Makale

İbn Rüşd Düşüncesinde Tanrı'nın Bilgisi

İBN RÜŞD DÜŞÜNCESİNDE TANRI’NIN BİLGİSİ

Kemal SÖZEN*

Özet
İbn Rüşd, Tanrı’nın bilgisi meselesini kendi inanç ve düşünce sistemi çerçevesinde ele alıp değerlendirmiştir. O, Tanrı’nın bilgisinin ezelî olduğunu belirtir. O’nun bilgisinin yarattığı ve yaratacağı her şeyi kapsadığını ifade eder. Var olan her şeyin mükemmel ilminin ve kudretinin bir eseri olduğu fikrini benimser.
Bu çalışmada, İbn Rüşd’ün Tanrı’nın bilgisi ile ilgili düşünceleri konu edilecektir. Tehâfüt geleneği içinde Tanrı’nın bilgisi ile ilgili yapılan tartışmalar karşısındaki tavrı mukayeseli bir tarzda ortaya konulacaktır.

Anahtar Kelimeler: İbn Rüşd, Tanrı’nın Bilgisi, Küllî Bilgi, Cüz’î Bilgi, Tehâfüt Geleneği.

Abstract God’s Knowledge İn The Thought Of Ibn Rushd

Abstract
İbn Rushd examined the subject of God’s knowledge within the context of his own beliefs and system of thought. He states that God’s knowledge is eternal. He also maintains that His knowledge includes all the things that were created and will be created. He accepts that all the existing things are within His knowledge and power.
In this study, we will mainly give Ibn Rushd’s thoughts and views on God knowledge. Within the Tahafut tradition his approach towards the discussions on God’s knowledge will be taken in a comparatively way.

Key Words: Ibn Rushd, God’s Knowledge, Universal Knowledge, Particular Knowledge, Tahafut Tradition.

