BATILI TOPLUMLARDA VE İSLÂM’DA İNSAN HAKLARI
Yrd. Doç. Dr. Yavuz ATAR *
İslam’da insan haklarının yeri ve muhtevasının incelenmesine geçmeden önce, İslam’dan önceki toplumlarda ve Batı toplumlarında insan hakları alanındaki gelişmelere kısaca göz atmamızın, İslam’ın doğrudan insanlara tanıdığı ve güvence altına aldığı hak ve hürriyetlerin önemini daha iyi anlamamıza katkıda bulunacağına inanıyorum. Şunu da hemen belirtmek gerekir ki, şekli bazı benzerliklere rağmen insan haklarının mahiyeti ve dayanağı bakımından Batılı toplumlardaki anlayış ile İslam’ın yaklaşımı arasında ölçüde insan aklına dayanmasından kaynaklanır.
II. İSLAM’DAN ÖNCEKİ DÖNEMLERDE İNSAN HAKLARI
A- ESKİ MEDENİYETLERDE
Tarihi araştırmalar dünyanın bilinen en eski medeniyetlerinin Çin, Hint, Mısır, Sümer, Babil, Asur, İbrani, Eti, İran, Yunan ve Roma’da ortaya çıktığını göstermektedir. Bu farklı medeniyetlerde hukuk sistemi, devlet teşkilatı ve İnsan haklarının olup olmadığı, varsa bunların ne ölçüde gerçekleştiği ve gerçek mahiyeti tam olarak bilinememektedir. Şüphesiz bu çağlarda bugünkü anlamda siyasi, hukuki esasların ve insan haklarının aranması mümkün değildir. Bu medeniyetlerden en ilerisinde bile İnsan hakları ve hukuka saygı, İslam’daki ve Batı toplumlarındaki anlayışın çok gerisindedir. Ancak bilinen ya da tahmin edilen bilgiler çerçevesinde çok kısa da olsa bu toplumların ilk çağlardaki medeniyetlerinin gözden geçirilmesi, söz konusu kavram ve müesseselerin tarihi kaynakları hakkında bize bir fikir verebilir. Eski medeniyetler incelenirken özellikle siyasi yapıları, devlet teşkilatı, İnsan hakları, kamu ve özel hukuk kuralları, kölelik müessesesinin olup olmadığı, kadınların statüsü gibi noktalar üzerinde durulması, bu toplumların hem dönemlerindeki hem de günümüzdeki hukuk ve insan haklan anlayışı ile karşılaştırılmasını kolaylaştıracaktır.
Çin toplumunda özellikle sanat ve felsefe alanında önemli gelişmeler ortaya çıkmıştır. Lao-Tse, Kong-Tse, Meng-Tse, Mo-Tse, Siyun-Tse, ve ünlü Konfüçyüs gibi filozoflar ahlaki değerler, yönetim ve yaşayışta fazilet, başkalarının haklarına saygı, hakkaniyete bağlılık ve benzeri değerler üzerinde durmuşlardır. Ancak bu filozofların savunduğu esasların toplum ve devlet hayatına ne dereceye kadar etkide bulunduğu çok şüphelidir. Çünkü Çin toplumunda, filozof Meng-Tse’nin insanlar arasında eşitlik olduğunu savunmasına rağmen, halk; sosyal, siyasi ve hukuki durumları itibariyle birbirinden farklı çeşitli sınıflara ayrılmıştır. Buna göre halk, bir “köylüler” ve diğeri “asiller” olmak üzere İki zümreye ayrılmış ve bu sınıfların dışında ayrıca kölelik müessesesine de yer verilmiştir(1).
Çin toplumunda aile yapısı patriyarkal bir karaktere sahip olup, atalara bağlılık esasına dayanır. Baba çocuğu üzerinde velayetin yanısıra satmak hakkı gibi aşırı haklara sahipti. Kadın aile içinde baba ya da en büyük erkek kardeş, evlendikten sonra ise koca ya da en büyük oğulun otoritesi altında bulunurdu. Ayrıca aile içindeki hukuki sorunlar, çok geniş yetkilere sahip aile mahkemesinde çözümlenirdi. Evlenme erkeğin kadını satın alması suretiyle yapılırdı. Çeşitli sebeplere bağlı olarak boşanma da kabul edilmiştir. Miras sadece ailede fürua, bunlar içinde de en büyük erkeğe, bu da yoksa o takdirde kız çocuğa tanınmıştı. Toprak mülkiyeti; kuru mülkiyet devlete, intifa hakkı ise fertlere ait olmak üzere bugünkü mülkiyet sisteminden farklı olarak benimsenmişti. Ceza hukuku alanında ise İlk zamanlar, suçluların, mağdur ya da mağdurların akrabaları tarafından takip edilerek cezalandırılması esası kabul edilmişken, sonraları bu yetki devlete verilmiştir(2).
Farklı köken ve kültürlere sahip karışık bir insan topluluğunun yaşadığı Hindistan’da zamanla kişileri farklı sınıflara ayıran ünlü Kast sistemi ortaya çıkmıştır. Kast sistemi, Hindistan’ın sosyal, hukuki, siyasi bünyesine derin bir şekilde etkilemiş ve topluma hâkim olan bütün kural ve müesseseler Kast esasına dayalı olarak gelişmiştir. Buna göre, Hindistan’da halk, ruhani iktidara sahip bulunan ruhban sınıfı (Brahmanlar); cismani (fiili, maddi) iktidara sahip bulunan hükümdar ve mensup olduğu hanedan, savaşçılar (Kışatriyalar); çiftçiler, tüccarlar, çobanlar, emlak sahipleri (Vaysiyalar) ve bu üç sınıf mensuplarına hizmet etmekle yükümlü ve her türlü haktan mahrum kimselerden oluşan ve köle mahiyetinde olan aşağı tabaka (Sudralar) olmak üzere dört Kast’a ayrılmıştır. Ayrıca ilk üç zümre de kendi içinde daha tali kastlara ayrılmıştır(3). Bu dört kastın dışında kalanlar İse, toplumda hiç bir mevkileri bulunmayan, en kötü işleri gören, şehir, kasaba ve köylerin dışında oturmak zorunda olan aynı bir grubu (Pariyalar) oluştururlardı(4). Bu Kastlar arasında sosyal bir ilişkinin kurulması, Kastın değiştirilmesi, evlenilmesi ve hatta birlikte yemek yenilmesi bile yasaktı. Buna aykırı davrananlar mensup olduğu kasttan uzaklaştırılır ve bütün haklarını kaybederdi.
Çeşitli dönemlerde sanat, bilim ve ticaret alanında çok ileri gitmesine ve büyük bir medeniyet kurmasına karşılık, sosyal açıdan Hindistan tarihinde önemli bir yer tutan Kast sistemi günümüz insan hakları ve hukuk anlayışı bir yana, çağının birçok toplumuna göre de son derece insanlık dışı bir uygulama niteliğindedir.
Hindistan’da yerleşmiş bu sosyal, siyasî ve hukukî yapıya karşı aynı dönemlerde eleştiriler yönelten ve bu toplumlarda etkili olan en önemli felsefi akım ya da din anlayışı Budizm olmuştur. Ancak Budizm negatif bir öğreti niteliğini taşır. Çünkü insanlara genellikle “yapmamaları gereken” şeyleri söyler, ancak “yapacakları” şeylerin neler olduğunu belirtmez.
Mısır’da eski çağlarda devlete hâkim olan siyasi sistem ve teşkilat yapısı merkezi devlet ile feodalite arasında değişmiş, çeşitli dönemlerde birlik sağlanarak güçlü bir devletin kurulduğu görülmüştür. Dünyanın en eski medeniyetlerinden birinin ortaya çıktığı eski Mısır’da özellikle güçlü devletin kurulduğu dönemlerde Krallık, devletin hayati merkezi ve Mısır’ın siyasi varlığının kaynağı olmuştur. Kendilerine ilahlık sıfatı tanıyan krallar, monarşik, teokratik ve bürokratik bir devlet yapısı ve teşkilatı kurmuşlardır. Kamu hukuku kuralları da bu dönemlerde teşekkül etmiştir. Hükümdarın mutlak ve geniş yetkileri karşısında ferdin hak ve hürriyetleri bir yana, hiç bir değeri yoktur. Her şey, devleti kendi kişiliğiyle özdeşleştiren hükümdarın otoritesine tabidir. Siyasi haklardan ancak hükümdar ailesine mensup olanlar yararlanır ve devletin yönetiminde ona yardımcı olurlardı. Halktan hiç kimse kralın ismini bile zikredemez, ona ancak İlah diye hitap edebilirdi. Hatta kralın ayağını öpme şerefi bile, ancak kral tarafından sadece belli ve Önemli kişilere verilebilirdi. Hukukun tek belirleyicisi kralın kendisidir. Kralın bu mutlak otoritesine bir sınır koymak ya da bunu düşünmek hiç bir şekilde söz konusu olamazdı(5). Hükümdar, devlet işlerini yürütmek üzere çağma göre oldukça gelişmiş bir bürokratik sistem ve teşkilat yapısı içinde yakınlarım görevlendirirdi. Ancak zamanla devlet memuriyetine halka mensup kişilerin de alınması kabul edilmiş, fakat siyasi ve hukuki sistem, iktidarın yetkileri ve kişilerin değersiz telakki edilmesi şeklindeki anlayış değişmemiştir.
Mısır’da ilik zamanlar kral ve mensup olduğu hanedan karşısında yer alan, ancak hiç bir değeri bulunmayan halk arasında farklı sınıflar yoktu. Daha sonraları halk arasın dada köylüler, şehirliler, asiller, küçük mülkiyet sahipleri, yarı esirler ve esirler olmak üzere, hukuki statüleri birbirinden farklı çeşitli sınıflar ortaya çıkmıştır. Böylece halk arasındaki eşitlik de (sefalette eşitlik) tamamen ortadan kalkmıştır(6).
Mısır hukukunda aile, evlenme, miras, mülkiyet ve borçlar hukukuna ilişkin kural ve müesseselerin de yerleştiği görülmektedir. Ayrıca ceza hukuku kurallarına yer verilmiş, kişilerin, işledikleri suçlardan dolayı devlet tarafından yargılanarak cezalandırılması kabul edilmiştir.(7)
Görüldüğü gibi geniş halk kitleleri (kişiler) insan haklan bakımından her İki ülkede de kötü bir durumda olmalarına karşın, Hindistan’da bu durum, topluma hâkim olan Kast sisteminden, Mısır’da ise kral ile özdeşleşen devletin mutlak otoritesinden kaynaklanmıştır.
Ünlü hükümdar Hammurabi döneminde güçlü ve merkezi bir imparatorluk haline gelen Babil Devleti, özellikle hukuk ve siyaset alanında çağına göre oldukça ileri ve parlak bir medeniyet meydana getirmiştir. Hammurabi’den önceki dönemlerde sitelerden oluşan bir devlet yapısı ve her sitenin başında ilah olarak kabul edilen bir kişi ile onun temsilcisi olarak yönetici bir hükümdar bulunmaktaydı. Hammurabi döneminde, sitelerin bu mabud ve hükümdarları merkezi otoriteye bağlanmışlardır. Merkezi idareye bağlı güçlü bir imparatorluk devletinin dogması sonucunda da her sitede geçerli, ortak bir genel nitelikte bir hukuk sistemi ihdas edilmiştir. Eski medeniyetler içinde en ileri ve sistemli hukuk sistemi Babil de ortaya çıkmıştır.
Hammurabi, bölgede yaşayan daha önceki toplumların (Sümerler) kanunlarından da yararlanarak bir “kanun’’ meydana getirmiş ve buna ilahi bir menşe göstermeye çalışmıştır. Bu mecelle ile getirilen kuralları; toplumda zayıfların korunmasını, ülkenin yükseltilmesini, kişi haklarının korunmasını, halkın refah ve mutluluğunun sağlanmasını, topluluk içinde hak ve adaletin gerçekleştirilmesini ve sosyal, siyasi, ekonomik ve hukuki yönlerden ülkenin ve halkın iyi bir şekilde yönetilmesini amaçlamaktadır. W. Yönetim kademelerinde yer alan idareci ve memurlara da büyük bir önem verilmiş ve bazı haklar tanınmıştır. Bütün bu özellikleri sebebiyle Babil’de siyasi açıdan teokratik ve bürokratik bir monarşi sisteminin hâkim olduğu ileri sürülmektedir(9).
Hammurabi kanunlarının incelenmesinden çıkan sonuçlara göre, Bâbil toplumunda kişilerin hukuki ehliyet bakımından eşitliği kabul edilmemiş, halk, bir kaç gruba ayrılmıştır, ilk iki sınıfı hükümdara (devlete) hizmet edenler, üçüncü sınıfı da köleler oluşturmaktadır. Bunların dışında bir de mahiyeti tam olarak bilinmeyen bir “seçkinler sınıfı” vardır. Hür kişiler her türlü hak ve ödevlere tam ehil, serbest ve sosyal statüsü üstün olan kimselerdir. Kölelerin ise hiç bir değeri olmayıp, eşya gibi satılabilmesi mümkündür. Ayrıca kölelerde kendi içinde birkaç gruba ayrılmaktadır*10*.
Araştırmalar Asurlularda hukuki alanda önemli bir gelişmenin olduğu ve bir Asur Kanunu’nun bulunduğunu ortaya koymuştur. Asur Hukukunda kişiler arasında tam bir eşitlik kabul edilmemiştir. İnsanlar hür ve köle olarak ikiye ayrılmakta, köleler eşya gibi muamele görmektedir. Ancak çağının diğer toplumlarına nazaran Asurlularda kölelere de çok sınırlı bazı hakların tanındığı görülmektedir. Aile toplumda önemli bir müessese olarak kabul edilmiş ve ailede koca yetkili kılınmıştır. Kadının aile içinde olduğu gibi, toplumda da oldukça sınırlanmış bir statüsü vardır. Evlenme, özellikle Borçlar hukuku alanında da bir gelişme göze çarpmaktadır. Ceza hukukunda ise bazı istisnalarla cezaların şahsiliği ilkesi ve devletin cezalandırma yetkisi kabul edilmiştir. Ancak cezalandırmada hür ve köle ayrımına yer verilmiştir(11).
Milattan Önce 2000 yıllarımdan itibaren Mezopotamya, Filistin ve Mısır civarında yaşayan İbraniler İçin üç devirden söz edilmektedir. Peygamberler devri, Cumhuriyet devri ve Beni İsrail Kralları devri. İlk İbrani Peygamber Hz. İbrahim’den başlayarak, Davud, Süleyman ve diğer Peygamberler İbrani toplumunun liderleri olmuştur. Musa Peygambere Tevrat hükümlerinin bildirilmesi ile Yahudilik Dini, bu topluluğa has bir din olarak onların siyasi ve hukuki düzenini tayin etmiştir. Çoğunlukla Peygamberler aynı zamanda hükümdar olarak toplumu yönetmiştir. Ancak İbrani toplumu bazı zamanlar Allah’tan emir alan yöneticilerine itaat ederken, zaman zaman da isyan etmiş ve karşı gelmişlerdir. Tevrat hükümleri İbraniler için kamu ve özel hukukun kaynağı olmuş ve Hukuki alanda büyük gelişmeler görülmüştür. İbraniler daha sonra Tevrat hükümlerinin bir kısmını değiştirerek ve yeni kurallar ihdas ederek bir beşeri hukuk oluşturmuşlardır(12).
İbrani Hukukuna göre kişiler arasında hukuki ehliyet bakımından eşitlik esası kabul edilmemiştir. Kişiler hür ve köle olmak üzere iki kategoriye ayrılmış, köleler de yabancı ve İbrani olarak iki zümreye ayrılmıştır. Esasen İbraniler yabancıları ehil bir kişi olarak da kabul etmezlerdi. İbrani hukukunun bahsettiği haklardan ancak İbraniler yararlanabilirdi. İbrani Hukuku aile müessesesine büyük önem vermiş, ailede çocukların baba ve ananın otoritesine tabi olması öngörülmüştür. Ancak bunun bazı sınırlan bulunmaktadır. Evlenme, boşanma, miras ve mülkiyet müessesesi de kabul edilmiş ve büyük önem verilmiştir. Borçlar hukuku ve ceza hukuku alının da da ayrıntılı hükümler bulunmaktadır. Ceza hukukunda şahsilik ilkesi uygulanmıştı(13).
Görüldüğü gibi İbrani toplumunda İlahi kaynaklı olmak üzere hukuk alanında bazı önemli gelişmeler ortaya çıkmıştır. İnsanlara tanınan haklardan sadece İbrani olanlar yararlanabilmektedir. Yabancıların hiç bir değeri yoktur. Yahudilik, İbranilere has bir din olarak ortaya çıkmasına karşılık, sonradan Tevrat hükümlerinin değiştirilmesi ile haklardan sadece İbranı olanların yararlanabileceği anlayışı iyice yerleşmiş, bütün insanların bazı temel haklara sahip olması esası kabul edilmemiştir.
Araştırmalar Etilerde pozitif hukuk bakımından önemli bir gelişmenin ortaya çıktığını göstermektedir. Eti Devleti bünyesinde tedvin edilen kanunlarda aile hukuku, miras hukuku, ayni haklar, borçlar hukuku ve ceza hukukuna İlişkin ayrıntılı hükümler bulunmaktadır. Etilerin kanunlarının daha incelemiş olduğumuz toplumların hukuku kurallarına nazaran daha insani ve daha ılımlı hükümler ihtiva ettiği görülmektedir.
