle tanınan kişileri şu ağır cümlelerle ikaz ediyor:

“İpliği sağlam ördükten sonra onu söküp bozan kadın gibi olmayınız. ,(40)

9. ZÜHD VE CÖMERTLİK: Zühd, insanın elindekine önem vermeme, kalbi dünya ve sözü ile gereğinden fazla meşgul etmeme ve Allah’ın takdir ettiğiyle ye­tinme olarak tarif edilmiştir.

“Zühd” kavramı gerek normal bir müslümanın ve gerekse de davetçinin haya­tında hep yanlı; yorumlanmıştır. Zühd ’ün dünyadan, nimetlerinden, tamamen uzak­laşmak olduğu sanılmıştır. Halbuki müslüman dünyadan soyutlanmış İnsan değil, dünyaya söylenecek çok sözü olan insan demektir. Bu bağlamda zühd, dünya ve nimetlerine helal ve haram mantığıyla yaklaşma, ekonomik gücü ne olursa olsun; zevk, lüks ve israfla bezenmiş bir hayata iltifat etmeme, sermayeyi hayatına yön verecek tarzda görmeme, haramların tümünden, günahların İse büyük ve küçü­ğünden sakınma olarak anlaşılmalıdır. Zâhid insan böyle insandır. Maddi yönden güçlüyken, ekonomik kuvveti kişisel zevk ve istekleri için kullanmamak, ancak davet için seferber etmek davetçinin zühdündendir. Zâhid olan din görevlisi servet birik­tirmek peşinde olmamalıdır. İnana uğrunda gerekirse şehit olmayı gaye edinmiş plan din görevlisi malının tamamını nasıl olur da feda etmekten sakınabilir.

Zühdün bir yönü cömertlikle alakalıdır. Hulafa-i Râşidin halifelik görevini al­dıklarında maddi yönden hangi noktada idilerse, halifelik görevi sona erdiğinde ondan daha alt düzeyde servet sahibi idiler. Onlar bu maddeye kıymet vermeyen ölçülerini Peygamber (s.a.s.)’den almışlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) Safvan b.Ümeyye’ye Huneyn günü bir vadi dolusu büyük baş hayvan vermişti. Olayı an­latan Safvan diyor ki, “Rasulullah (s.a.s.) bana vermeye devam ediyordu. O İn­sanların en bugz etliğim kişisi olmasına rağmen öylesine verdi ki, nihayet insanların en sevdiğimi oldu.”

Peygamberimiz (s.a.s.) dâvası İçin her şeyi böylesine fedâ edebiliyordu. Cömert­liği öyle bir noktaya varmıştı ki, onu gören ve îslâmı kabul etme şerefine layık olamayan kişiler “ancak bir peygamber bu kadar cömert olabilir.” diyorlardı. Din görevlisi böyle olmak zorundadır. Daha önce ifade ettiğimiz gibi; "Hz.Ebu Bekir halifelik görevini teslim edip Rabbına kavuştuğu gün, halifelik öncesindeki mal varlığına bir kuruş eklemediği gibi, azalma olmuştur.

Hz. Ömer şehit olduğu gün kendisine bağlanan maaşın dışında herhangi bir akar veya gayri menkule sahip değildi.”(41)

Dâveti ileten din görevlisinin, muhatabı olduğu cemaatından çok daha eli açık, cömert, bağış ve ikramı seven pozisyonda olması gerekir.

İslâm’ı tebliğ durumunda olan kişilerin hep bir şeyler bekleyen, isteyen, alan bir insan konumundan, veren, cömertliğiyle karşısındakini şaşırtan konuma geç­mesi beklenir.

SONUÇ:

Din görevlisinde bulunması gereken özelliklerin bir kısmını örnek sadedinde belirttik. Tabii ki bunlar, İlâhî bir davanın temsilcisinde aranan özelliklerin sade­ce bir kısmıdır. Ama tebliğin mânevi boyutlarının olgunlaşması için ilk etapta bu ölçüler şarttır.

Sadece iki binli yıllara değil, çağların ötesine hazırlanan din görevlisinin; sürekli okuması, ülke genelinde yayınlanan basını günü gününe takip etmesi, kültürünü genişletmesi, yeni İlmî çalışmaları etüt etmesi, Arapça yanında en azından bir Ba­tı dilini öğrenip yabancı basını okuması, dünyadaki sistemlerin çıkmazlarım - İslâm’ın buna getirdiği çareleri- mukayeseli biçimde dosyalaması, bilgisayarlı ça­lışma mümkün değilse, en azından dosyalama ve fişleme metodunu geliştirmesi, sadece dini değil, hertürlü İlmî çalışmayı merak etmesi, satın alması zaruret haline gelmiştir.

Ülkede dini zafiyet, cehalet, hissizlik, iticilik ve hatta düşmanlık boyutlarının genişlemesinde, din görevlileri olarak, bizim rolümüzü (daha doğrusu) sorumlulu­ğumuzu korkmadan, çekinmeden, ürkmeden sorgulamamız şarttır. Çünkü İslam’ın kaybedeceği hiçbir şey yoktur. Aklın, ilmin, tartışma metotlarının ön plâna çıka­rıldığı her dönemde İslâm kazançlı çıkmıştır. Zira İslâm vahiy mahsûlüdür. Bun­da endişeye mahal yoktur. Bizim kendimizi sorgulamamız İslâm’ı sorgulamak demek değildir.