GİRİŞ
İslam düşünce tarihinin önemli akımlarından biri konumundaki Meşşai ekole mensup olan İbn Rüşd, 1126 yılında, bilim ve medeniyet açısından dönemin en önemli merkezlerinden biri olan Kurtuba’da doğmuştur. Tanınmış bir kadı ailesine mensup olarak dünyaya gelen İbn Rüşd, öncelikle Maliki fıkhına ait dersler almış, bunun yanı sıra edebiyatla ilgilenmiş, tıp, riyazat ve felsefe alanına ilişkin bilgileri tahsil etmiştir. Mezkûr alanlarda dönemin ünlü bilginleri olan Ebu’l-Kasım b. Beşkuval, Ebu Mervan b. Meserre ve Ebu Cafer Harun gibi kimselerden bilimsel bakımdan istifade etme imkânına sahip olmuştur.
İbn Rüşd, 1169 yılında İşbîliyye (Sevilla) kadılığına tayin edilmiş, 1171 yılında ise Kurtuba baş kadılığına (kâdi’l-kudat) atanarak dedesinin ve babasının yolunu izlemiştir. Zira İbn Rüşd’ün dedesi Ebu’l-Velid Muhammed baş kadılığa kadar yükselmiş, babası Ebu’l-Kasım Ahmed ise Kurtuba’da kadılık görevinde bulunmuştur. İbn Rüşd, 1182 yılında saray tabipliği görevini üstlenmek üzere Merakeş’e gitmiştir. Dönemin hükümdarı Ebû Ya’kûb Yusuf’un 1184 yılında ölümünden sonra yönetimi devralan oğlu Ebû Yusuf Ya’kûb ile olan olumlu diyalogu 1194 yılına kadar devam etmiş, fakat birtakım sebeplerden dolayı 1195 yılında Kurtuba’ya yaklaşık 50 km. mesafedeki Elîsane (Lucena) kasabasında zorunlu ikamete tâbi tutulmuştur. Hayatının son günlerini birtakım olumsuz şartlar içinde geçiren İbn Rüşd 1198 yılında Merakeş’te vefat etmiş; orada defnedilen cenazesi üç ay sonra Kurtuba’da ailesinin kabirlerinin bulunduğu mezarlığa nakledilmiştir.
Biyografisine kısaca yer verdiğimiz İbn Rüşd, felsefe, mantık, siyaset, kelam, fıkıh, astronomi, gramer, tıp gibi alanlarda eserler kaleme almış, eserlerinin çoğu Latince ve İbraniceye tercüme edilmiştir.
Bu çalışmamızda muhtelif eserlerinde pek çok meseleyi ele alan İbn Rüşd’ün Tanrı’nın bilgisi ile ilgili görüşlerine yer vererek, Gazali’nin (ö. 1111) Tehâfütü’l-felâsife adlı eserinde Farâbî (ö. 950) ve İbn Sînâ’nın (ö. 1037) şahsında bazı antik çağ Yunan filozoflarına yönelttiği eleştirilerden biri olan ve mezkûr filozofların tekfirine yol açan Tanrı’nın küllîleri/tümelleri bilip cüz’îleri/tikelleri bilmediği hususunda ortaya koyduğu fikirlere yaklaşımı ele alınacaktır. Bu hususta mukayeseli bir yöntem izlenmek suretiyle, Farâbî ve İbn Sînâ’nın söz konusu mesele ile ilgili görüşlerinin belirgin bir şekilde ortaya konulması hedeflenecektir.
1. Tanrı’nın Bilgisinin Mahiyeti
İbn Rüşd’e göre Tanrı, selbî (tenzihî) ve sübûtî (zatî) sıfatlarla muttasıf yüce bir varlıktır. O, mezkûr niteliklerin Kur’an-ı Kerîm’de açıkça yer aldığını belirtir. Sübûtî sıfatlar bağlamında Tanrı’nın ilim, hayat, kudret, irade, sem’ (işitme), basar (görme) ve kelâm sıfatları ile muttasıf olduğunu ifade eder. İbn Rüşd, Kitâbu’l-Keşf an menâhici’l-edille fî akâidi’l-mille adlı eserinde sübûtî sıfatlardan biri olan ilim sıfatına öncelikli olarak yer verir. Ona göre, Tanrı’nın ilim sıfatına, “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” mealindeki ayet açıkça delalet eder. İbn Rüşd, evrendeki düzenin onu meydana getiren bir varlığa delalet ettiğini, bu varlığın da Tanrı olduğunu belirtir. Bu bakımdan düşünür, Tanrı’nın bilgisinin, varlığa getirdiği evreni de kuşatacağını ifade eder. Konuyla ilgili bir örnek veren İbn Rüşd’e göre, nasıl ki bir insan bir eve baktığında temelin duvar, duvarın da tavan için yapıldığını idrak ederse, o evin de inşaat sanatını bilen bir kimse tarafından meydana getirilmiş bir eser olduğunu anlar.
Görüldüğü üzere İbn Rüşd, Tanrı’nın ilim sıfatı ile muttasıf olduğuna Kur’an-ı Kerim’den delil getirerek, O’nun bilgisinin yarattığı ve yaratacağı her şeyi kapsadığını, var olan her şeyin mükemmel ilminin ve kudretinin bir eseri olduğunu ifade eder. Düşünür, Tanrı’nın ilim sıfatının ezelî olduğunu vurgular. Çünkü İbn Rüşd’e göre, O’nun mezkûr sıfatla sadece herhangi bir zamanda muttasıf olması söz konusu değildir. İbn Rüşd, bu konuda bazı analizler yapmaktadır. O, bazı kelam bilginlerinin Tanrı’nın, muhdes olanı hudûsu sırasında kadîm ilmi ile bildiğini söylemelerinin doğru bir yaklaşım olmadığını ifade eder. Çünkü bu