Etilerde, sosyal ve hukuki durumları itibariyle kişiler birbirinden farklı; asiller, orta sınıf, Namralar ve köleler olmak üzere çeşitli sınıflara ayrılmıştır. Asiller, Tımar sahibi beylerden oluşur ve devlet işlerine katılırlardı. Orta sınıf, askerler, toprak sahipleri, sanatkâr ve çiftçilerden oluşur. Namralar ise, savaşlarda ele geçirilen ve belli yerlerde ikamete tabi tutulan yabancılardan oluşmaktaydı. Köleler ise savaş esirlerinden oluşmakta ve sosyal açıdan en aşağı tabakayı oluşturmaktaydı. Bunların arasında da farklılıklar vardı(14).
Aile müessesesine önemli bir yer verilmiştir. Evlenme ve boşanma kurumuda kabul edilmiş, ancak hür ve kölelerin evlenmesi farklı esaslara bağlanmıştır. Ayrıca miras ve mülkiyet hakkının tanındığı görülmektedir. Borçlar hukuku ve özellikle ceza hukuku alanında ayrıntılı hükümler bulunmaktadır(15).
İran’da Met Devleti ve Sasaniyan Devleti olmak üzere başlıca iki büyük devlet kurulmuştur. İran Devletlerinde irsi, otokratik ve teokratik bir monarşi sistemi hakim olmuştur. Devletin başında bulunan hükümdar, çok geniş yetkilere sahip olarak, ülkeyi mutlak ve merkezi bir otorite altında yönetir. Ancak hükümdarın bizzat kendisinde ilahlık sıfatı bulunmaktadır. Kanun yapma ve yargı yetkisi hükümdardadır. Hak, hukuk ve adalet gibi kavramlar ifadesini hükümdarın iradesinde bulmaktadır. Kişiler, hükümdarın köleleri statüsünde olup, hiç bir sosyal, siyasi ve hukuki hak ve imkânları bulunmamaktadır. Bazı dönemlerde irsi monarşinin, yine aynı hanedandan olmak ve devletin ileri gelenlerinin seçime katılması şartıyla, seçimli monarşiye dönüştüğü de görülmüştür(16).
Kişiler sosyal ve hukuki durumları itibariyle birbirinden farklı statülere tabi olmak üzere, ruhban, aristokratlar ve halk kütlesi olarak üç sınıfa ayrılmıştır. Bunlar da kendi içinde bazı belli gruplara ayrılmaktadır. Halk kütlesi içinde yer alan köylüler üst sınıfların hizmetinde bulunan ve topraklarında çalışan köle mahiyetinde idiler(17).
İran hukukunda ailenin önemli bir yeri vardır. Aile içinde baba mutlaka otorite sahibidir, ancak kadına da değer verildiği görülmektedir. Evlenme bakımından ise, diğer toplumlara nazaran çok farklı esaslar ve değişik evlenme türleri kabul edilmiştir. Miras ve mülkiyet hakkı tanınmış, borçlar hukuku alanında yazılı belgelere önem verilmiştir. Ceza hukukunda suçluların cezalandırılmasında intikam esası geçerlidir. Cezalandırma yetkisi devlete ait olmakla beraber, mağdur ya da mağdur yakınlarına infaz konusunda yetkiler verilmiştir(18).
Avrupa’da eski çağlarda ortaya çıkan medeniyetler Yunan ve Roma medeniyetleridir. Yunan ve Roma medeniyeti, siyasi hukuki açıdan ve insan haklan bakımından genellikle ileri ve hatta bu müesseselerin ilk olarak ortaya çıktığı yerler olarak kabul edilirken, birçok bilim adamı ve araştırmacı, bu medeniyetlerin daha eski medeniyetlere dayalı olduğunu (özellikle Mısır medeniyeti) ve bu toplumlarda söz konusu müesseseler bakımından da iddia edildiği gibi İleri ve ciddi bir gelişmenin olmadığım belirtmektedirler.
Eski Yunan’da siyasi teşkilat, polis adı verilen “Site Devleti” şeklinde ortaya çıkmıştır. Eski Yunanın siyasi, hukuki ve sosyal bütün gelişmeleri bu siteler içinde ortaya çıkmış, siteler büyük bir devlet haline dönüşememiştir. Romalılar’ da ise, aksine büyük imparatorluklar kurulmuş, bu güçlü devlet yapısı içinde siyasi ve hukuki alanda önemli gelişmeler ortaya çıkmıştır.
Eski Yunan sitelerinde ortaya çıktığı iddia edilen demokrasi, gerçekte bir oligarşiden İleri gidememiştir. Çünkü tam manasıyla halk hâkimiyeti tahakkuk ettirilememiştir. Halkın tamamı veya büyük bir çoğunluğu siyasi faaliyetlere katılmamış, sadece muayyen ve sınırlı bir zümre siyasi kararlara katılabilmiştir. Örneğin, yarım milyona yakın kişinin yaşadığı Atina Sitesinde ancak yirmi bin kişi vatandaş statüsünde olup, bunlar arasında da belli şartlan taşıyan siyasi faaliyetlere katılabilmiştir*19*. Site Devletinde, vatandaş yönetimin mutlak otoritesi tabidir. Sanat, ilim, mülkiyet, ticaret, sanayi, sosyal ilişkiler, aile hayatı, çocukların terbiyesi, kadının statüsü gibi bütün alanlar devletin müdahalesi altındadır. Devlete karşı kişilere hiç bir hak tanınmamıştır. Sadece siyasi faaliyetlere katılma bir haktır, ama o da imtiyaz olarak belli bir sınıfa verilmiştir. Kişilerin sübjektif haklarından söz edilemez. Kişiler, devlet için vardırlar ve devlete hizmet ederler(20).
Roma Devletlerinde de kişilerin haklarından söz edilemez. Kişiler, devletin mutlak otoritesine tabi olup, halk çeşitli sınıflara ayrılmıştır. Her ne kadar Roma’da bugünkü hukuk sistemlerinde de izleri bulunan özellikle aile hukuku, ayni haklar, miras hukuku ve borçlar hukuku gibi özel hukuk kuralları ve müesseseleri alanında büyük bir gelişme görülmüşse de, aynı gelişme insan hakları bakımından gerçekleşmemiştir. Roma Kanunları özellikle medeni hukukun birçok müessesine yer vermiştir. Örneğin, nişanlanma, evlenme, boşanma, cihaz, karı-koca arasındaki teberrular, veraset ve vasiyete İlişkin kurallar geniş bir şekilde düzenlenmiştir. Ayrıca kişilerin statüsü ve sosyal ilişkilerim düzenleyen kurallar; araziler üzerindeki mülkiyet, yararlanma vb. haklan düzenleyen eşya hukuku kuralları; sözleşmeler (satış, kira, ariyet) ve muamelata ilişkin ayrıntılı borçlar hukuku kuralları da bu kanunlarda yer almıştır. Maliye, vergi ve ziraat hakkında da düzenlemelerin yapıldığı görülmektedir. Ceza hukuku alanında da kurallar bulunmakla beraber, medeni hukuk ilke ve kuralları kadar gelişmemiş ve bir sistem haline gelememiştir. Bunların yansıra anayasa hukuku, idare hukuk ve kilise hukuku gibi kamu hukuku kuralları da kanunlarda yer almıştır. Günümüz hukuk sistemlerinden çok farklı olarak modern ceza hukuku ve yargılama hukukunun İlke ve kurallarına ters düşen birçok suç ihdas edilmiş ve kişiler ceza tehdidi altında sürekli bir korku içinde yaşamışlardır. Roma Hukuku, mülkiyete insandan daha çok önem vermiştir. Bu bakımdan kişi haklarını tanıyan ve koruyan bir sistem ortaya çıkmadığı gibi, suçsuz kişileri koruyacak bir ceza hukuku ve yargılama hukuku da doğmamıştır. Geniş bir adliye teşkilatı kurulmuş olmakla beraber, kanunları yapan organ ile yargılayan organ aynı olduğu İçin kişiler güvencesiz bir yargılamaya tabi tutulmuştur. Roma’da hukukun bu şekilde gelişmesi uzun bir zaman sürecinde gerçekleşmiştir. Bu gelişim sürecinde çeşitli dönemlerde farklı kuralların uygulanmış olduğunu da belirtmek gerekir(21).
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, insan haklan ve hukuk devleti anlayışının tarihi ve fikri kaynakları ve bu kaynaklar içinde de Eski Yunan ve Roma’nın yeri konusunda oldukça farklı görüşler bulunmaktadır. 1855-1857 yılları arasında Atina’da Fransız elçiliği yapan La Gorce adlı bir yazar Yunanlıların bütün tarihini belgelerle İnceleyen “Çağlar Boyu Yunanlılar” adlı eserinde Eski Yunan medeniyetinin tamamen bir aldatmaca olduğu görüşünü savunur. Bu yazar kitabının önsözünde şöyle demektedir: “Bir millet düşünün; Özel ya da kamusal, neyi var neyi yoksa baştanbaşa haydutluk ve korsanlık eseri; çalışmayı hor gören bir millet; hak ile haksızlık, iyi ile kötü gibi kavramların, yönetenlerin ya da yönetilenlerin bilincinde en ufak iz bırakmadığı; kaba kuvvetin en üstün değer sayıldığı bir millet; bir millet ki, medeniyetinin doruğundayken nüfusunun ancak kırkta biri hür; ... Yıl geçmez ki, insan kurban edilmesin, binlerce bebek katledilmesin; içte ahlaksızlık almış yürümüş; savaşlar, dâhili ayaklanmalar insana soluk aldırmıyor; beceri, soyluluk, ya da zenginliğin sağladığı tüm üstünlüklere sürekli İsyan halinde; dışta tek amacı yağma; nasıl olursa olsun: Ama istila yoluyla, ama ücretli askerle; komşularıyla sürekli mücadele durumunda olan bir millet. Yüceltmediği rezillik kalmayan bu millet özellikle üç kötülüğü doruğuna çıkarmış: Kendini beğenmişlik, yalancılık ve lüksü. Bunları öyle iyi kullanmayı, sergilemeyi bilmiş ki, sayesinde, iki bin yıl süreyle tarihin ön planında kalmış... Bu millet, Yunan milleti.”(22).
Bu aşırı sayılabilecek görüşü bir tarafa bırakacak olursak, gerçekten de, fikir ve uygulama alanında eski Yunan ve Roma’da, insana insan olarak değer veren, ona devlet içinde ve devlete karşı herhangi bir hak tanıyan düşünce ve tatbikatın izine rastlamıyoruz. Eski Yunan’ın en büyük filozofu Platon ve Aristo’da da hürriyet fikrinin belirtilerini aramak boşuna bir çaba olur. Her iki filozofun siyasi felsefelerinin esası, hürriyetin antitezinden başka bir şey değildir(23).
Platon’un idealindeki devlet, toplum hayatının bütün yönlerini tek elden ayarlayan, düzenleyen ve bu kollektif düzen içinde kişiye en küçük bir serbest hareket alanı bırakmayan monolitik bir devlettir(24). Platon’un felsefesi, totaliter bir sistem oluşturma konusunda iyi bir model olarak nitelendirilmektedir(25). Platon’a nazaran, Aristo daha insancıl olmakla beraber, onun düşünce sisteminde de kişi hürriyeti kavramı bulunmamaktadır. Aristo’nun felsefesinde kölelik müessesesi korunmakta; ideal devlet modelinde ise, işçi ve çiftçi gibi elinin emeğiyle geçinenler vatandaş sınıfı dışında tutulmaktadır. Aristo’ya göre kaba İşlerle uğraşanlar hiç bir zaman iyi vatandaş olamazlar(26). Platon ve Aristo, devleti kişinin mutlak efendisi olarak tanımak ve köleliğin en aşağı şeklini benimsemek suretiyle insanın manevi varlığını gözden uzak tutmuşlardır(27).
Eski Yunan’da uygulamaya geçmemekle birlikte teorik planda, devletin her- şeyin üstünde olmadığım ve putlaştırılmaması gerektiğini, onun üstünde akıl, kanun ve hukukun bulunduğunu, insanların kardeş olduğunu, devlet vatandaşlığından ziyade dünya vatandaşlığının önemli olduğunu Stoisyenler ileri sürmüşlerdir(28). Filozof-İmparator M. Aurelius, “tek bir dünya, tek bir Tanrı, tek bir kanun, tek bir hakikat vardır” sözüyle Stoik felsefenin esasını ortaya koymuştur(29). Ancak Stoisyenler, hürriyeti kişinin iç dünyası ile ilgili bir kavram olarak kabul etmişler ve hürriyet ve insan haklan kavramlarını siyasi acıdan ele alarak değerlendirmemişlerdir(30). Bu sebeple Stoisyenlerin düşüncesi gerçek hayata geçememiştir.
Eski Yunan ve Roma’da insan haklarının fikri temelleri olmadığı gibi, uygulama alanında da kişi hak ve hürriyetleri gerçekleşmemiş, aksine halkın büyük çoğunluğunun ezildiği ve zulme uğradığı görülmüştür.
Eski Yunan sitelerinde vatandaşların doğrudan doğruya devlet yönetimine katıldığından söz edilir. Ancak vatandaş olarak kabul edilenlerin sayısı toplumda çok küçük bir azınlığı teşkil ettiğinden, bu toplumlarda demokrasinin olduğundan söz edilemez. Site halkının önemli bir kısmı, kanunlar nazarında eşya veya hayvandan farksız olan köleler kitlesinden oluşmaktadır. Eski Yunan ve Roma kanunlarında köle insandan sayılmazdı. Ayrıca köle bir hukuk süresi de olmayıp, evcil bir hayvan ya da mal mahiyetindeydi. Köleler dışında, büyük bir kitle oluşturan ve bu toplumlarda tanınan tek hürriyet olan siyasi haklardan mahrum yabancılar bulunmaktaydı. Yerli halk ise zaten vatandaş sayılmamaktaydı. Ayrıcalıklı vatandaş sınıfı bile sadece bazı siyasi kararlara katılabilir, bunun dışında hiç bir hak ve hürriyete sahip olamazdı. Bu bakımdan bu toplumlarda İnsan haklarından hiç bir şekilde söz edilemez. Devlet, hem maddi ve hem de manevi olarak kişiler üzerinde son derece güçlü ve mutlak otoriteye sahip bir teşkilat olarak ortaya çıkmıştır. Devletin, toplum hayatında el atmadığı, otoritesini yürütmediği ve müdahale etmediği hiç bir alan yoktur. Devlet, halkın malından, işinden, eğitim ve terbiyesinden, vicdani inançlarına, aile ilişkilerine, hatta kılık ve kıyafetine, yiyeceğine ve içeceğine kadar her şeye karışır. Kişi bütün varlığı ile devlete ait ve devlete bağlıdır. Romalılar, Yunanlılara nazaran daha iyi idareci İdiler ve ileri bir hükümet teşkilatı ve sistemi kurmuşlardı. Ancak Yunanlılar gibi Romalılar da, insan hakları alanında ileri gidememişlerdir. Eski Yunan ve Roma’da insanların hürriyeti tanımış ve yaşamış olduklarını sanmak büyük bir yanılgıdır. Hükümet sistemleri, rejimleri (monarşi, aristokrasi) zaman zaman değişmiş, ancak hürriyet elde edilememiştir. Bu toplumlarda, kişilerin devlet karşısında bazı haklara sahip olabileceği asla düşünülmemiş, devlet iktidarının sınırsız olduğu kabul edilmiştir. İnsanın devlet için değil, fakat devletin insan için olduğu düşüncesi ortaya çıkmıştır(31).
Buraya kadar incelenmiş olan toplumların ortak özelliği hak kavramını kuvvete dayandırmış olmalarıdır. Genellikle güçlü olanlar aynı zamanda haklı da sayılmış ve diğer insanlar tahakküm altına almıştır. Oysa İslâm Hukukunun getirdiği insan haklan sisteminde hak ve hürriyet, kuvvete bağlı olmayıp, bütün insanların sahip olduğu değerler olarak kabul edilmiş ve korunmuştur.
B - HRİSTİYANLIK VE ORTAÇAĞ AVRUPASINDA
Ortaçağ Avrupa’sında, kişinin devlet karşısındaki durumu ve devlet kudretinin sınırlandırılması konusunda Eskiçağdaki duruma nazaran bir gelişme olduğu görülmektedir. Ortaçağ Avrupa’sında kişinin statüsü ve hakları alanında ortaya çıkan bu değişimin iki ana sebebi vardır.
Bunlardan ilki Hristiyanlığın getirdiği insani değerler, diğeri ise feodalitenin ortaya çıkışıdır. Hıristiyanlık, Yahudilikten sonra gelen ikinci büyük ilahi din olarak, bir takım önemli ilke ve kurallar getirmiş ve İnsanı devlet karşısında bir hiç olmaktan çıkararak değerli bir varlık statüsüne sokmak istemiştir. Bu çerçevede orijinal Hıristiyanlığın insanlara sunduğu başlıca esaslar, zulme karşı çıkmak; ikiyüzlülüğe, ihanete, bencilliğe, günahkârlığa, tutkulara esir olmamak, şiddet ve öfkeye karşı çıkmak; tevekkül, adalet, eşitlik, doğruluk, kalp ve vicdan temizliği, yardımlaşmayı teşvik, merhamet, ahde vefa, yalan söylememe, affedici olma gibi ahlaki prensiplerdir. Bu ahlaki esasların dışında Hıristiyanlığın getirdiği en önemli siyasi ve hukuki kavram ise, iktidarın kökeninin ilahi olduğu ve Allah’a dayandığı düşüncesidir(32).