Din görevlileri olarak bizim hatalarımız İslâm’a mal edilmekte ve İslâm’a ısı­nabilecek kalpler uzaklaşmaktadır. Bunun farkında olarak, hataların aşılması için kendimizle peygamber (s.a.s!)’in ahlâkım kıyaslamamız yeterlidir.

18.Allahtan sakının; herkes yarma ne hazırladığına baksın; Allahtan sakının, çünkü Allah işlediklerinizden haberdardır. 19. Allah’ı unutup da, Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın; onlar, yoldan çıkmış kimselerdir. 20. Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir. Kurtuluşa ermiş kimseler cennetliklerdir.

(Kur’an-ı Kerim, Haşr Sûresi 18-19-20)

* Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

(1) Ebu Davud, Edeb, bab: 161; hd. 5225; Müsned, Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 123; c. 4, s, 206; ayrıca kelimesiyle ise Müslim, İman, 25, 26, bab. 6; Tirmizi, Birr, bab: 66, hd: 2011.
(2) Hud, 75
(3) Müslim, İman, bab: 6, hd. 25-26; Tirmizi, Birr, bab: 66, hd: 2011; İbn-i Kayyım. Zadül Me­ad, c. 3, s. 36.
(4) İbn-i Hişam, c. 1, s. 290.
(5) Hicr, 34, 35.
(6) Müslim, Fi t en, bab: 52, 116; Timizi, Fiten bab: 17; ayrıca hadisin sebebi vücudu ile ifadesi için; İbn Hacer el-Askalani, el-Metalibü’l Aliyye, c. 2, s. 437.
(7) Âl-i İmran, 159.
(8) Şuara, 215.
(9) Nevevi, Merahu Lebîd, c. 2, s. 118.
(10) Zemahşeri, Keşşaf, c. 3, s. 130, Lübnan (Darü’l-Marife).
(11) El-Mevahîb el-Ledünniye, c. I, s, 298.
(12) Maide, 54.
(13) Lokman, 17.
(14) A’raf, 138.
(15) İbn Hişam, es-Sireiü’n-Nebevîyye, c. t, s. 254-255, Lübnan, 1355 H.
(16) Ahkâf, 35.
(17) Zümer, 10.
(18) Müslim, İman, bab: 13, hd. 62.
(19) Fussilet, 30-32.
(20) El-İsabe, c. 2, s. 288.
(21) İbn-i Esir, Üsdü’I-Gabe fi Ma’rifeti’s-Sahabe, c. 3, s. 212-213.
(22) Hatipoğlu, Nihat, Dâvetin İlkeleri, s. 60.
(23) a.g.e., s. 60.
(24) Muvatta, K: 47 Hüsnd’l-Hulk, b. 1, hd. 8; Müsned,. c. 2, s. 381 (Müsneddeki ifade tarzındadır.)
(25) Müslim, iman, 66, 67; Buhari, iman, 9, 14; İkrah, 1.
(26) Dr. Hümam Abdurrahim Saİd, Kavadi’d-Da’veti ilallah, s. 120, Ürdün,
(27) Buhari, Rikak, 38; el-Ehadisi’ 1-Kudsiyye, c. 1, s. 81, Lübnan.
(28) Mu’minûn, 47; Kafirûn, 4; Enbiya; 53, ayetlerinde müşrik abidler bu manada kullanılmıştır.
(29) İsra, 1.
(30) Yusuf, 24,
(31) Saffat, 81, 111, 122, 132; Sa’d, 45; Tahrım
(32) Buhari, Teheccüd, 6; Tefsir (Sure-i Hucurat), 2; Müslim, Münafîkun, 79-81 ; Tirmizi, es-Salat, bab 187, Nesai, Kıyamü’l-Leyl, 17; lbn-i Mâce, İkâme, 200; Ahmed, Müsned, c. 4. s. 251.255 ç. 6, s. 115.
(33) Dr. M. Seyyid el-Vekil, Ususu’d-dâ’veti ve âdâbi’d-duât, s. 108, el-Vefa, Mısır, 1987.
(34) Mil’minûn, 8,
(35) Hucurat, 10.
(36) Hucurat, 11.
(37) Nahl, 91.
(38) İsra, 34.
(39) Saff, 2-3.
(40) Nahl, 92.
(41) Seyyid Vekil, Ususu’d Da’ve, s. 105, 107. Kahire.
KUR’AN-I KERİM
Ey Kitab-ı Hakîm, ey dirlik, düzen;
Asırlardır devam etti mu’cizen!..
Dâima şifâ sun, bir nur ver bize,
Din zevkini anlat idrakimize...
Hayat kovamıza hikmetinle ak,
Arş’a yükselelim hep çırpınarak...
Bizi yumak, yumak, iplik iplik sar;
İslam’a temelsin, İmana hisar!..
Başlasın bin zevkle kutlu Tûrumuz,
Kurtulur bu ümmet, varsa nurumuz!...
Akıt bahçemize güneş çeşmeni,
Şensin zaman boyu eskimez yeni...
Beşerin hayal ve idraki kömür,
Sade elde yanıp sönen bir ömür!..
Öyle çılgınlık ki cihana sığmaz,
Kararan vicdanlar nasıl duysun haz?
Hayalin kemendi, aklın şahini,
Bulamıyor tuzak kuran hain..
İnciler şendedir, ey sonsuz deniz;
Kapılar aç, de: İşte nûr ülkeniz!..
Kucaklar gönlümüz o an gökleri,
Gelir güneşin nur öpücükleri..
Kainatın kalbi titrer yeniden,
Olursan hep: Ellerde sen, dilde sen!...
Mustafa Necati BURSALI