tür bir değerlendirmeye göre, muhdese (sonradan meydana gelmiş) gerek yokluğu (adem) gerekse hudûsu (varlığa geliş) anında taalluk eden bilginin bir tek ve aynı bilgi olması gerekir ki, bu durum mantıki açıdan uygun değildir. Zira bilginin varlığa tâbi olması lâzımdır. Hâlbuki varlık, bazen bilkuvve bazen de bilfiil var olması nedeniyle varlığın mezkûr iki konumuna ait bilginin de farklı olması kaçınılmazdır. Çünkü meseleye varlığın iki durumu açısından bakıldığında, onun bilkuvve mevcut olduğu zaman, bilfiil var olduğu zamandan farklıdır ki, zikredilen her iki hâle ilişkin zaman aynı değildir. İbn Rüşd, bütün bu hususların dinî hükümler yoluyla açıkça ortaya konulmadığını, hatta aksinin beyan edildiğini ifade eder. O, bu konunun Kur’an-ı Kerim’de Tanrı’nın muhdes varlıkları varlığa geliş zamanında bildiği şeklinde yer aldığını söyler. Bu bağlamda İbn Rüşd, “O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. (Levh-i mahfuzda veya Allah’ın ilmindedir.)” mealindeki ayeti zikreder. O hâlde, İbn Rüşd’e göre bu mesele ile ilgili dinî esasın şu şekilde tayin edilmesi gerekir: Tanrı, her şeyi henüz gerçeklik kazanmadan önce o şeyin gerçekleşeceğini bilir. Bir şey gerçeklik kazandığı zaman da o şeyin vuku bulmasına bilgisi taalluk eder. Yine var iken yok olan bir şeye ise yokluğu sırasında bilgisi ilişir. İbn Rüşd, zikredilen bütün bu konuları dinî esasların gerektirdiği hususlar olarak değerlendirir. Sebebini ise, halkın büyük bir çoğunluğunun görünür âlemden hareket ederek bunun dışında bir yargıya ulaşmalarının imkânsızlığına dayandırır.
2. Tanrı’nın Bilgisi ile İlgili Tartışmalar Karşısındaki Tavrı
İbn Rüşd’ün Tanrı’nın ilim sıfatına ilişkin görüşlerini daha da detaylandırabilmek için onun İslam düşüncesinde şekillenen Tehâfüt geleneği içindeki önemli tartışmalardan birini oluşturan Tanrı’nın küllîleri bilip cüz’îleri bilmediği hususundaki tavrının ortaya konulması gerekir. Böyle bir yaklaşım, İbn Rüşd’ün görüşlerini diğer bazı düşünürlerle mukayese etme imkânı vermesinin yanı sıra, bu hususta takındığı tavrı da sergilememize imkân verecektir.
Bilindiği üzere Gazali, Tehâfütü’l-felâsife adlı eserinin on üçüncü meselesini Tanrı’nın küllîleri bilip cüz’îleri bilmediği konusuna ayırmıştır. O, Farâbî ve İbn Sînâ gibi bazı Meşşai filozofları bu meseleden dolayı tekfir etmiştir.
İbn Rüşd, Tanrı’nın hem kendi özünü hem de kendisinden başka her şeyi bildiğini ifade eder. Ona göre Müslümanlar, âlemin Tanrı’nın iradesiyle varlık kazandığı bilgisinden hareketle iradeyi bilgiye, irade ile bilgiyi de hayata, hayatı da her canlının kendi özünün şuurunda olduğu prensibine bağlayarak, O’nun diri olması hasebiyle kendi özünü de bildiğine bir kanıt olarak ortaya koymuşlardır. İbn Rüşd’e göre böyle bir yaklaşım, son derece güçlü bir aklî yöntem niteliği taşımaktadır. Dolayısıyla, kendi özünü bilen Tanrı, başkasını da bilir. Zira mükemmel bir bilgiye sahip olan Tanrı, ister yakın isterse uzak sebeplere bağlı olarak varlığa getirdiği her şeyi bilir. Çünkü O’nun bilgisi, bizim bilgimiz cinsinden değildir. Bilindiği gibi insan bilgisi sınırlı olup, bilinenden sonra ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan, Tanrı’nın bilmesi insanın akılla kavradığı şeyi bilmesine de benzemez. Bunun sebebi ise, insan aklının, idrak ettiği, kavradığı ve etkilendiği şey sayesinde yetkinleşmesidir. Hâlbuki Tanrı hakkında böyle bir durum söz konusu değildir.
İbn Rüşd, Tanrı’nın bilgisinin insan bilgisinde olduğu gibi birbirine karşıt olarak doğru ve yanlış şeklinde bölünemeyeceğini belirtir. Ona göre, örneğin, insanın ya başkasını bildiği ya da bilmediği söylenebilir. Çünkü bunların birbiriyle çelişik olan hükümler niteliği taşıdığını belirten İbn Rüşd, bu hükümlerden biri doğru olduğunda ötekinin yanlış olacağını ifade eder. Fakat o, Tanrı’nın bilgisinin ise birbirine karşıt bir şekilde bölünemeyeceğini vurgular. Burada Tanrı’nın bilgisi ile insan bilgisinin birbirinden farklı olduğuna dikkat çeken düşünür, O’nun bilgisinin varlıklar üzerinde etkili olduğunu ve varlıkların da O’ndan etkilendiğini zikreder. İnsana özgü bilgilerin hepsinin de varlıklardan edinilen etkilenim ve edilginliklerden ibaret olduğunu söyler.