Hıristiyanlık, her İnsanın değerli bir varlık olarak yaratılmış olması sebebiyle yüksek bir haysiyet taşıdığını ve bu önemine binaen de kişiliğine bağlı bazı haklara sahip olduğunu açıklamıştır. Bu değeriyle insan, artık toplum içinde sıradan bir şey değil, fakat başlı başına bir amaçtır. Böylece Ortaçağ Avrupa’sında Hıristiyanlığın etkisi altında, kişinin devlet karşısında bir hiç olduğu yolundaki Eskiçağ anlayışı geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiştir*33*. Hıristiyanlık, devlet kudretini sınırlandırmakta ve onu kendi ilke ve kurallarına uymaya zorlamaktadır. Toplumu yönetenler artık kendi arzularına göre değil, devleti bağlayan bu tikeler çerçevesinde kurallar koyacak ve kişilere tanınan haklan ihlal edemeyecektir.
Ortaçağ Avrupa’sının ikinci önemli olayı ise, feodalitenin ve buna bağlı olarak bir takım ayrıcalıkların ortaya çıkışı ile devletin mutlak kudretinin parçalanmasıdır. Feodalite dönemi, devletlerin içinde yer alan ve bazı ayrıcalıklara sahip olan mahalli otoriteler (beylikler) dönemidir. İmparatorlukların dağılması devletin güçlenen mahalli otoriteler, merkezi otoriteden ayrı olarak para basmak, vergi vermemek, adalet dağıtmak, toprağı kullanmak gibi haklar elde etmişlerdir. Feodalite bir yandan Eskiçağın mutlak otorite sahibi güçlü devlet anlayışının sınırlanarak, sadece küçük ve sınırlı bir zümre olan feodal senyörler için bazı sübjektif kamu haklarının tanınması anlamına gelirken, öte yandan da Hıristiyanlığın temelini oluşturan genellik ve eşitlik ilkelerinin ihlali anlamını taşımaktadır.
Ortaçağın en tipik siyasi teşkilatı olan feodalite 10. Yüzyılda İngiltere, Almanya, İtalya, İspanya ve özellikle Fransa’da hâkim olmuş ve 14. yüzyılda siyasi birliğin sağlanmasına kadar sürmüştür. Feodaliteyi ortaya çıkaran faktörler arasında, bir taraftan merkezi otoriteyi temsil eden kralın nüfuzunun azalması ve ekonomik ilişkilerin düzensizliği sonucunda halkın yer yer mahalli beyler etrafında toplanması ve toprak karşılığı emek şeklinde anlaşmaların yapılması; diğer genel düzensizliğin insanları himayesine sığınacakları kuvvetli bir şef aramaya zorlaması ve bu şeflerin de silahlı adamlara ihtiyaç duyması ve bunun sonucunda himaye-hizmet ilişkilerinin kurulması ve nihayet hariçten gelen istilalara karşı kralın tek başına karşı koyamamasından dolayı mahalli beylerin muhkem şatolar inşa ettirmeleri sayılabilir. Hukuki yapısı ve işleyiş biçimi bakımından feodalite teşkilatı bir piramide benzetilmektedir. Bu piramidin tabanında şatosuz alelâde şövalyeler, bunların üstünde krallık bulunmaktadır. Üstte bulunanlar, alttaki birimler üzerinde egemenliğe sahiptirler. Bu hukuki ve siyasi ilişkiyi düzenleyen sözleşmeye “fief (tımar) sözleşmesi” adı verilir. Feodal sisteme göre hiç kimse toprağa münhasıran sahip olamaz. Sadece başkasına ait bir toprağı elinde bulundurmak ve onu kullanmak mümkün olabilir. Bu da ayni bir hak niteliğinde değildir. Fief sözleşmesinde tarafların biri senyör, diğeri vasal adını almaktadır. Senyör, sözleşme ile vasal lehine bir malikâne veya arazi ürerinde daimi bir hak ve yetki tesis etmekte, buna karşılık vasal ve senyörün himayesine mazhar olabilmek için kendisine vermekte, senyör de bu araziyi fief şeklinde vasal iade etmektedir. Fief sözleşmesi senyör ile vasal arasında karşılıklı yükümlülükler doğurmaktadır. Vasalın ödevi, duruma görev askeri ya da maddi yardımda bulunmaktır. Buna karşılık senyör de, vasalı korumak ve fief ini kullanabilmesini sağlamakla yükümlüdür. Feodal beyler devlete ait olması gereken adaletin dağıtılması, güvenliğin sağlanması, umumi masraflara katılmayı istemek gibi bir sakıncası devletin egemenliğinin parçalanmasına yol açmasıdır. Buna karşılık feodalitenin bazı olumlu sonuçlar da doğurduğu görülmektedir. Feodalite sistemi, merkezi otoritenin zayıfladığı bîr dönemde ekonomik ve idari teşkilatlanmayı sağlayarak rejimin daha kötü bir duruma düşmesini önlemiştir. Ayrıca bu dönemdeki baskılar halkın kendi haklarını aramak için bir araya gelmesine ve bilinçli bir şekilde örgütlenerek mücadele etmesine yol açmıştır*34*.
Hıristiyanlığın doğuşundan uzun bir zaman sonra, Hıristiyanlıktan ilham alan bazı düşünürler siyasi iktidarın sınırlandırılması ve insan hakları üzerine görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu düşünürlerden biri olan Thomas Aquinas’ın amacı zalim ve keyfi iktidarın önlenmesidir. Düşünür, bu amacını gerçekleştirmek için Öncelikle iktidarı İlahi kanunla sınırlandırmak istemiştir. Düşünüre göre, hükümdar da dahil olmak üzere bütün insanlar her türlü faaliyetlerinde ilahi kanuna tabidir. Hükümdar ilahi kanuna aykırı davranacak olursa, kişilerin ona itaat yükümlülüğü kalkar. Aquinas’ın iktidarın sınırlandırılmasına ilişkin bu düşüncelerinin yanısıra, Aristo gibi köleliği savunmuş olması ve vicdan hürriyetini kabul etmemesi, görüşlerinin değerini azaltmaktadır*35*. Bu dönemde ortaya çıkan bir başka düşünür Marsilius Patavinus ise, iktidarın sınırlandırılmasının yanısıra vicdan hürriyetini de savunmuştur*36*.
Genel olarak bakıldığı zaman Ortaçağ Avrupasında Hıristiyanlığın insanlara getirdiği değerler ve tanıdığı hakların Eskiçağa nazaran önemli bir gelişme sağladığı ve devlet karşısında bir hiç olmaktan kurtardığı söylenebilir. Ancak zamanla Hıristiyanlığın tahrif edilerek orijinal esaslarının değiştirilmesi ve bir din adamları sınıfının ortaya çıkarak Kiliseyi insanlar üzerinde baskı aracı olarak kullanması, kişileri yeni bir karanlığın kucağına atmıştır. Ortaçağda Kilise, devlet karşısında ayrı bir güç olarak ortaya çıkmış, bazen de devletle birikerek tahrif edilmiş Hıristiyanlığı, kullanmıştır. Kilise, Hazreti İsa’nın getirdiği insan kişiliğine saygı, kardeşlik, adalet, eşitlik ve vicdan hürriyeti gibi bütün prensipleri tersine çevirmiştir. Hükümdarın iradesinden başka değer tanımayan Eskiçağ devlet anlayışından daha zalim ve katı bir kimlik kazanan Kilise, Avrupa da din adına işlenen en büyük vahşet olan Engizisyon yöntemiyle insanları adeta köle derecesinde, her türlü hak ve hürriyetten mahrum olarak mutlak otoritesi altında tutmaya çalışmıştır.
Kilise’nin bu baskılarının dışında Ortaçağ Avrupa insanına zulmeden bir başka güç de feodalitedir. Feodal Senyörlere bağlı olarak (serilik) köle gibi çalışan ve hiç bir hak ve hürriyeti bulunmayan insanlar, merkezi otorite, kilise ve feodal otorite arasında sıkışmış durumdadır*37*.
III. MODERN ÇAĞ VE YAKINÇAĞDA AVRUPA VE AMERİKA’DA İNSAN HAKLARI
A - GENEL OLARAK
Ortaçağda Avrupa’da feodal senyörlerle merkezi otorite (krallar) arasında başlayan ve uzun bir süre devam eden mücadele, sonunda kralların zaferi ile sonuçlanmış ve siyasi feodalite de böylece ortadan kalkmıştır. Feodalitenin sona ermesiyle Avrupa’da büyük monarşiler dönemi başlar. Büyük monarşiler döneminde doktrin alanında, kralların ilahi haklan ve mutlak egemenlik teorileri ortaya atılmıştır. Bu teoriler uygulamaya da yansımış ve feodalite zamanında bölünmüş ve parçalanmış olan siyasi otorite, eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi ülkenin tümünü ve halkın bütününü kapsayan merkeziyetçi bir iktidar şeklinde yeniden ortaya çıkmıştır*38*.
Mutlak monarşiler döneminde hâkim olan doktrine göre, krallar iktidarlarını doğrudan doğruya Tanrı’dan alırlar ve bu iktidarın yeryüzünde hiç bir sının yoktur. Kral, kendisinden başka hiç bir otorite tanımaz. Bu dönemin düşünürlerinden Bodin’e göre, egemenlik, devlet içinde en üstün ve hiç bir şekilde bölünme ve paylaşma kabul etmeyen bir iktidardır. Bodin’in bu tanımından çıkan sonuca göre, böyle mutlak bir egemenliğin karşısında, onu kayıtlayan ve sınırlayan kişi haklan da söz konusu olmayacaktır. Bodin ve diğer bir düşünür olan Bossuet, hükümdarın bu mutlak egemenliğine dünyevi herhangi bir sınır kabul etmezken, bu egemenliğin ancak ilahi kanunla (Tanrı’nın iradesi) sınırlı olduğunu belirtirler. Bu düşünürlere göre, hükümdarlar Tanrı’nın iradesine karşı gelemezler; eğer Tanrı’yı inkâr etmek istemiyorlarsa, ilahi kanunlara saygı göstermeli ve onlara uymalıdırlar*39*.
Bu dönemin düşünürlerince gösterilen uhrevi sınırlar, maddi ve cismani sınır ve müeyyidelerle desteklenmediği İçin uygulamada hükümdar üzerinde etkili olmamış ve insanlara hak ve hürriyetleri hiç bir şekilde tanınmamıştır*40*.
Avrupa’da eski Yunan ve Roma devletleri, ortaçağ Hıristiyanlık düşüncesinin etkili olduğu dönemler, feodalite ve mutlak monarşiler döneminde İnsan haklan arasında bugünkü anlamda ve teorik gelişme olmadığı gibi, uygulamada da kişi hak ve hürriyetleri tanınmamış ve korunmamıştır. Bu dönemler de dâhil olmak üzere 20. yüzyıla kadar süren uzun asırlar boyunca Avrupa ülkeleri ve Avrupa ülkelerinden giden sömürgecilerin işgalinden itibaren ve Amerika’da yine Avrupa ülkelerinden giden sömürgecilerin işgalinden itibaren ve Amerika’da yine Avrupa ülkelerinden gelerek buraya yerleşen topluluklar, asırlar boyunca sömürgecilik, kölecilik ve ırkçılık yapmışlardır. Bu ülkelerin yürüttüğü sömürgecilik, kölecilik ve ırkçılık faaliyetleri, özellikle ülkelerinin işgaliyle yok olma sürecine giren Amerika Kıtası yerlileri, Afrika, Avustralya ve Asya’nın geri kalmış ülke ve insanları üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu ülkelerde izleri ve etkileri hala devam eden bu insanlık dışı sömürgecilik, kölecilik ve ırkçılık faaliyetleri, Batılı ülkelerin bedava hammadde ve el emeği kullanarak sağladıkları sanayileşme sürecinin tamamlanması ve insan hakları düşüncesinin uygulamaya geçmesine kadar acımasızca sürmüştür. Batı’da insan haklan doktrininin ortaya çıkışı ve uygulamaya geçişi konusuna geçmeden önce Batılı ülkelerce yürütülen sömürgecilik, kölecilik ve ırkçılık faaliyetleri üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.
Sömürgecilik: Sömürgecilik, ekonomik, ticari ve görünüşte dini amaçlarla güçlü bir devletin diğer devlet veya toplumlar üzerinde maddi, manevi bir kontrol ve nüfuz kurması veya üstünlük sağlaması şeklinde tanımlanmaktadır*41*. İlkçağlarda Fenikeliler, Persler ve Roma İmparatorluğu gibi devletler İmparatorluklar döneminde "keşifler çağı” olarak adlandırılan devir, sömürgecilik hareketlerinin kurumlaşmasına yol açmıştır. Dönemin güçlü devletleri Portekiz ve İspanya’nın desteğiyle denizlere açılan maceraperestler, bir yandan Afrika kıyılarına, oradan Güney Asya’ya ve kısa zaman sonra da Amerika’ya ulaşarak buralarda koloniler kurmuşlardır. Avrupalılar daha çok ekonomik amaçlarla Afrika kıtasına ilgi göstermişler ve zamanla Portekiz, İngiliz, Fransız, Alman ve Hollandalılar büyük bir rekabete girerek Afrika’nın maden ve hammadde türünden değerli neyi varsa ülkelerine taşımışlardır. Bu arada kendilerine direnen ve kolonilerin oluşturulmasına karşı çıkan yerlileri de, şiddetle ve kanlı şekilde etkisiz hale getirdiler. Ekonomik kaynakların Avrupa’ya taşınmasıyla yetinmeyen sömürgeciler, asırlar boyunca yüzbinlerce yerliyi de köle olarak yanlarında götürdüler. Avrupa’da ve kolonilerde hayvan muamelesine tabi tutarak ölesiye çalıştırdılar. Afrika’da sembolleşen sömürgecilik, aynı ülkeler tarafından ve aynı yöntemlerle Doğu Hindistan, Amerika Kıtası ve diğer sömürge alanlarında devam ettirildi. Bu vahşi sömürgecilik ancak 20. yüzyılda gelişen bağımsızlık hareketleriyle durdurulabildi. Buna karşılık, Amerika Kıtası ve bazı yörelerde yerli halk (örneğin Kızılderililer) çeşitli yöntemlerle yok edilmiş ve bu vahşetten arta kalanlar da müzede korunacak kadar kalmış ve böylece tarihten silinmişlerdir. Ne var ki, sömürge yönetimlerinin etkisi hâlâ bu ülkelerde hissedilmektedir. Afrika’da her yıl on binlerce insan açlıktan ölüyorsa, bu toplumlar bir türlü geri kalmışlık çemberini kıramıyorsa, bütün bunların ardından bugün sanayileşmiş güçlü Batılı ülkelerin sömürgecilik faaliyetleri yatmaktadır*42*.
Kölelik ve Köle Ticareti: Kölelik ve köle ticareti ilk çağlarda başlayıp 19. yüzyılın sonuna kadar sürmüştür. Ancak köle ticareti, yenidünya olarak adlandırılan Amerika’nın keşfiyle Avrupalılar tarafından hızlandırılmış, daha sonra Özellikle Afrika’ya yönelmiştir. Avrupa ülkelerinden Amerika’ya giderek burayı sahiplenenler, bu yenidünyanın geniş topraklarını işlemek, madenlerinden yararlanmak için büyük miktarlarda işgücüne ihtiyaç duymaktaydılar. Amerika’daki yerliler topraklarının elinden alınmasına rağmen, bu topraklarda beyaz adamın kölesi olarak çalışmayı asla kabul etmediler ve ölmeyi tercih ettiler. Bunun üzerine dikkatler Afrika’ya çevrildi ve milyonlarca Afrikalı köle, başta Amerika olmak üzere birçok ülkeye götürülerek satıldılar. Bu dönemlerdeki köle ticaretinin konusu siyah ırklar olmuştur(42). Avrupalı ülkelerce müesseseleştirilen köle ticaretinin bütün ülkelerde yasaklanması, ancak Birleşmiş Milletler 7 Eylül 1956 tarihinde “Köleliğin, köle ticaretinin ve köleliğe benzer kurum ve uygulamaların kaldırılması sözleşmesinin kabul edilmesiyle gerçekleşebilmiştir.
Irkçılık; Irkçılık, bazı ırkların diğerlerinden üstün olduğunu savunan görüş ve bu ırklara mensup olanlara diğer ırklardaki insanlara nazaran daha çok ve üstün haklar tanınmasını amaçlayan siyasi akım olarak tanımlanmaktadır.(44). Avrupa’da çeşitli teorisyenler tarafından geliştirilen ırkçılık akımı, özellikle beyaz ırkın diğer ırklara üstün olduğunu ileri sürmüştür. Irkçılık düşüncesi 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında özellikle Yahudilere karşı Almanya’da, Mussoloni İtalya’sında, Rus emperyalizmine hizmet eden Panslavizm akımıyla Rusya’da, Zenci ve diğer siyahlara karşı Fransa, İspanya, Portekiz, Belçika ve özellikle Amerika’da ve nitekim olarak Filistinlilere karşı İsrail’de etkili olmuş ve devlet politikası haline getirilmiştir. Irkçılığın bugün resmi olarak yürütüldüğü yer ise, siyah çoğunluğun az sayıdaki beyaz azınlık tarafından yönetildiği Güney Afrika Cumhuriyet’tir. Irkçılık günümüzde Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler ve diğer milletlerarası kuruluşlar bünyesinde gerçekleştirilen sözleşmelerle yasaklanmıştır. Ayrıca milli anayasalarda da ırk ayrımını yasaklayan hükümler yer almıştır. Bütün bunlara rağmen, Filistinlilere karşı İsrail’de, bazı olumlu girişimler görülmekle beraber, sömürgecilik dönemlerinin bir kalıntısı olan ırkçı Güney Afrika Cumhuriyetinde ise siyahlara karşı ırk ayrımı ve ırkçılık politikası devam etmektedir(45).
B - TABİİ HUKUK AKIMI VE İNSAN HAKLARI DOKTRİNİN DOĞUŞU
17. yüzyılda ortaya çıkan Tabii Hukuku Akımı, insanın, sırf insan olması hasebiyle, doğuştan bazı haklara ve hürriyetlere sahip olduğu ve devlet tarafından bunlarca hiç bir şekilde dokunulamayacağı görüşünü ileri sürmüştür. Batı toplumlarında İnsan haklarının açık-seçik, derli toplu ve sistemli bir siyasi doktrin niteliğini alması, başka bir İfadeyle insan haklarının doğuşu, genellikle Tabii Hukuk Akımının ortaya çıkmasına bağlanmaktadır. Yazarların büyük çoğunluğuna göre, siyasi iktidara bir sınır çizmek için nasıl tabii hukuka başvurulmuşsa, kişi haklan ve hürriyetleri teorisi de tabii hukuk düşüncesinden doğmuştur. Sözü edilen bu tabiî hukuk anlayışı, Ortaçağ Avrupa’sında Hıristiyanlığa dayanan tabiî hukuk değil, dinden soyutlanmış olan tabiî hukuktur(46).
Tabiî hukuka dayanan insan haklan doktrini, birincisi “tabiat hali” İkincisi de “toplum sözleşmesi” olmak üzere iki temel varsayım üzerine kurulmuştur. Buna göre, insanlar toplum hayatına geçmeden önce tam ve mutlak bir hürriyete sahip olmak tabiat halinde yaşıyorlardı. Tabiat halinde yaşarken aralarında bir sözleşme yaparak, topluluğun kurulabilmesi ve yaşayabilmesi İçin ihtiyaç duyulan bir ölçüde, hürriyetlerinin bir kısmından feragat etmek suretiyle siyasi topluluğu meydana getirdiler. Ancak bunu yaparken, tabiat halinde sahip oldukları hak ve hürriyetlerin en önemli olanlarını topluluğa devretmeyerek, bunları siyasi topluluğun, yani devletin kuruluşundan sonra da korudular. O halde insanlar, devletten önce ve onun hukukundan üstün bir takım tabii haklara sahiptirler. Devlet de, kendisi tarafından tanınmamış ve kendinden önce var olan bu tabii hak ve hürriyetlerle bağlı olup, onlara saygı göstermek mecburiyetindedir*47*.
Tabii hukuka dayalı İnsan hakları doktrini 17 ve 18. yüzyıllarda başta ünlü filozof Locke olmak üzere, Pufferdorf, Wolf, Blackstone, Burlamaqui, Vat- tel gibi yazarlar tarafından İşlenerek geliştirilmiştir. İnsan haklarının Batı toplumlarında gelişmesinde ve bugünkü düzeyine ulaşmasında bu düşüncenin, özellikle Locke’un büyük bir etkisi olmuştur. Locke’a göre, tabiat halindeki insanların ilişkilerini düzenleyen bir takım tabii kanunlar vardır. İnsanların akıl ve muhakeme yoluyla anladıkları tabii kanunlar, diğer kanunlardan üstündür. Tabiat halinde insanlar, başlıcaları hayat, hürriyet ve mülkiyet olmak üzere bir takım tabii haklara sahiptirler. Ayrıca insanlar bu hakların korunması için cezalandırma hakkına sahiptirler. Ancak bu tabiat halinde düzenli bir otorite olmadığından, bunu gerçekleştirmek için bir toplum sözleşmesi ile siyasi topluluk, yani devlet haline geçmişler ve sadece cezalandırma hakkını düzenli ve üstün otoriteye tesis edecek olan devlete bırakmışlardır. Artık devlet toplum sözleşmesi ile kişilerin vazgeçilmez ve devredilmez hak ve hürriyetlerini korumak yükümlülüğünü üstlenmiş olmaktadır. Devlet bu sözleşme ile üstlendiği ödevini yerine getirmez ve kişilerin hak ve hürriyetlerini korumazsa, artık halk devlete itaat etmek zorunda kalmaz ve bütün hak ve hürriyetlerini geri alır. Locke’a göre, siyasi iktidarın kaynağı kişilerin rızalarına dayanır ve egemenlik halktadır*48*.
C- FERDİYETÇİ DOKTRİN VE İNSAN HAKLARI
Tabii Hukuk Akımının, İnsanların devletten önce ve ondan üstün bir takım hak ve hürriyetlere sahip oldukları şeklindeki düşüncesi, bu doktrinin dayandığı “tabiat hali” ve “toplum sözleşmesi’’ kavramlarının gerçekle hiç bir ilgisinin olmaması, akla ve rasyonel düşünceye uymaması ve sadece hayali varsayımlar olması sebebiyle eleştirilmiştir. Tabii hukukun iki temel varsayımı olan tabiat hali ve toplum sözleşmesi, tarih, sosyoloji ve antropoloji bilimlerinin verilerine de ters düşmektedir. Ayrıca sözleşme fikri, ancak toplum halinde yaşamakta olan insanların aklına gelebilecek bir kavramdır. Tabiat halinde ise teker teker insanların haklarından söz edilemez, zira hak, diğer insanlarla ilişki kurulması halinde ileri sürülebilir. Kısaca hak, ancak sosyal İlişkilerden dolar (49).
İşte tabii hukukun dayandığı tabiat hali ve toplum sözleşmesi varsayımlarının rasyonel düşünce tarafından reddedilmesi sonucunda, dayanaksız kalan kişi haklarına yeni bir temel bulmak amacıyla, kişi haklarının dayanağı için doğrudan insanı, insan cevherini esas alan “ferdiyetçi doktrin” ortaya çıkarılmıştır, Ferdiyetçi doktrin göre, her hakkın ve her türlü hukukun kaynağı İnsandır. Çünkü sosyal hayatta gerçek, hür, irade sahibi ve sorumlu varlık olarak sadece insan vardır. İnsanlar tarafından meydana getirilen kurumların (devlet vb.) kendilerine mahsus varlık ve hakları yoktur. Sadece bu farazi müesseseleri meydana getiren insanların akıl, düşünce, idrak, İrade ve sorumluluğu bulunduğundan, her siyasi topluluğun amacı insandır. Devletler, insanların ortak menfaatlerini gerçekleştirmek İçin kurulur. Her ferdin en önemli menfaati de, maddi ve manevi varlığını geliştirebilmektir. Bunu sağlamanın yolu da, başkalarının hakkına dokunmamak ve her türlü sorumluluğu kendisine ait olmak üzere, kişilere bunu tamamen kendi bildiği ve istediği gibi yapma hakkının tanınmasıdır. Eğer devlet, kişilere bu hakkı tanımazsa, kendi varlığının ana sebebini kaybetmiş ve yükümlülüğünü yerine getirmemiş olur(50). Ferdiyetçi doktrin, insan hakları alanında uygulama açısından önemli sonuçlar doğurmuş ve zamanla esaslı eleştirilere uğramıştır. Ferdiyetçi doktrin insan haklarına yaptığı katkının yanısıra, bazı sakıncalı etkileride olmuştur. Bu bakımdan insan haklarının sosyal yönde genişlemesine yol açan yeni teoriler ortaya atılmış ve liberalizmin temel dayanağı olan ferdiyetçi doktrinin sakıncaları giderilmeye çalışılmıştır.
D- İNSAN HAKLARININ UYGULAMAYA GEÇİŞİ
1. İngiltere’de
İngiltere’de İnsan haklarının bir düşünce ya da doktrin olarak ortaya çıkmasından önce uygulamada yavaş yavaş gerçekleştiği ileri sürülmektedir. 13. yüzyılın başlarında (1215) krala zorla kabul ettirilen Magna Carta Libertatum (Büyük Hürriyet Fermanı), halka belirli hürriyetler tanıyan bir belge olmaktan ziyade, kralın otoritesini baronlar lehine bir ölçüde sınırlandıran ve soylulara belli haklan tanıyan feodal bir Berat niteliğindedir. Fakat bazı yazarlar, gerçekte bir feodalizm manifestosu olan ve zamanla efsaneleşen bu belgenin soylulara tanıdığı hakların, halk lehine genişletilerek uygulandığını savunmaktadırlar(51). Daha sonra ise, 1628 tarihli Petition of Rights, 1679 TARİHLİ Hobeas Corpus Act, 1689 tarihli Bill of Rights ve 1701 tarihli Act of Settlement ile İngiltere’de hürriyetlerin sının gittikçe genişlemiştir. Ancak bu belgeler, Amerikan ve Fransız bildirileri gibi gerçek anlamda birer haklar bildirisi olmayıp, İngiliz aristokrasisinin ve onun etrafında toplanmış olan burjuvaların, kralın mutlak otoritesini sınırlandırmak amacıyla girişmiş oldukları hürriyet mücadelesinin birer safhasını oluştururlar. Bu belgelerde yer alan haklar, günümüzdeki anlamda hak ve hürriyet mücadelesinin birer safhasını hürriyetler olmayıp, sadece belli konularda güvence sağlamaktaydılar(52).
Önemli bir nokta da şudur: İngiliz hürriyet belgeleri, sadece hükümdarın İktidarını sınırlamayı ve kişileri (daha çok soyluları) onun keyfi davranışlarından korumayı amaçlamıştır. Bu belgeler Parlamentonun yetkilerini ise sınırlamadılar. Buna karşılık Amerikan ve Fransız bildirileri, yasama organını da bağlayan esaslar taşımaktaydı. İngiliz hürriyet belgelerinin, Amerika’da kabul edilen haklar bildirilerini büyük ölçüde etkilediği ve insanlığın hürriyet yolundaki çalışmalarına da katkıda bulunduğu ileri sürülmektedir(53).
2. Amerika’da
Amerika’da insan haklarına ilişkin ilk belge 12 Haziran 1776 tarihli Virginia Anayasası’nın başında yer alan Bill, of Rights’dır. Amerikan kolonilerinin İngiltere’ye karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesi yıllarında hazırlanarak kabul edilen Virginia Anayasası’ndan sonra, 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisi de insan haklarından söz ederek, bütün insanların eşit olarak yaratıldıklarını ve Yaratan tarafından onlara devredilmez bazı hakların başında hayat, hürriyet ve mutluluğa ulaşma hakları gelmektedir. Kurulan hükümetlerin amacı da kişilerin onu devirme hakkı vardır. Bağımsızlık Bildirisi, kişi hak ve hürriyetlerinden genel olarak bahsederken, onları tek tek saymak yoluna gitmemiştir*54*
Virginia Anayasasına eklenerek ilan edilen Virgina Haklar Bildirisinden sonra kabul edilen Amerikan Haklar Bildirilerinde genellikle, kişi güvenliği, vicdan hürriyeti, söz hürriyeti, basın hürriyeti, toplanma hürriyeti, dilekçe hakkı ve mülkiyet hakkı gibi klasik hak ve hürriyetlerin yer aldığı görülmektedir. Virginia Haklar Bildirisinin 1. maddesinde ise bu hüküm bulunmaktadır; “Bütün İnsanlar tabiatça eşit derecede hür ve bağımsız olup, topluluk haline geçtikleri zaman hiç bir sözleşme İle gelecek nesiller adına vazgeçemeyecekleri ve onları yoksun bırakamayacakları, yaradılıştan bir takım haklara sahiptirler; bunlar, başlıca hayat ve hürriyetten yararlanma, mülkiyet elde etme ve ona sahip olma, mutluluk ve güvenlik arama ve bunlara erişebilme haklarıdır”(55).
17 ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da geliştirilen tabii haklar doktrininin bu hüküm İçinde özetlendiği görülmektedir. Gerçekten de Amerikan bağımsızlık mücadelesinde ve devletin kurulmasında en çok etkisinde kalınan iki büyük düşünür, tabii haklar doktrinin kurucusu Locke ve hürriyetlerin korunması için geliştirilen kuvvetler ayrılığı doktrininin sahibi Montesquieu olmuştur. Amerika’da hürriyetler tabii haklar doktrinine dayalı olarak kabul edilmiş, hürriyetlerin korunması İçin de kuvvetler ayrılığı benimsenmiştir. Amerika’da ortaya çıkan bu haklar bildirileri ile insan haklan, hukuki kurallar halinde doktrin alanından uygulama alanına geçmiştir*56*.
3. Fransa’da
Amerikan İhtilalinden sonra gerçekleşen Büyük Fransız ihtilali, kişi hakları doktrininin Avrupa’da resmen kabul edilerek gerçekleşmesine ve yayılmasına yol açmıştır. Fransız “İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi”, İnsan haklan alanında ortaya çıkan ilk ve orijinal bildiri niteliğinde olmayıp, Amerikan Haklar Bildirileri gibi tabii haklar doktrininden esinlenerek, insanların tabii, başkalarına devredilmez, zamanaşımına uğramaz, kutsal haklara sahip olduklarını açıklamıştır. Ancak 1789 Fransız Bildirisinin, öncekiler karşısında ayrı bir önem ve büyük bir etkisi vardır. Bu özelliği de, Bildirinin ifade gücü, üslubu, çekici oluşu, yaygın bir dil olan Fransızca olarak metne alınmış olması ve kullanılan formüllerin daha evrensel nitelik taşımasından kaynaklanmaktadır. İnsan haklarının dünyaya yayılışında, Amerikan Bildirilerinden ziyade, 1789 Fransız Bildirisinin etkisi olmuştur*57*.
17 maddeden oluşan Fransız İnsan ve Vatandaş Haklan Bildirisi, belirli bir takım insan ve vatandaş haklarım saymakla kalmamış, ayrıca milli egemenlik, vatandaşların kanunların yapılmasına katılmaları, vergiye muvafakat kuralı ve kuvvetler ayrılığı İlkesi gibi bazı siyasi ve anayasal esaslara da yer vermiştir. Bu anayasal esaslar, ihtilali yapanlar tarafından insan haklarının korunması ve gerçekleştirilmesi için gerekli görülmüştür. İnsan ve vatandaş hakları çerçevesinde ise, hürriyet hakkı, mülkiyet hakkı, kişi güvenliği, düşünce, söz, yazı ve vicdan hürriyetleri gibi klasik hürriyetler ve hürriyetlere ilişkin genel hükümler sıralanmıştır. 1789 Bildirisinden sonra da Fransa’da insan haklarına ilişkin bazı bildirilerin yayınlanmış olduğu görülür. Ancak en büyük etkiyi 1789 Bildirisi yapmış, insan haklarının önce Avrupa’da, daha sonra da diğer bazı ülkelerde kabul edilerek yazılı anayasalara girmesine katkıda bulunmuştur(58).
E - SOSYAL HAKLARIN DOĞUŞU VE POZİTİF HUKUKA GEÇİŞİ
Avrupa ve dünya genelinde kişi hak ve hürriyetlerinin yayılmasına katkıda bulunan 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi, felsefi, siyasi, sosyolojik ve ekonomik bakımdan ferdiyetçi bir nitelik taşır. Bu yüzyıldaki ferdiyetçi anlayış, büyük ölçüde Bildiriye de yansımıştır. Ferdiyetçi doktrin ve 1789 Bildirisinin etkisiyle siyasi ve ekonomik liberalizm doktrini topluma egemen olmuştur. Liberalizm doktrininde devletten beklenen pasif ve olumsuz bir davranıştı. Bu sebeple 18. yüzyılın klasik hürriyet anlayışına negatif hürriyetler adı verilmiştir. Ferdiyetçi doktrinin etkisindeki Bildirinin sunduğu ve teorik olarak bütün insanlar için kabul ve ilan edilmiş olan hak ve hürriyetlerden gerçekte sadece maddi bakımdan varlıklı küçük bir zümre, mutlu bir azınlık faydalanabiliyordu. Geçinecek işi ve parası, konutu olmadan, pratikte geniş bir kitle bu hak ve hürriyetlerden mahrum kalmaktaydı. Bu dönem devletin hiç bir şeye müdahale etmediği, toplumda güçlü olanların zayıfları ezdiği ve sömürdüğü bir safha olmuştur. Bu sebeple, çeşitli bildirilerle tanınan klasik hak ve hürriyetlere, bunların uygulamada gerçekleşmesini sağlayacak bir takım yeni hakların eklenmesi ve devletin pasif tutumunu bırakarak kişilerin hürriyetlerden tam ve eşit bir şekilde yararlanmasını sağlamak amacıyla müdahalede bulunması ve bazı tedbirler alması gerekiyordu. Böylece klasik hürriyetlere pozitif hakların da eklenmesi düşüncesi gelişmiş ve devletin fonksiyonları ve kişi hakları sosyal yönden genişlemişti. Kişi artık toplumda sadece soyut bir varlık değil, ihtiyaç sahibi bir kavram olmaktan çıkarak, kişiler ve geniş kitleler için erişilebilir, gerçekleşebilir ve kullanılabilir haklar niteliğine kavuşacaktır. Buna göre devlet bu yeni fonksiyonun bir gereği olarak, kişilerin toplumda ezilmesine izin vermeyecek, "bırakınız yapsınlar” felsefesine son vererek, hakların uygulamada gerçekleşmesini sağlamak için gerekli tedbirleri alacaktır. Hürriyetlerin bu şekilde küçük bir azınlığın ayrıcalığı olmaktan çıkarılarak kamulaştırılması ile devlet sosyal yönde gelişecektir(59).
Sosyal hakların ortaya çıkmasından sonra Birinci Dünya Savaşının sonlarından İtibaren bunların yavaş yavaş, daha önce sadece klasik hürriyetlere yer veren anayasalara girmeye başladığı görülür. Ailenin, ananın ve çocuğun korunması, sağlık hakkı, öğrenim hakkı, çalışma hakkı, dinlenme hakkı, sendika hürriyeti, toplum sözleşme ve grev hakları, sosyal güvenlik hakkı, konut hakkı ve benzeri haklar bu yeni anlayışın getirdiği haklardandır.
IV. İSLÂM’DA İNSAN HAKLARI
GENEL OLARAK
İslâm, Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusu Hazreti Muhammed’in Kur’an esaslarına dayalı olarak ortaya koyduğu ve insanlara doğru yolu, nasıl yaşamaları gerektiğini, başka bir ifadeyle Allah’ın insanlara sunduğu inanç yaşayış esaslarını gösteren dindir. Hazreti Peygamber, kişilerin din ve dünya işlerini yeniden düzene koymak için Allah tarafından gönderilen elçi olup, İslâmî tebliğ etmek ve Kur’an esaslarına dayalı düzeni gerçekleştirmekle görevlidir. İslam esaslarına göre kurulacak devletin amacı, din ve dünya işlerini düzenlemektir. İslâm Dininin temelinde bulunan ana fikir, Allah’ın birliği (Tevhit), dünya işlerinin ahirete hazırlık niteliğinde olması, yani din ve devlet için ayrı hakikatlerin bulunmaması, dolayısıyla din ve devlet işlerinin birlikte yürütülmesi, kısaca hak ve hakikat birliğidir. Buna göre toplumdaki bütün faaliyetlerin İslâm ilke ve kuralları ile düzenlenmesi gerekmektedir.
İslâm’a göre devlet, kişilerin İslâm ilke ve kuralları çerçevesinde yaşamasını sağlamak amacına yönelik bir vasıtadır. İslâm hem Allah İle kul arasındaki ilişkilere, hem de kişiler arasındaki ilişkileri düzenler.
İslâm Hukukunun, Kur’an, Sünnet, İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha olmak üzere dört ana kaynağı bulunmaktadır. Bunların Kur’an, Müslümanların mukaddes kitabıdır. Kur’an’da, İslâm kamu ve özel hukukunu İlgilendiren hükümler de vardır. Kur’an bazı yazarlar tarafından İslâm Devletinin anayasası olarak nitelendirilmektedir(61). Fakat bu görüşün tam olarak doğru olduğu söylenemez. Kur’an, anayasa kavramından daha kapsamlı olup, İslam inancının her alandaki temel esaslarının yanısıra, değişik konulara da yer verir. İslam Devletinin anayasasına, doğrudan Kur’an’da yer almamakla birlikte, Kur’an esaslarına aykırı düşmeyen ve diğer İslâm Hukuku kaynaklarına dayanan hükümlerin konulması da mümkündür. Kısaca Kur’an, İslâm Devleti ve toplumunun temel normu niteliğindedir. İslâm Anayasası ise devletin hukuki ve siyasi teşkilatını, bu teşkilatın işleyiş esaslarını ve devletin temel niteliklerini, kişilerin hak ve hürriyetleri gibi konulan düzenleyen daha dar ve teknik bir kavramdır.
İslâm düşüncesine göre hak, Allah’ın iradesidir. Hukuk, yani İslâm toplumlarında uyulması gereken kurallar ise ilahi iradenin bir tezahürü olan Kur’an’a dayanır*62*. Kur’an surelere bölünmüştür. Sureler de ayetlerden oluşmaktadır. Yine Kur’an’da 114 sure, 6666 adet bulunmaktadır.
İslâm Hukukunun ikinci kaynağı Sünnet (Hadis), Hazreti Peygamberin yaşadığı dönemde ortaya çıkan herhangi bir durum ya da olay karşısında söylediği sözleri, fiilleri ve takrir (sükût)leridir. Hazreti Peygamber, İslâmî tebliğ ederken aynı zamanda onu en güzel şekliyle kişiliğinde yaşamaktaydı. Vahiy yoluyla gelen Kur’an’ı bildirip, açıklarken yorum da yaparak açık olmayan hususlarda İslâm’a uygun olan yolu ve çözümü gösteriyordu. Bu şekilde ortaya çıkan Sünnet, Kur’an’da hüküm bulunmayan hallerde müracaat edilen bir kaynaktır. Sünnet olarak ileri sürülen bir kural ya da esasın Kur’an’a aykırı olmaması gerekir. Sünnet (Hadis) konusunda kutsi, nebevi, sahih, mevzu gibi çeşitli ayrımlar da yapılmıştır. Bu husus İslâm Hukukunda ayrı bir İlim dalı oluşturur ve “hadis ilmi” olarak adlandırılır*63*.
İslam Hukukunun belli başlı üçüncü kaynağı olan “İcma-ı Ümmet”, Hazreti Peygamberin vefatından sonra yetişen fakihlerin (İslam bilginlerinin), bir şer’i mesele üzerinde ittifak etmeleridir. Hazreti Peygamber hayatında, ashabına, Kur’an ve Sünnette bulamadıkları konularda, kişisel içtihatları (kanunları) ile amel etmelerini söylemiş. Bu şekilde daha İslam’ın birinci asrında içti- had yolu açılmış oldu. Bu şekilde icma-ı ümmet, İslam Hukukunun üçüncü ana kaynağı olmuştur. Gerek ashap döneminde, gerekse sonraki dönemlerde çeşitli meselelerin çözümünde icma yoluna başvurulmuştur. İcma-ı ümmet, Kur’an ve Sünnete uygun olarak, bunlarda bulunmayan hususlarda bağlayıcı karar ortaya çıkaran bir yasama fonksiyonu niteliğindedir*64*.
İslâm Hukukunun dayandığı esaslardan dördüncüsü ise, Kıyas-ı Fukahadır. Kıyas, bir meselenin çözümü için öngörülmüş bulunan bir hükmün, o meseleye benzeyen ve aynı özellikleri taşıyan başka bir meselenin çözümü İçin de geçerli sayılması, yani o meseleye uygulanmasıdır. İcma kollektif bir çalışma iken, kıyas kişiseldir ve bir müçtehidin (İslam bilgininin) çözüm şeklidir. İslam toplumunun zamanla insan ve ülke itibariyle gelişmesi, artan ihtiyaçlar ve karşılaşılan yeni meseleler sebebiyle, Kur’an, Sünnet ve İcmal-ı Ümmet ile çözümü açıkça gösterilmemiş olan konularda kıyas yoluna başvurulmuştur. Bu dört ana kaynak içinde de alt ayrımlar yapılabilmektedir. İslâm Hukukunda bir meselenin çözümünde sırasıyla bu kaynaklara müracaat edilir. Ayrıca özel bazı durumlarda örf ve adet de kaynak olabilmektedir, İslâm’ın bu kaynakları arasında en üstte Kur’an ve sırasıyla Sünnet, İcma-ı Ümmet ve Hadis olmak üzere bir hiyerarşi bulunmaktadır. En alttaki, sırasıyla üsttekilere aykırı olamaz.
İslam Hukukunda devlet başkam olan kişi, egemenlik ve siyasi iktidar kudretini elinde tutmakta ve onu Allah adına kullanmaktadır. Devlet başkanı, dışında halk üzerinde yönetim etkisine sahip olan (Ulül Emr), hukuki olarak Devlet başkanında bulunan yetkinin bir uzantısını kullanmaktadır. Bu yetkiler konu ve yer itibariyle sınırlı olup, merkezi otoritenin sahibi Devlet başkanına dayanır ve ona tabidir.
İslâm düşüncesinde egemenlik, gerçekte Allah’a aittir. Allah’a ait olan bu yetkiyi (ilahi iradeyi), seçimle bu göreve gelen Devlet başkanı, Allah’ın ve Resulullah’ın halifesi olarak yeryüzünde icra ve tahakkuk sahasına koymak, dini korumak ve İslâm ülkesinde Devlet başkanının kararları ve uygulamaları her türlü kayıt ve şarttan (sınırlamadan) uzak olmayıp, İslam’ın bütün ilke ve kurallarıyla bağlıdır. Devlet başkanı, İslâm ilke ve kurallarına uymadığı takdirde siyasi meşruluğunu kaybetmiş olur(65). İslam Hukuku doktrinine göre, İslam ilke ve kurallarına aykırı hareket ederek, İslam toplumunu başka kurallarla yönetmeye kalkan ya da halka zulmeden Devlet başkanı meşruluğunu kaybeder ve ona itaat mecburiyeti kalkar. Nitekim İlk İslam Halifesi Hazreti Ebubekir’in bir konuşmasındaki sözleri, dünya iktidar tarihinde ilk defa, kişiler ile iktidar arasındaki ilişkiyi en açık bir şekilde ortaya koymuştur. Hazreti Ebubekir’in konuşması şöyledir: “Ey İnsanlar... Allah’ın emrinde ve Peygamberin yolunda yürüdüğüm müddetçe bana itaat etmeniz lazımdır. Bu yoldan saparsam, beni uyandırınız. Sapık yolda ısrar eder gidersem, bana itaat etmeniz lazım gelmez”. Yine Büyük İslâm âlimi Ebu Hanife, İslâm Hukuku ilke ve kurallarına uymayan zamanın halifesine karşı gelerek, isyan ettiğini ilan etmiştir.(66).
İslam’a karşı, egemenlik yetkisini kullanan ve siyasi iktidarın sahibi olan Devlet başkanının kararlarını ve faaliyetini sınırlayan ve kayıt altına alan bir takım kurallar (âmiller) vardır. Bunlar uhrevi (vicdani) ve dünyevi (maddi) müeyyideler olmak üzere ikiye ayrılır.(67)
Uhrevi sınırlar: Devlet başkanı her şeyden önce bütün kâinatın ve egemenliğin gerçek sahibi Allah’a karşı sorumlu ve ona hesap vermekle yükümlüdür. Bütün Müslümanlar gibi Devlet başkam da her çeşit hareketinden dolayı sorumlu olup, kıyamet gününde, İslâm toplumunun yöneticisi olarak, İslâm ilke kurallarım uygulamak, Allah’ın gösterdiği yoldan ayrılmamak, kişilerin hak ve hürriyetlerini tanıyıp korumak, her zaman ve her yerde adaleti gerçekleştirmiş ve adaletle hükmetmiş olmak, zulme sapmamak gibi konulardaki uygulaması ile hesap verecektir. İslâm düşüncesinden uhrevi sorumluluk çok ağırdır. Dünya, ahiret için bir hazırlık ve İmtihan yeridir. Gerçek Müslümanın kalbine Allah sevgisi, kıyamet korkusu büyük bir yer işgal etmekte ve bu sevgi ve korku bütün Müslümanların dünyadaki hareketlerini İslam dâhilinde kontrolde tutarak, İyilik, fazilet ve adalet dairesinde kalmasını sağlamakta büyük rol oynamaktadır. İşte bu uhrevi mükâfat ve müeyyideler Devlet Başkanını da siyasi icraatında İslam’a uygun davranmasını sağlayacak yönde sınırlamaktadır.
Maddi sınırlar: İslamiyet, Devlet başkanının icraatının, sadece yukarıda sözü edilen vicdani sebeplerle sınırlandırılmasını yeterli görmemiştir. Zira her insanın, her Müslümanın kalbinde Allah sevgisi ve korkusu, uhrevi ceza korkusu aynı derecede değildir. Devlet başkanının egemenliğini sınırlayan dünyevi (maddi) kural ve müeyyideler de şunlardır; Devlet başkanlığı ve diğer kamu görevlerinin ehil kimselere verilmesi; iktidarın kullanılmasında meşveret (danışma) esasının uygulanması; kişilerin temel hak hürriyetlerinin tanınıp korunması ve fiili olarak gerçekleştirilmesi; Devlet başkam ve diğer kamu görevlerinin ehil kimselere verilmesi; İktidarın kullanılmasında meşveret (danışma) esasının uygulanması; kişilerin temel hak hürriyetlerinin tanınıp korunması ve fiili olarak gerçekleştirilmesi; Devlet başkam ve diğer kamu yöneticilerinin her türlü icraatlarında İslam ilke ve kurallarını rehber olarak kabul etmeleri; zulme sapılmaması; bütün bu esaslara uymayan Devlet başkanı ve yöneticilerin uyarılması; bu bir fayda vermediği takdirde zalim devlet başkanına karşı isyan etmek, ona gerekirse silahla karşı koymak ve onu Devlet başkanlığı görevinden uzaklaştırmak. Nitekim bir hadiste şöyle denilmiştir; “Cihadın efdali, zalim bir sultana karşı Hak sözü söylemektir”. On birinci asır İslam filozoflarımdan İbni Sina da bu husus üzerinde durmuş devlet başkanının adaletten ayrılması, zulme sapması halinde, halkın onu azletmek hakkı olduğunu belirtmiştir(68).
B - İSLÂM HUKUKUNDA İNSAN HAKLARI
Genel hatlarıyla üzerinde durduğumuz İslam Hukuku, İslam’dan Önceki medeniyetlerin hiç birinde tam olarak bulunmayan insan haklarım çok geniş ve ayrıntılı bir şekilde kabul etmiş ve hukuk sisteminin bir parçası olarak güvenceye almıştır. İslam’da kişilerin temel hak ve hürriyetleri, İslam Hukukunun ana kaynaklan olan Kur’an, Sünnet, İcma-ı Ümmeti, Kıyas-ı Fukaha ve diğer tali kaynaklara dayanmaktadır. İslam Hukukunda da kişi temel hak ve hürriyetleri çeşitli kategorilere ayrılmakta, sınırları ve istisnaları bulunmaktadır. İslam’da insan hakları, Batı’da olduğu gibi ’‘kazanılmış” değil, “verilmiş” haklardır. İslam Hukukunda kişi hak ve hürriyetleri zaten düzenlenmiş olduğu için, İslam toplumlarında Batıdakine benzer bir mücadele süreci yaşanmamış, ancak Devlet başkanlar] ve yöneticilere karşı, İslam’ın tanığı bütün hak ve hürriyetlerin tam olarak uygulanmasını sağlamak amacıyla, çeşitli hareketler ve girişimler olmuştur.
İslam Hukuku temelde bütün insanların hayat hakkı, adalet, eşitlik ve hürriyet gibi en temel haklarım tanıyarak güvenceye bağlamış ve uygulamada gerçekleştirilmesi için çeşitli tedbirler öngörmüştür. Ayrıca bütün hak ve hürriyetlerin hangi hallerde ve ne gibi sebeplerle, ne ölçüde sınırlandırılabileceğini açıkça belirtmiştir.
Eşitlik hakkı, Kur’an*69*, Hadis*70* ve içtihatlarda açıkça belirtilmiş ve açıklanmıştır. Eşitlik hakkı; hakim önünde eşitlik, kamu hizmetlerine girmede eşitlik, fırsat eşitliği, yükümlülük ve ödevlerde eşitlik (vergi, askerlik vb.) gibi unsurları da ihtiva etmektedir*71*.
İslâm’ın getirdiği eşiklik hakkının bazı sınırları ve istisnaları bulunmaktadır. Bir İslam devletinde vatandaşlar Müslüman ve Müslüman olmayanlar olarak ikiye ayrılır. İşte bu Müslüman olmayan vatandaşların bazı hak ve hürriyetleri ile yükümlülükleri farklı olarak düzenlenmiştir. Bu kişiler özel hayatlarında tamamen serbest olmakla beraber, kamusal alanda bazı haklardan yararlanamazlar. Buna karşılık devlete karşı olan yükümlülüklerinde (vergi, askerlik vb.) o ölçüde azalır. İslam devletleri uygulamasında gayrimüslim vatandaş statüsünde olan kişilerin genellikle bu durumlarından memnun oldukları görülmüştür*72*. Eşitlik konusunda ortaya çıkan ikinci istisna kölelik sorunudur. İslam, köleliği bir müessese olarak öngörmemiş, daha önce toplumda var olan bu müesseseyi, getirdiği tedrici ve insani yöntemlerle yok etmeye çalışmıştır. Bu amaçla köleliliğin kaynakları son derece azaltılmış ve mevcut kölelerin azad edilmesi teşvik edilmiştir. Nitekim İslam toplumlarında zamanla köleliğin ortadan kalktığı gözlenmiştir. Oysa dünya çapında çok yaygın olarak süregelen kölelik ve özellikle Batılıların yürüttüğü köle ticareti ancak 20. yüzyılda önlenebilmiştir. İşte bu geçici süreç içerisinde hürler ile kölelerin karşılıklı ilişkileri, İslam’dan önceki, hatta asırlar sonraki birçok medeniyetin çok ilerisinde bir seviyede ve kölelerin haklarını koruyacak şekilde düzenlenmiştir*73*. İslâm Hukukunda eşitlik konusunda üzerinde durulması gereken başka bir konu, kadın ve erkek arasındaki ilişki ve kadının statüsüdür. İslamiyet kadının statüsü ve hakları konusunda temelde erkek ile eşitlik esasını benimser. Ancak İslam Hukuku kadının haklan ve yükümlülükleri bakımından bazı özel hükümler getirmiştir. Buna göre, İslam’da kadın ve erkeğin bazı yönlerden farklı oldukları ve birbirlerini tamamladıkları kabul edilir. İslam, bütün insanlara hitap eder ve kadın ya da erkeğin diğerine üstün olmadığını, karşılıklı hak ve yükümlülüklere sahip olduklarım belirtir*74*. İslâm’a göre, kadın ve erkek bünyeleri bakımından aynı değildir. Bu bakımdan erkeğe yönelik ödevlerin (askerlik vb.) zorunlu olmadıkça kadınlara yüklenmesi eşyanın tabiatına da aykırı düşer. Kadın, evli ya da bekâr olsun, her türlü muameleyi yapmaya hukuken ehildir. Ancak kadının tabiatından gelen zayıflığıyla ezilmesini önlemek için, onun bazı sosyal yükümlülüklerden muaf tutulması ve korunması gerekir. Bu konuda devlete ve kadının yakınlarına ödevler yüklenmiştir. İslam’dan önceki medeniyetlerde, Özellikle Arap toplumlarında kadının hiç bir değeri yoktu. İşte İslam, Batı toplumlarında bile ancak 20. yüzyılda ulaşılan bir çok hak ve hürriyeti, kadına tanımı; ve onu korumuştur*75*.
İslam Hukukunda temel hak ve hürriyetler kişisel hürriyetler, manevi hürriyetler, ekonomik ve sosyal haklar ve hürriyetler ve siyasi haklar ve ödevler olarak tasnif edilmektedir(76). Kişisel hürriyetler, kişi dokunulmazlığı; seyahat ve yerleşme hürriyeti; özel hayatın gizliliği; toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı; dernek kurma hakkı olarak sıralanmaktadır(77). Manevi hürriyetler, din ve vicdan hürriyeti(78); fikir açıklama hürriyeti; bilim ve sanat hürriyeti; hak arama hürriyeti; kanuni yargı yolu; cezaların kanuni ve şahsi olması gibi haklardan oluşmaktadır*79*. Ekonomik ve sosyal hak ve hürriyetler, ailenin korunması; mülkiyet hakkı; Çalışma hürriyeti; sendika kurma hakkı; sağlık hakkı; sosyal güvenlik hakkı: eğitim ve öğretim hakkı olarak sayılmaktadır(80). Siyasi haklar ve ödevler ise, vatandaşlık hakkı; siyasi parti kurma hakkı; seçme ve seçilme hakkı; kamu hizmetlerine girme hakkı; savunma hakkı ve ödevi; vergi (zekât) hakkı ve ödevi; dilekçe hakkı gibi hürriyetler olarak sıralanmaktadır(81).
İnsan temel hak ve hürriyetleri İslâm Hukukunda şahsa bağlı, başkasına devredilmez ve vazgeçilemez nitelikte haklardır. Ancak diğer hukuk sistemlerinde olduğu gibi hürriyet sınırsız değildir. İslam Hukukunda aslolan hürriyet, sınırlama ise istisnadır. Zira İslam Hukukunun hürriyet konusundaki temel ilkesi “ibahat”, yani “serbestliktir. Açıkça yasaklanmamış her davranış serbesttir. Belli bir hürriyet konusunda açıkça belirtilmiş sınırların dışında, herhangi bir yasak konulamaz(82). İslâm devletinde bütün devlet organları kişilerin hak ve hürriyetlerini hem diğer kişilere karşı, hem de devlete karşı korumakla yükümlüdür. Kişilerin hak ve hürriyetlerine riayet etmeyen, İslam’ın getirdiği hukuk ilke ve kurallarına saygı duymayan ve ihlal eden siyasi İktidara karşı kişilerin direnme hakkı vardır(83).
İslâm Hukukunda insan haklan konusu incelenirken İslam Konseyi’nin 19 Eylül 1981 tarihinde yayınladığı “İslam’da İnsan Haklan Beyannamesi’nden de söz etmek gerekir. Bu Beyanname’nin "Giriş” bölümünde de belirtildiği gibi “İslam, on dört asırdır insan haklarını bütün derinliği ve kapsamıyla kabul ve İlan etmiş, insan haklarının korunması için bütün koruyucu tedbir ve müeyyidelerini vaz’etmiş ve İslam toplumunu da, bu hakları teyid ve te’kid edecek temel esas ve prensiplerle tanzim eylemiştir”*84*. İslâm, insan haklarını doğrudan tanıyarak İnsanlığa sunduğu için artık bunların sonradan beyannamelerle açıklanması, Batıdaki insan hakları beyannameleri ile aynı nitelikte değildir. Bu bakımdan “İslam’da İnsan Hakları Beyannamesi” İnsan haklarını yeniden tanımıyor, ancak bunları sistemli bir şekilde bir metin haline getirerek açıklıyor. “İslam İnsan Hakları Beyannamesi” İslâm’ın insan haklarına temel yaklaşımını belirttikten sonra, sırasıyla haklarına temel yaklaşımını “Giriş” bölümünde belirttikten sonra, sırasıyla şu hak ve hürriyetleri düzenleyerek, özünü ve sınırlarını açıklamıştır*85*: Hayat hakkı, hürriyet hakkı, eşitlik hakkı, adâlete başvurma (hak arama) hakkı, âdil bir yargılamayı talep hakkı (kanuni yargı yolu), cezaların şahsiliği ilkesi, yüksek otoritenin zulmünden korunma hakkı, İşkenceden korunma hakkı, ırz ve namusunu koruma hakkı, sığınma hakkı, azınlık hakları, kamu hizmetlerine katılma hakkı, fikir, inanç ve fikir açıklama hürriyeti ve hakkı, din hürriyeti, davet ve tebliğ hakkı, İktisadi haklar, mülkiyet hakkı ve korunması, İşçinin hakkı ve ödevi, hayati İhtiyaçları elde etme hakkı, aile kurma hakkı, kan ve koca arasındaki haklar ve ödevler, terbiye hakkı, ferdin sırlarını koruma hakkı, seyahat ve ikamet hürriyeti ve hakkı.
C - UYGULAMADA İNSAN HAKLARI
Hazreti Muhammed (s.a.v.) döneminde kurulan Medine İslam Devleti, Devlet Başkanlığını da yürüten Hazreti Peygamber’in, insanlara tebliğ ettiği Kur’- ân hükümlerinin tam olarak uygulandığı bir örnek olmuştur. Bu dönemde Kur’an’ın hükümleri açıklandıkça, kişi, toplum ve devlet hayatı da bu esaslar üzerine bina edilerek, Kur’an’da bulunmayan ya da açık olmayan bütün hususlar bizzat Peygamber tarafından açıklanmış ve bütün İslam toplumlarının ikinci ana kaynağı Sünnet de böylece oluşmuştur. Devlet Başkanının bütün devlet işlerini tek başına yürütmesi mümkün olamayacağından, yürütme ve yargı konusunda yetkili mahalli yöneticiler atanmıştır. Bunlar Devlet Başkanına bağlı olup, bulundukları yerde O’nun yetkisini kullanmaktaydılar. Medine Devleti dönemi, daha sonraki bütün İslam toplumları İçin örnek olarak kabul edilmiş, İslam’ın başta insan hakları olmak üzere uygulama bakımından zirveye ulaştığı bu toplum hayatı İslam bilginleri tarafından da zamanla çok ayrıntılı bir şekilde incelenerek, İslam Hukuk teorik olarak geliştirilmiştir. Hazreti Peygamberin yaklaşık 140.000 kişilik bir topluluk Önünde açıkladığı Veda Hutbesi insanlık tarihinin ilk “İnsan Hakları Beyannamesi” niteliğindedir*86*.
Hazreti Muhammed’in (s.a.v)’ vefatından sonra İslam Devleti, seçimle iş başına gelen halifeler Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (Hulefa-i Raşidin dönemi) tarafından yönetilmiştir. Bu halifeler döneminde İslâm Devleti genişleyerek büyük bir imparatorluk haline gelmiş ve İslam Dini büyük bir alana yayılmıştır. Hz. Ömer döneminde ayrıca Anayasa Hukuku bakımından çok önemli olan Şura Meclisi kurulmuş ve İslam’ın meşveret (danışma) müessesesi uygulanmaya çalışılmıştır. Bütün tarihçiler İttifakla Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin döneminde İslam Hukukunun tam olarak uygulandığım, kişilerin hak ve hürriyetlerinin o döneme kadar dünya medeniyetlerinin hiç birinde görülmemiş bir şekilde tanınıp korunduğunu, sosyal adaletin gerçekleştiğini ve toplumsal ahlakın zirveye çıktığı belirtmektedirler.
İslâm tarihinde Medine Devletinden sonra Emevîler, Abbasiler, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu dönemi başlar. İlk Emevî halifesi Muaviye’den sonra Devlet Başkanının seçim yoluyla belirlenmesi esası terkedilerek, Halifenin sağlığında yerine geçecek kimseyi tayin etmesi anlamına gelen veliaht usulü uygulanmaya başlandı. Böylece İslam’ın siyasi sistemindeki seçim esası pratikten ortadan kaldırılmış oldu. Emevilerden sonra kurulan Abbasiler Devleti ve İslam’ın etkisi altına giren İspanya’da devam eden Endülüs Emevî Devletinde de aynı zamanda halife olan devlet başkanları veliaht usulüyle belirlenmiştir. Bu dönemlerde devlet başkanının belirlenmesinde fiziki güç ve entrikaların da rol oynadığı görülmektedir. Konumuz bakımından Önemli olan husus şudur: Emevîler, Abbasiler ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde İslam gerek toprak gerekse insan unsuru bakımından son derece genişlemiş, bilim ve sanat alanında büyük İslam medeniyeti ortaya çıkmıştır. Ancak ne var ki, özellikle Emevîler ve Abbasiler döneminde devlet başkanlığı ve diğer yönetim görevlerine ehil olmayan, hatta zaman zaman halka zulmeden kişiler geçmiş ve insan hak ve hürriyetlerinin uygulamada ihlal edildiği görülmüştür(87) Bununla beraber Hulefa-i Raşidin döneminden Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlarına kadar İslam ülkelerindeki insan haklan uygulaması, Batılı toplumlar da dâhil olmak üzere bütün ülkelerdeki uygulamaya göre her zaman daha iyi olmuştur. Fakat 20. yüzyılda Müslüman toplumların yöneticileri İslam’dan uzaklaşmanın bir sonucu olarak içine düştükleri sorunları çözmek amacıyla, İslam medeniyetini geliştirmek yerine Batıya yönelmeyi uygun gördüler.
İslâm ülkelerinde ortaya çıkan Batılılaşma hareketleri her alanda olduğu gibi İnsan hakları alanında da büyük bir karmaşa ortaya çıkarmıştır. Hukuk ve siyaset alanında ortaya çıkan İktibas hareketleri Müslüman toplumların yapısına uygun olmadığı için olumlu sonuç vermemiş, insan haklan da gün geçtikçe İslam’ın ilke ve kurallarından uzaklaşıldığı için gerilemiştir. Günümüz İslam ülkelerinde insan haklarının durumu konusu üzerinde aşağıda durulacaktır.
V. GÜNÜMÜZ BATI VE İSLÂM TOPLUMLARINDA İNSAN HAKLARININ GERÇEKLEŞME DERECESİ
A • GENEL OLARAK
İnsan hakları alanında 19. yüzyılın sonlarında başlayan olumlu gelişmeler, Birinci Dünya Savaşı ve ikinci Dünya Savaşı ile büyük yaralar aldı. Sömürgeci ve emperyalist Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğunu parçalayarak ortadan kaldırmak ve Asya ve Afrika’daki sömürgelerini devam ettirebilmek amacıyla başlattıktan Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğunun dâhili bazı faktörlerin eklenmesi ile çökmesine ve Asya ve Afrika’daki birçok bölgenin Batılı devletlerin sömürüsü altına girmesine yol açmıştır. Bu dönemde İnsan hakları tamamen unutulmuş, Batılı devletlerin sömürü ağı yeniden kurulmuştur. Ancak tarihin karanlıklarına gömülmek istenen Türk Devleti, sınırlan daraltılmış olsa da şanlı milli mücadelesi sonunda yeniden dirilmiş ve bu kurtuluş mücadelesi Asya ve Afrika’daki birçok milletin sömürgecilere karşı bağımsızlıklarını elde etmesine rehberlik etmiştir.
Bu büyük savaşın üzerinden çok geçmeden elde ettikleri menfaatleri paylaşmayan Batılı sömürgeci devletlerin kendi aralarındaki anlaşmazlık, özellikle önceki savaşta yenik düşen ve ezilen Almanya’nın bütün dünyaya egemen olma hırsı, yeni ve daha kanlı bir savaşın başlamasına yol açmıştır. Bu noktada, İkinci Dünya Savaşı Öncesi ve sonrasında, dünya insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir şekilde İnsan hakları ve hukuk kurallarını tehdit eden ve uygulamada tamamen ortadan kaldıran ve bazı devletleri etkisi altına alarak dünya barışının bozulmasına ve milli ve milletlerarası düzeyde insanların mutsuzluğuna yol açan siyasi cereyanlar üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.
Bu siyasi cereyanlar nasyonal sosyalizm, faşizm ve komünizmdir. Her üçü de totaliter bir siyasi rejim öngören ve kişi hak ve hürriyetlerini uygulamada ortadan kaldıran bu akımlar, Almanya, İtalya ve Sovyet Rusya gibi etki altına aldıkları ülkelerde milli düzeyde kişilerin hak ve hürriyetlerini devlet adına ortadan kaldırmış, milletlerarası düzeyde ise saldırgan bir emperyalizme yol açmıştır.
Nasyonal sosyalizm, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da gelişmeye başlayan ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar iktidarda kalan totaliter bir siyasi rejimdir. Sosyalizmin toplumsal kuralları ile ırkçılığı birleştirme iddiasıyla bu adı alan “nasyonal sosyalizm” in diğer bir adı da “nazizm”dir. Nasyonal sosyalizm, Alman ırkçılığı, Yahudi düşmanlığı, liderin mutlak egemenliği, antikomünizm, savaşın yüceltilmesi ve şiddet unsurları üzerine kurulmuştur. Biz burada, siyaset biliminde çok geniş incelemelere konu olan nasyonal sosyalizm üzerinde fazla durmadan, uygulamada ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinde duracağız. Almanya’da 1933’te Hitler’in önderliğinde İktidara gelen Naziler, kısa süre içerisinde bütün muhalefet partilerini, sendikaları ve muhalif görüşleri savunan bütün toplumsal örgütleri kapattılar. Yahudileri ve radikal sol hareketlerin önde gelenlerini ya öldürdüler, ya da toplama kamplarına gönderdiler. Yeniden güçlü Almanya’yı kurarak ari ırkın üstünlüklerini insanlığa gösterebilmek için, bütün komşularına savaş açtılar. Giriştikleri savaşta güçlü orduları ve modern silahlarıyla oldukça da başarılı oldular ve kıta Avrupa’sının büyük bölümünü kontrollerine aldılar. Ancak karşılarında Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin müttefik kuvvetlerini bulunca, savaşı kaybetmek zorunda kaldılar. Sonuçta dünyayı fethetmeye çıkan Almanlar ellerinde olanı da yitirdiler. Almanya harabe haline geldi ve ikiye bölündü. Milli ve milletlerarası düzeyde en zaruri insan haklan ihlal edildi. İnsanları perişan ettikleri gibi, kendileri de mutlu olamadılar.*88* Nihayet İkinci Dünya Savaşından sonra, ikiye bölünmekle birlikte yeniden demokrasiye dönen Almanya, büyük bir atılımla ekonomik ve demokratik gelişmesini tamamladı ve uzun bir aradan sonra da Doğu. Almanya ile birleşmeyi başardı.
Faşizm, 1922-1945 yılları arasında Mussoloni İtalya’sında uygulanan ve tek partinin diktatörlüğüne, milliyetçiliğin yüceltilmesine ve korporasyonlara dayalı milliyetçi, totaliter, siyasi-idari rejim ve siyasi akımdır. Parlamenter demokrasiyi şiddetle dışlayan faşizm, bireyciliği reddeder, liberalizmi eleştirir, akılcılık ve hümanizmin kritiğini yapar. Bu yönüyle kökten bir red hareketi olan faşizm, devletin mutlak üstünlüğünü ve fertlerin devlete mutlak itaatini savunur. Ferdin, devlet karşısında hiç bir hak ve hürriyeti olamaz. Fert, ancak toplum ve devlet İçin vardır ve bunlara hizmet eder. Devlet, insanın mutluluğunu sağlayan bir araç değil, başlı başına bir amaçtır. Totaliter faşizmin sloganı, “iradeye inanmak, itaat etmek ve savaşmak” tır. İtalya’da uygulanan faşizm, devleti tamamen bu ideoloji yönünde örgütleyerek, bütün muhalif kişi ve örgütleri elimine etti. İtalya’nın dışında, İspanya, Japonya, bazı Afrika ülkeleri, Arjantin gibi bazı Güney Amerika ülkelerinde de görülen faşist yönetim ve eğilimlerin, konumuz bakımından ortak özelliği insani değerleri, insan haklarını hiçe sayması ve hukuk devleti müesseselerini ortadan kaldırmasıdır. Devleti amaç olarak kabul eden, insan haklarına değer vermeyen ve saldırgan bir nitelik taşıyan faşist ideolojiler, evrensel İnsani değerlere hiç bir olumlu katkıda bulunamadıkları gibi, uygulandıkları ülkelerde de insanlara hayal kırıklığı ve mutsuzluk getirmişlerdir.*89*. Faşizmin İkinci Dünya Savaşı ve daha sonraki yıllarda etkili olduğu İtalya, Japonya ve İspanya insan haklarına dayalı demokrasiye adım atarken, diğer bazı ülkelerde hala otoriter nitelikte rejimler ve siyasi bocalamalar görülmektedir.
Teorik gelişimi çok gerilere gitmekle beraber çağımızdaki anlamına Marx ile ulaşan ve ortaya çıktığı dönemden bugüne sayısız yorumlan ve çeşitli uygulamaları görülen komünizm (sosyalizm), temelde her türlü devlet, mülkiyet, aile, sınıf ve sınır gibi egemen bir sınıfsal gücün varlığına bünyesinde yer vermeyen ve insanlık tarihinin ilk dönemlerinde var olduğu iddia edilen komün toplum una ulaşmayı amaçlayan siyasi bir akımdır. Bu son safhaya ulaşabilmek için bir takım ara dönemler ve usuller öngören komünizm, proletarya diktatörlüğü adını verdiği ve komünist devlete yer verdiği geçiş döneminde komün toplumuna ulaşılabilmesi için komünist parti önderliğindeki devlete bir takım ödevler yükler.(90) Komünist esaslar çerçevesinde toplumun bütününe egemen olan ve totaliter bir nitelik taşıyan komünist rejimde sosyal ve ekonomik ağırlıklı insan hak ve hürriyetlerinin anayasalarda düzenlendiği görülür. Klasik hürriyetlere de yer verilmekle beraber, bunların komünist resmi İdeoloji amaçtan dışında kullanılması kabul edilmez.
19. yüzyılda liberalizme ve onun uygulanması ile ortaya çıkan ciddi sosyal ve ekonomik sorunlara bir tepki olarak gelişen ve birçok toplumda ilgi gören komünizmin, iktidarı ele geçirdiği Sovyetler Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti, Doğu Avrupa ülkeleri, Arnavutluk gibi ülkelerde, bireyciliği, özel mülkiyeti ve genelde liberalizmi sorumlu tuttuğu sosyo-ekonomik ve toplumsal temel sorunlara çözüm üretmemesi işçi kitleleri ve aydınların kendisine duyduğu güveni sarsmış ve hayal kırıklığına yol açmıştır. Ayrıca milletlerarası alanda savaş, çatışma ve kamplaşmalara yol açması, içeride totaliter diktatörlük rejimini kökleştirmesi, sınıfları kaldırmak bir yana toplumun komünist parti ve kamu bürokrasisi sınıfına teslim edilerek bunaltılması, kişi hak ve hürriyetlerin aşırı bir şekilde sınırlanarak zaman zaman ortadan kaldırılması, devletin kalkınması yönünde hiç bir gelişmenin görülmemesi, özel mülkiyetin kaldırılarak üretim araçlarının kamulaştırılması ile toplumsal dinamizmin yok olması, halkın refahının geriye gitmesi, komünist rejim tarafından sürekli eleştirilen serbest piyasa ekonomisi ve özel mülkiyetin tanındığı toplumların ekonomi, sosyal ve teknolojik alanda hızla gelişmesi ve sosyalist toplumların bunlara yetişmesinin imkansız olduğunun anlaşılması gibi bir çok faktör, 20. yüzyılın sonlarına yaklaşırken sosyalizmin teorik ve pratik alanda gerilemesine ve halkın komünist rejime güvenini kaybetmesine yol açmıştır. Bütün bu gelişmelerin sonunda komünizm rejiminin egemen olduğu toplumlarda halktan gelen tepkiler, yönetimlere de yansımış başta Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere bütün komünist rejimlerde serbest piyasa ekonomisi, insan haklan ve yarışmacı seçimlere dayalı demokrasiler yönünde adımlar atılmaya başlanmıştır.
Komünizmin egemen olduğu Sovyetler Birliğini oluşturan Cumhuriyetler bağımsızlıklarını ilan ettiler ve sonunda Sovyetler Birliği de ortadan kalkmış oldu. Polonya, Romanya, Çekoslovakya, Macaristan ve Bulgaristan gibi Doğu Avrupa ülkeleri komünist rejimi tamamen terk ederek demokrasiye yöneldiler. Doğu Almanya ise Federal Almanya ile birleşip, liberal ve demokratik dünyanın bir parçası oldu. Çin Halk Cumhuriyeti ve Komünist sistemin etkili olduğu bazı küçük ülkelerde bütün muhalif faaliyetlere rağmen direnme görülmektedir.(91) Ancak bunların da kısa zamanda genel eğilime uymaları kaçınılmaz gözükmektedir. Ancak komünizmden uzaklaşan bütün bu ülkelerin ciddi siyasi ve ekonomik sorunları hâlâ devam etmektedir. Batı toplumlarında dahi birtakım sorunlar doğuran kapitalist modelin bu ülkeler tarafından uygulanmaya çalışılmasının her geçen gün başka türlü sorunlara ve çıkmazlara yol açtığı görülmektedir.
İnsan haklarına yer vermeyerek ya da sınırlayarak insanlığı tehdit eden bu anti demokratik ve totaliter rejimlerin, başka bir ifadeyle evrensel tehlikelerin yanı sıra, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 10 Kasım 1975 tarih ve 3379 sayılı kararı ile “bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı politikası” olarak kabul edilen Siyonizm’in de unutulmaması gerekir. Gerçekten de, Ortadoğu’da İsrail’in izlediği ırkçı Siyonist politika zaman zaman katliamlara kadar varmış ve mülteci kamplarında yüzlerce Filistinli ya öldürülmüş, ya da ağır şekilde yaralanmıştır.(92)Ancak ne yazık ki, Aralık 1991 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Siyonizm’i ırkçılık sayan bu kararını iptal etmiştir. Birleşmiş Milletlerden böyle bir karar çıkmış olması Birleşmiş Milletler Teşkilatının ve onun üyesi bulunan birçok ülkenin bütün dünyayı yönlendirmeye çalışan Yahudi örgütlerin güdümünde olduğunu göstermektedir. Yahudiler, azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler üzerinde bir baskı aracı olarak kullandıkları ekonomik güçlerinin kaynağı olan bankaları ve holdinglerinin yanı sıra, açık ve gizli bütün örgütleriyle de Birleşmiş Milletler Teşkilatı gibi milletlerarası kuruluşları ve dünya devletlerini diledikleri yönde politika izlemeye ikna edebilmektedirler. Günümüzde ırkçılığın devletin resmi politikası olarak uygulandığı ve küçük bir azınlığın, geniş siyah halk çoğunluğuna egemen olduğu Güney Afrika Cumhuriyetinin uygulamaları ise, insanlık ayıbı olarak göze batmaktadır.
Bir kısmı hala devam eden ve 20. yüzyılın ilk yansında ortaya çıkan bütün bu olumsuzlukların ardından, İnsani değerleri, İnsan haklan ve hukuk devleti İlkeleri alanında Batılı toplumlarda gerek milli hukuk sistemleri bünyesinde, gerekse milletlerarası düzeyde olumlu gelişmelerin ortaya çıktığı görülür. Ancak ne yazık ki, insan haklarını 1400 sene önce insanlığa tanıyan İslam Hukuku’nun getirdiği İlke ve kurallar Müslüman toplumlarda genellikle terkedilmiştir. İslam ülkeleri Batılı değerler ile İslam arasında net bir tercih yapamamanın İkilemi içindedirler. Şimdi bu gelişmeleri iki alt başlık halinde kısaca incelemeye ve değerlendirmeye çalışacağız.
B - MİLLİ HUKUK SİSTEMLERİNDE
Dünya üzerindeki bütün devletlerin insan hakları ve hukuk devleti açısından günümüzde ulaştığı merhaleyi ve uygulamada İnsan haklarını ne derecede gerçekleştirdiğini belirlemek son derece güçlük arz eder. Bu bakımdan belli başlı devletlerin bir kaç ana kategoriye ayrılarak ele alınması daha uygun olacaktır.
Ülkelerin siyasi, hukuki ve toplumsal yapı ve müesseselerini inceleyen çalışmalarda siyasi sistemleri açısından devletler; demokrasiler, halk cumhuriyetleri (sosyalist/komünist rejim), otoriter rejimlerin egemen olduğu monarşiler, devlet başkanlığı, emirlikler, krallıklar vb. şekilde tasnif edilmektedir. Bunlar da kendi İçinde tali gruplara ayrılmaktadır. Günümüzde hukuki ve siyasi anlamda İslam’ı tam olarak uygulayan bir ülke bulunmamakla birlikte, halkı Müslüman olan ülkeleri İslam ülkeleri olarak adlandırmak suretiyle konuya yaklaşacağız.
İstikrarlı demokrasiler arasında, Avustralya, Avusturya, Belçika, Kanada, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya, İzlanda, İtalya, Japonya, Lüksemburg, Hollanda, Yeni Zelanda, Norveç, İsveç, İsviçre, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri sayılmaktadır. Bu ülkelerde demokrasinin gelişimi oldukça gerilere gider. Özellikle ikinci Dünya Savaşından sonra istikrarlı bir demokrasinin bu ülkelerde bütün kurum ve kavramları ile yerleştiği görülmektedir.*93^ Demokrasinin gelişimine paralel olarak insan haklan da, klasik ve sosyal hak ve hürriyetler şeklinde anayasa ve kanunlarla düzenlenerek güvence altına alınmış olup, uygulamada büyük ölçüde bu hakların sağlandığı görülmektedir.(94)
Siyaset bilimi çalışmalarında istikrarlı demokrasilerden sonra sayılan diğer demokratik ülkeler ise şunlardı: Bahama, Barbados, Botswana, Kolombiya, Kosta Rika, Dominicia, Dominik Cumhuriyeti, Ekvator, Fiji, Gambia, Yunanistan, Hindistan, Jamaica, Kiribati, Malta, Nauru, Nijerya, Papua, Yeni Gine, Portekiz, St. Lucia, St. Vincent, Solomon Adaları, İspanya, Sri Lanka, Surinam, Trinad ve Tobago, Tuvalu, Yukarı Volta, Venezuala. (95) Bu ülkelerin en İstikrarlı demokrasilerden sonra sayılması, bunlarda değişik dönemlerde otoriter rejimlerin ve askeri müdahalelerin görülmesinden ve bu dönemde demokrasi kurumlan, hukuk devleti ve insan haklarının zaman zaman İhlal edilmesinden kaynaklanmaktadır. Söz konusu siyaset bilimi incelemelerinde Türkiye’nin de bazı dönemlerde ortaya çıkan askeri müdahaleler sebebiyle bu kategoriye sokulduğu görülmektedir. İstikrarlı demokrasilerden sonra gelen diğer demokratik ülkeler arasına Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni de ilave etmek gerekir. Bu grupta bulunan diğer ülkeler de gittikçe gelişen ve yerleşen bir demokrasiye sahiptirler. Bu ülkelerin anayasalarında da klasik ve sosyal hakları içine alacak şekilde bütün insan haklarının tanınarak güvence altına alındığı görülmektedir.
İkinci ana kategoriye oluşturan halk cumhuriyetleri, başka bir ifadeyle sosyalist rejime sahip ülkeler arasında ise irili ufaklı ve birbirinden oldukça farlı bir sosyalizm anlayışına sahip devletler bulunmaktadır. Bunların başlı çaları, Çin Halk Cumhuriyeti, Yugoslavya, Arnavutluk, Küba ve Etiyopya’dır. Bunların dışında ayrıca Afrika ve Asya’da adı halk cumhuriyeti olan, ancak sosyalizmden daha çok, nitelikleri ve esastan birbirinden farklı otoriter rejimlere sahip ülkeler de vardır. Daha önceden belirtildiği gibi, sosyalist rejime sahip ülkeler anayasalarında sosyal haklan, devletin ödevleri ve fonksiyonları arasında saymışlar, bunların gerçekleştirilmesi yükümlülüğünü devlete yüklemişlerdir. Ancak uygulamada ekonomik ve sosyal sorunların ağır basması ve diğer bazı faktörlerin etkisiyle sosyal ve ekonomik hakların öngörüldüğü ölçüde gerçekleştirilemediği görülmektedir. Klasik hakları da göstermelik olarak tanıyan sosyalist anayasalar, bunların kullanılmasını devletin totaliter resmi ideolojisi dışına çıkmamak şartına bağlamıştır. Gerçekte klasik hak ve hürriyetler tanınmamıştır.(97) Son bir kaç yıla kadar halk cumhuriyetleri arasında yer alan Çekoslovakya, Macaristan, Polonya, Romanya ve Bulgaristan sosyalist rejimi bırakarak, demokrasiye adım atmış, insan haklarını da bu çerçevede anayasal düzenlemeye kavuşturmuşlardır. Ancak bu ülkelerde bir geçiş süreci yaşandığından, insan haklarının da uygulamada tam olarak gerçekleşmesini beklemek gerçekçi olmaz. Eski Sovyetler Birliği’ni oluşturan bağımsız Cumhuriyetler’ de ise bir geçiş dönemi yaşanmaktadır. Komünizm döneminde yenileşen hukuki, siyasi ve ekonomik yapının yansıra insan haklan alanında da henüz kayda değer bir gelişme görülmemektedir(95)
Birleşmiş Miletler Teşkilatı’nın 1945 yılında kurulması ile Birleşmiş Milletler Antlaşması ve Milletlerarası Adalet Divanı Statüsü kabul edilmiştir. Daha sonraki yıllarda İse, Birleşmiş Milletler çerçevesinde insan Hakları Evrensel Beyannamesi; Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Milletlerarası Sözleşmesi; Kişisel ve Siyasi Haklara İlişkin Milletlerarası Sözleşme; Her Türlü Irk Ayrımcılığının Kaldırılması Milletlerarası Sözleşmesi; Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Milletlerarası Sözleşmesi; İşkence ve Diğer Zalimane, insanlık Dışı veya Haysiyet Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin hazırlanarak kabul edilmesini sağlamıştır. Birleşmiş Milletler çerçevesinde yapılan sözleşmeler üye ülkelerin önemli bir kısım (daha çok demokratik ülkeler) tarafından onaylanmışken, pek çok ülkenin de bazı sözleşmeleri kabul etmediği görülmektedir.
Demokratik avrupa ülkelerinin siyasi birliği olan Avrupa Konseyi de, bölgesel bir kuruluş olmakla beraber, Birleşmiş Milletlerin ilke ve amaçlarını benimsemiş ve bunların Avrupa’da daha da geliştirilerek uygulanmasını ve etkin bir güvence ve denetim mekanizmasına bağlanmasını amaçlamıştır. Avrupa Konseyi çerçevesinde yapılan antlaşmalar, İnsan Haklarını ve Temel Hürriyetlerini Koruma Sözleşmesi; Bu Sözleşmeye Ek Protokoller; Avrupa Sosyal Antlaşması ve İşkencenin önlenmesine İlişkin Sözleşmedir.
İnsan haklan ve temel hürriyetleri İle barışın korunmasını amaçlayan ve demokratik ülkeleri bünyesinde toplayan diğer bir milletlerarası platform da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’dır. Kısaca AGİK olarak adlandırılan ve belli aralıklarla toplantılarını sürdüren ve Konferans’ın ilk temel belgesi 1975 tarihli Helsinki Nihai Senedi, son belgesi İse oldukça Önemli hükümler getiren 1990 tarihli Yeni Bir Avrupa İçin Paris Antlaşması’dır.
Amerika kıtasında insan haklarının korunması konusunda Amerikan Devletleri Örgütü ve Amerikan İnsan Haklan Sözleşmesi’nden söz edilebilir, örgüt’ ün kurucu metninde de insan haklarına yer verilmekle birlikte, insan haklarının geniş bir şekilde düzenlendiği asıl belge Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’dir. Bu Sözleşme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndekine benzer bir sistemle (bölgelesel olarak) Amerikan devletlerinde insan haklarının korunması amacını taşımaktadır.
Afrika ülkelerinde insan haklarının milletlerarası belgelerle düzenlenip korunması düşüncesi, ancak bu ülkelerin bağımsızlıklarını elde etmesinin korunması düşüncesi, ancak bu ülkelerin bağımsızlıklarını elde etmesinden sonra mümkün olabilmiştir. Afrika ülkelerini bünyesinde toplayan ve bağımsızlık hareketlerinde büyük katkısı bulunan Afrika Birliği örgütü, Afrika kıtasında insan haklarının tanınıp korunması amacıyla Afrika İnsan ve Halklar Hakları Sözleşmesinin kabul edilmesinde de öncülük etmiştir. Bu sözleşme, insan haklan ve temel hürriyetlerini düzenlemiş ve Afrika ülkeleri çerçevesinde korunmasını sağlamak amacıyla da bir Komisyon oluşturmuştur.*100*
İnsan haklarının tanınıp korunmasıyla ilgili olarak İslam ülkelerini bünyesinde toplayan İslam Konferansı Teşkilatı, Arap ülkelerinin oluşturduğu Arap Birliği ve Avrupa İslâm Konseyi üzerinde de durmak gerekir. İslâm Konferansı Teşkilatı, bütün Müslüman ülkelerin üyesi olduğu bir örgüt olup, başlıca amaçlan, üye ülkeler arasında ekonomik, sosyal ve kültürel alanda işbirliğini geliştirmek, ırk ayrımı, eşitsizlik ve sömürgeciliği önlemek, milletlerarası barışı korumak, uyuşmazlıkların çözümlenmesine katkıda bulunmak olarak sayılmıştır.(101) Arap ülkelerini çatısı altında toplayan Arap Birliği ise, üye ülkeler arasında işbirliğini geliştirme, ortak politikalar izlemek gibi amaçlar taşımaktadır, (102). Arap Birliği, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından tanınmış ve Genel Kurul toplantılarına gözlemci olarak katılmaya başlamıştır. İki örgüt arasındaki bu ilişki, insan haklarının Arap dünyasında gelişmesine katkıda bulunmaya başlamıştır.*103* Avrupa’da bulunan İslam Konseyi ise, 19 Eylül 1981 tarihinde İslam İnsan Haklan Beyannamesi’ni hazırlayarak İlan etmiştir. Kur’an ve Sünnet esaslarına dayalı olarak düzenlenmiş olan bu bildiri resmi olarak kabul edilmiş bir belge olmadığından milletlerarası alanda hukuki bağlayıcılığı bulunmamaktadır(104) Ancak İslam’ın getirdiği insan hak ve hürriyetlerini derli toplu bir şekilde bütün dünyaya ilan etmesi açısından önemli bir belgedir. Özellikle İslam ülkelerinin, uygulamada inanların mutlu olmasını sağlayamayan Batı kökenli düzenlemeler karşısında İslam İnsan Haklan Beyannamesini dikkatli bir şekilde inceleyerek, uygulama alanına sokmaları gerekir. Bu Beyannamenin muhtevası üzerinde yukarıda durulmuştur.
Asya kıtasına gelince, burada insan haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda bölgesel bir örgüt ya da sözleşme bulunmamaktadır. Ancak bu kıtada da, bağımsız bir kuruluş olan Milletlerarası Hukukçular Komisyonu ile Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın insan haklarının korunması ve geliştirilmesi amaçlarına yönelik toplantı ve seminer düzenlenmesi gibi çalışmalar yaptığı görülmektedir. Bu çalışmalar arasında 1982 Sri Lanka Semineri ile 1982 Tayland Semineri’ni saymak mümkündür(105)
VI. SONUÇ
Eski medeniyetlerden başlayarak günümüze kadar incelemiş olduğumuz insani değerler ve insan haklarının gelişim sürecinin çeşitli safhalardan geçerek, belli bir olgunluk düzeyine ulaştığını ve birçok ülkenin gerek milli hukuk sistemleri bünyesinde, gerekse milletlerarası alanda sözleşmelere katılmak suretiyle bunları tanıyıp, uygulamada gerçekleştirmeye çalıştığını tespit ettik. Ne var ki, dünya üzerinde sayıları 160 civarındaki devletin hâlâ yansından çoğunda insan hak ve hürriyetlerinin tanınmadığı ve hukuki güvenceden mahrum olduğu görülmektedir.
Şu hususu da önemle belirtmek gerekir ki, insan hakları ve hukuk devleti ilke ve müesseselerinin sadece milli ve milletlerarası belgelerde yer alması, bunların uygulamada tam olarak gerçekleştiği anlamına gelmez. Ne millî ne de milletlerarası alanda kişi hak ve hürriyetleri, kişilerin sosyal ve ekonomik refah ve mutlulukları, maddi ve manevi gelişmeleri tam olarak sağlanamamaktadır. Bunun sağlanması tek başına hukuki düzenlemelerle mümkün değildir. Ekonomik gelişimini tamamlamış, yerleşmiş bir demokrasiye sahip sanayileşmiş ülkelerin anayasalarında insan haklarını düzenlemiş ve milletlerarası bütün sözleşmelere katılmış olmalarına rağmen, bu ülkelerde de toplumdaki büyük çoğunluğun maddi ve manevi mutluluğa ulaşamadığı görülmektedir. Öte yandan dünyanın birçok köşesinde hâlâ insanlar açlık ve hastalıktan ölmekte ve bu gelişmiş ülkeler bu insanların sorunları karşısında ciddi hiç bir yardım ve çözümü ortaya koymamaktadırlar. Üstelik açlık ve hastalıktan yok olma tehlikesiyle baş başa bırakılan bu toplumların sahip olduğu ekonomik kaynakların büyük bir kısmı, güçlü ve sanayileşmiş ülkeler tarafından asırlar boyunca sömürülmüş ve hâlâ da sömürülmektedir. Karşılıklı ticaret gibi görünmekle beraber, sanayi malları karşılığında ucuz hammadde ithal eden sanayileşmiş ülkeler kârlı çıkmaktadır. Sanayileşmiş güçlü ülkeler bununla da yetinmeyerek, milletlerarası hukuku da çiğnemek suretiyle, söz konusu ülkelerin iç işlerine ve siyasi düzenlerine müdahale etmektedirler. Bu ülkelerin geri kamış ve gelişmekte olan ülkeler karşısında siyasi, ekonomik ve ticari alanda sömürü politikasından vazgeçerek, işbirliği ve yardım anlayışını uygulamaya koymaları gerekir. Artık dünya çapında yeni ve büyük bir adımın atılması ve dünya üzerinde her türlü imkândan mahrum bulunan yoksul geniş kitlelerin öncelikle göz önünde tutulması suretiyle bütün İnsanların maddi ve manevi refah ve mutluluğunu sağlamaya katkıda bulunacak olan ve İslam tarafından asırlar önce insanlara sunulan, Batı toplumlarında da uzun mücadeleler sonunda kısmen ortaya çıkan en zaruri hak ve hürriyetlerin hayata geçirilmesi gerekmektedir. Buna İlaveten, bütün ülkeler bakımından milli ve milletlerarası düzeyde insan hak ve hürriyetlerinin fiili olarak gerçekleşebilmesi ve insanların gerçek anlamda mutluluğa ulaşabilmesi için, insan hak ve hürriyetlerinin sadece hukuk ve politika konusu olmaktan çıkarılarak, kültür ve eğitimin bir parçası haline getirilmesi ve bunun bütün toplumsal kural ve değerlerle desteklenmesi gerekir.
Batı toplumlarının uzun ve zahmetli mücadeleler sonunda ulaşabildikleri insan hakları seviyesinin çok ilerisinde bir insan hakları sistemini asırlar önce elde eden, ancak bugün büyük bir gaflet İçinde bulunan İslam ülkelerine önemli görevler düşmektedir. Bu çerçevede İslam ülkelerinin öncelikle İslam’ın getirdiği İnsan haklarına ilişkin ilke ve kuralları pozitif düzenleme alanına sokarak uygulamada gerçekleştirmeleri ve ayrıca İslam ülkeleri arasında diğer işbirliği alanlarının yanı sıra insan haklan alanında da örgütlenmeyi sağlayarak etkili bir denetim mekanizmasını kurmaları gerekir. İslam ülkelerinin ayrıca bütün mazlum ülkelerin de haklarını koruyacak bir şekilde Birleşmiş Milletler Teşkilatının, her bir üyenin eşit hak ve yetkiye sahip olduğu bir niteliğe kavuşturulması için bütün güçleriyle çalışmaları zorunludur. Bütün bunların ön şartı ise, İslam ülkelerinin güçlü Batılı devlet ve örgütlerin güdümünden çıkarak, İslâm’a yönelmeleridir.
* Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi
(1) Okandan, Recai G., Umumi Hukuk Tarihi Dersleri, İstanbul 1952, s. 27-32.
(2) Eski Çin’de sosyal, siyasi ve hukuki kurallar ve müesseseler hakkında daha fazla bilgi için bkz. Okandan, s. 21-43.
(3) Okandan, s. 46; Günaltay, Şemseddin, Uzak Şark, İstanbul 1937, s. 188.
(4) Okanda, s. 46-47; Okandan, 54-70; Hindistan’da hukuki ve siyasi müesseseler hakkında ayrıca bkz. Arsal, Sadri M., Umumi Hukuk Tarihi, İstanbul 1948, s. 29-53.
(5) Okandan, s. 73-80.
(6) Okandan, s. 86-87.
(7) Okandan, s. 86-101.
(8) Okandan, s. 116-121.
(9) Okandan, s. 121-122.
(10) Okandan, s. 122-124.
(11) Okandan, s. 154-167.
(12) Okandan, s. 168-177.
(13) Okandan, s. 176-192.
(14) Okandan, s. 196-197; Günaltay, s. 134-137.
(15) Okandan, s. 197-212.
(16) Okandan, s. 213-217.
(17) Okandan, s. 217-218; Günaltay, Şemseddin, İran Tarihi, Cilt 1, Ankara 1948, s. 298.
(18) Okandan, s. 218-225, Günaltay, İran Tarihi, s. 265.
(19) Akbay, Muvaffak, Umumi Amme Hukuku Dersleri, Cilt 1, Ankara 1951, s. 74; Okandan,
Recai G., Umumi Amme Hukuku, İstanbul 1945, s. 73.
(20) Akbay, s. 73.
(21) Eski Yunan ve Roma’da kamu ve özel hukuk alanında ortaya çıkan gelişmeler ve hukuk sistemleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Okandan, 228-262; Arsal, s. 80-514.
(22) La Gorce, Çağlar Boyu Yunanlılar, (Türkçesi: Doğu Araştırma Merkezi), İstanbul 1986, s. 13.
(23) Kapani, Munci, Kamu Hürriyetleri, Ankara 1981, s. 17.
(24) Platon’un görüşleri hakkında bkz. Göze, Ayferi, Siyasal Düşünce Tarihi, İstanbul 1983, s.
20-44; Kapani, s. 17-18.
(25) Kapani, s. 18.
(26) Aristo’nun görüşleri hakkında bkz. Göze, s. 44-61.
(27) Kapani, s. 18.
(28) Stoisyenlerin görüşleri hakkında bkz. Göze, s. 65-69.
(29) Kapani, s. 18.
(30) Kapani, s. 18-19.
(31) Kapani, s. 19-22; Akbay, s. 71-74, 107-120; Savcı, Bahri, İnsan Hakları (Kanunilik Yolu İle Korunması), Ankara 1953, s. 15-16.
(32) Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Cilt 2, s. 158: Dönmez, Oğuz, "İnsan Haklarının Milletlerarası Alanda Korunması", D.U.H.F.D., Yıl 1985, Sayı 3, s. 226.
(33) Kapani, s. 22-23; Savcı, s. 16-17; Okandan, Recai G., Umumi Amme Hukuku, İstanbul 1968, s. 197-199; Akıllıoğlu, Tekin, "Temel Hakların Gelişmesi üzerine Bazı Düşünceler", A.Ü.S.B.F.D., Cilt XLIV, Sayı 1-2, Yıl 1989, s. 163-164.
(34) Feodalite hakkında daha fazla bilgi için bkz. Akbay, Muvaffak, Umumi Amme Hukuku Dersleri, Birinci Cilt, Ankara 1951, s. 125-128; Akıllıoğlu, s. 164-165; Kapanı, s. 23.
(35) Kapani, s. 23-25.
(36) Kapani, s. 25-26.
(37) Kapani, s. 27-28
(38) Kapani, s. 28; Savcı, İnsan Hakları, s. 17-18.
(39) Kapani, s. 28-29; Savcı, s. 17-18; Göze, s. 143-146, 171-179.
(40) Kapani, s. 29.
(41) Bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Cilt 3, s. 494.
(42) Sömürgecilik hakkında daha fazla bilgi için bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Cilt 3, s.
494-509.
(43) Kölelik ve köle ticareti hakkında daha fazla bilgi için bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Cilt 3, s. 411-413.
(44) Bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Cilt 2, s. 197.
(45) Irkçılık ve ırk ayrımı uygulamaları hakkında daha fazla bilgi için bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Cilt 2, s. 197-199; Lipson, Leslie, Demokratik Uygarlık (Çev: Haldun Günalp Türker Alkan), Ankara 1984, s. 74-102.
(46) Kapanı, s. 30.
(47) Tabii Hukuk Akımı ve insan haklarına katkısı konusunda daha fazla bilgi için bkz. Kapani,
s. 30-38; Lipson, 482-485; Güriz, Adnan, Hukuk Felsefesi, Ankara 1985, s. 149-225.
(48) Locke’un görüşleri ve insan hakları doktrininin gelişmesine katkıları hakkında daha fazla bilgi için bkz. Kapani, s. 31-33; Göze, s. 179-203.
(51) Bkz. Wiseman, H.V., "Magna Carta Efsanesi" (Çeviren: Munci Kapani), AÜHF. 40. Yıl
Armağanı, s. 463-471; Kapani, s. 41.
(52) Kapani, s. 41-42; Akın, s. 24-30; Savcı, s. 4-6.
(53) Kapani, s. 43.
(54) Kapani, s. 43-44.
(55) Bkz. Kapani, s. 45; Akın, s. 32.
(56) Amerika’da hürriyetlerin doğuşu hakkında daha fazla bilgi için bkz. Akın, s. 30-34; Kapani, s. 43-45; Savcı, s. 6-8; Akıllıoğlu, s. 169-170.
(57) Kapani, s. 45-46.
(58) 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi ve etkileri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Akın, s. 34-40; Kapani, s. 45-47; Savcı, s. 8-13; Akıllıoğlu, s. 170-171.
(59) Sosyal hakların mahiyeti ve ortaya çıkışı konusunda daha fazla bilgi için bkz. kapani, s. 49-52; Savcı, s. 29-70.
(60) İslâm’ın esasları hakkında daha fazla bilgi için bkz. Muhammed Hamidullah. Ulamda Devlet İdaresi, İstanbul 1963; Başgil, Ali Fuad, Esas Teşkilat Hukuku, İstanbul 1950, s. 66 vd.; Özçelik, Selçuk, “İslam Hukukunun Ana Kaynakları”, M.R. Seviğ’e Armağan, İstanbul 1956, s. 241 vd.; Aldıkaçtı, Orhan, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, İstanbul 1982, s. 10 vd; Cin, Halil/Ahmet Akgündüz, Türk-İslam Hukuk Tarihi (Cilt 1-2), İstanbul 1990.
(61) Özçelik, Selçuk, Anayasa Hukuku 1 (Umumi Esaslar), İstanbul 1984, s. 79 dn, 131.
(62) Özçelik, Anayasa, s. 79 dn. 131.(63) Sünnet konusunda daha fazla bilgi için bkz. Özçelik, Anayasa, s. 80-81 dn. 131; Başgil, s. 66; Aldı kaçtı, 15-16.
(64) Bkz. Özçelik, Anayasa, s. 81-82, dn. 131; Başgil, A. Fuad, Esas Tef kilit Hukuku, Birinci Cilt, Fasikül 1, İstanbul 1960, s. 65; Aldıkaçtı, s. 16-17.
(65) Özçelik, Anayasa, s. 84 dn. 31.
(66) Bkz. Başgil, Demokrasi Yolunda, İstanbul 1961, s. 275.
(67) Bu konuda bkz. Özçelik, Anayasa, s. 84-86 dn. 131.
(68) Bkz. Özçelik. Anayasa, s. 85-86 dn. 131.
(69) Hucurat, 13; Yunus, 19; Nisa, 1; A’raf, 189; Kasas, 4.
(70) Eşitlik hakkındaki hadisler için bkz. Armağan, Servet, İslam Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1987, s. 21 yd.
(71) Daha fazla bilgi için bkz. Armağan, s. 24-37; Ak gündüz, Ahmet, İslam’da İnsan Hakları Beyannamesi, İstanbul 1991, s. 63-65,
(72) Bkz. Armağan, s. 38-49; Akgündüz, s. 37-57.
(73) Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Armağan, s. 49-60; Sosyal Bilimler Ansiklopedisi Cilt 2, s. 411-413.
(74) Bu konuda Kur’an hükümleri için bkz, Hucurat, 10,13; İsra, 70; Nisa, I; A’raf, 27.(75) Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Armağan, s. 60-70; Akgündüz, s. 24-37.
(76) Bkz. Armağan, s. 82-220.
(77) İslâm Hukukunda kişisel hürriyetlerin dayanakları ve daha fazla bilgi için bkz. Armağan, s. 82-116.
(78) Bkz. Kuran: Bakara, 258; Yunus, 99; Kehf, 29; Yunus, 108; Nahl, 125; Ali İmran, 120; Ankebut, 46.
(79) Bu hürriyetler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Armağan, s. 116*164.
(80) Bu hürriyetler hakkında ayrıntılı bilgi İçin bkz. Armağan, s. 116-201.
(81) Siyasi hak ve ödevler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Armağan, s. 202-220.
(82) Armağan, s. 71-74.
(83) Armağan, s. 75-77.
(84) Akgündüz, 5. 93.
(85) İslâm’da insan Hakları Beyannamesi, Giriş ve m. 1-23. Bkz. Akgündüz, s. 93-121.
(86) Bkz. Akgündüz, s. 66-71.
(87) Medine Devleti, Emevîler, Abbasiler ve diğer İslâm devletleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Koksal, Asım, İslâm Tarihi, {Cilt 1-18) İstanbul 1987; Haşan, H.İbrahim, İslam Tarihi, (Cilt 1-7), (Çevirenler: İsmail Yiğit ve Sadrettin Gümüş), İstanbul 1987-1991.
(88) Nasyonal sosyalizm ve sonuçları hakkında daha fazla bilgi için bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Cilt 3, s. 94-98.
(89) Faşizm ve uygulandıkları ülkelerdeki sonuçları hakkında daha fazla bilgi İçin bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi Cilt 2, s. 17-19.
(90) Komünizm hakkında daha fazla bilgi için bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Cilt 2, s. 396-400, Cilt 3, s. 476-481.
(91) Komünist rejimlerdeki reformlar ve demokratikleşme hareketleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Cilt 2, s, 399-400.
(92) Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Cilt 2, s. 198,(93) Bkz. Lijphart, Arend, Çağda; Demokrasiler (Çevirenler: Ergun Özbudun ve Ersin Onulduran), Ankara 1988, s. 24 vd.
(94) Bu ülkelerin anayasaları ve bu anayasalarda İnsan haklarının düzenleniş sekli için bkz. Lütem, İlhan, Yeni Anayasalar, Cilt 1-1V, Ankara 1953-1934; Ayrıca bu ülkelerdeki son bir kaç yıllık siyasi gelişmeler hakkında bkz. Ana Britannica 1988 Dünya Almanağı, İstanbul 1988.
(95) Bkz. Lijphart, s. 24 vd.
(96) Bu ülkelerin anayasaları ve bu anayasalarda İnsan haklarının düzenleniş şekli için bkz. Lütem, Yeni Anayasalar, Cilt 1-IV; Bu ülkelerdeki son siyasi gelişmeler için bkz. Ana Britannica 1988 Dünya Almanağı.
(97) Bu ülkelerin anayasalarında insan haklarının düzenleniş şekli hakkında bkz. Lütem, Yeni Anayasalar, Cilt I-IV; Ayrıca bu ülkelerdeki son siyasi gelişmeler İçin bkz. Ana Britannica 1988 Dünya Almanağı.
(98) Bu ülkelerdeki son siyasi gelişmeler hakkında bkz. Ana Britannica 1988 Dünya Almanağı.(99) Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Dönmez, Oğuz, “insan Haklarının Milletlerarası Alanda Korunması”, D.Ü.H.F.D., Yıl 1985, Sayı 3, s. 273-274.
(100) Bu konuda daha fazla bilgi İçin bkz. Dönmez, s. 270-273.
(101) Bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Cilt 2, s. 278-284.
(102) Bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Cilt l, s, 81-84.
(103) Bkz. Dönmez, s. 274
(104) Bu konuda bkz. Dönmez, s. 274.
(105) Bkz. Dönmez, s. 274.