Düşünür; filozofların, zamanın geçmiş, şimdi ve gelecek diye bölünmesiyle bölünebilen cüz’îleri Tanrı’nın bilmediği şeklindeki sözlerinin geçersizliği hakkında birtakım görüşler ileri sürmektedir. Ona göre filozoflar, mezkûr görüş üzerinde birleşmişlerdir. Onlar arasında Tanrı’nın yalnızca kendi özünü bildiğini söyleyenlerin, bu hususu kendi görüşlerinde açıkça ortaya koyduklarını belirtir. İbn Sina gibi, Tanrı’nın kendi zatından başkasını bildiğini söyleyenler O’nun varlıkları zaman içinde düşünülemeyen ve geçmiş, şimdi ve gelecek ile ayırt edilemeyen küllî bir bilgi ile bildiğini ileri sürmüşlerdir. İbn Rüşd de konu ile ilgili olarak İbn Sina’nın verdiği ve Gazali’nin de Tehâfüt’te zikrettiği güneş tutulması örneğini vererek, kendi görüşlerini ortaya koyar. Buna göre, güneş tutulması ve hadisenin sona ermesi durumunda tutulmanın bulunmadığı, fakat bulunması beklenen yani var olacak an, tutulmanın var olduğu, diğer bir ifadeyle, gerçekleştiği an ve tutulmanın bulunmadığı fakat daha önce var olduğu an olmak üzere güneşin üç ayrı durumu söz konusu olur. İşte güneşin mezkûr konumları karşısında üç çeşit bilgiye sahip olma söz konusudur. Bu bilgilerin bir mahalde birbirini izlemesi bilen özün değişmesini gerektirir. İbn Rüşd’e göre filozoflar, Tanrı’nın sözü edilen üç hâlde de durumunun değişmediğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre, durumu değişmeyen şeyin bu üç durumu bilmesi düşünülemez. Çünkü bilgi, bilinene bağlıdır. Bilinen şey değiştiği zaman bilgi; bilgi değişince de bilenin bilgisi değişir. Fakat Tanrı’da bu değişmenin olması söz konusu değildir. Bununla birlikte filozoflar, Tanrı’nın sözü edilen tutulmayı ve onun bütün nitelik ve ilintilerini ancak ezelde nitelenmiş olduğu ve değişmeyen bir bilgi ile bildiğini iddia etmişlerdir. Dolayısıyla onlara göre hiçbir şey Tanrı’nın bilgisi dışında değildir ve O, her şeyi küllî olarak bilmektedir.
Görüldüğü üzere İbn Rüşd, İbn Sina’nın konuyla ilgili düşüncelerinde verdiği güneş tutulması örneğine atıfta bulunan Gazali’nin sözlerini nakletmektedir. Bilindiği gibi İbn Sina, güneş tutulması örneğinden hareketle cüz’îlerin küllîlerle bağıntısına değinmek suretiyle Tanrı’nın bilgisi ile insan bilgisi arasındaki nitelik farkına vurgu yapmaktadır. Güneş tutulması örneğinde, tutulma öncesi ve tutulmanın gerçekleştiği an olmak üzere bilgi değişikliğinin süjenin zatında değişime neden olacağını, dolayısıyla zamanla kayıtlı bilginin bilende değişmeye yol açtığını, fakat Tanrı için zamana bağlı bir bilgiden bahsetmenin mümkün olmadığını ileri sürer. İbn Sina’ya göre, Güneş tutulması olayının bilinmesi her ne kadar cüz’î bir bilgi niteliği taşıyor olsa da bu olayın bilinebilmesi, daha önceki tutulmaların yanı sıra gökteki hareketlerin ve sebeplerin bilinmesini de gerekli kılar. Bütün bu bilgiler küllî bilgi niteliği taşımaktadır. Kısacası Tanrı, küllîleri bilmekle beraber, cüz’î şeyleri de küllî olmaları cihetiyle bilen bir varlıktır.
Gazali ise İbn Sina’ya cevaben özet olarak şöyle der: Güneş tutulmadan önce, tutulma anı ve sonrasına dair bilgi ilişkilerden kaynaklanan salt ilişki düzeyindedir. Dolayısıyla mezkûr farklılıklar bilginin kendisinde değişmeyi gerektirmediği gibi, bilenin zatında da değişmeye neden olmaz. Nitekim herhangi bir şahsın, bir kimsenin önüne, sonra da soluna geçmesi durumunda art arda ilişkiler değişse de gerçekte değişen o kimse değil, yer değiştiren şahıstır. Gazali, Tanrı’nın bilgisinin de böyle anlaşılması gerektiğini belirterek, O’nun hiçbir değişme olmaksızın ezelde, şu anda ve gelecekte varlığı tek bir bilgiyle bildiğini kabul etmenin doğru bir yaklaşım olacağını belirtir.
Hemen belirtmek gerekirse, Farâbî’nin, “Bütün âlemi idare eden şanı yüce Bârî’dir. Hardal tanesi kadar bir şey bile O’na gizli değildir. Âlemin cüz’ilerinden hiçbir şey O’nun inayetinin dışında kalamaz. İnayet konusunda açıkladığımız gibi, küllî inayet bütün cüz’îlerde yaygındır.” şeklindeki ifadeleri, Tanrı’nın her şeyi bildiğine dair bir düşünceye sahip olduğunu açıkça göstermektedir. İbn Sînâ’ya göre de, “Göklerde ve yerde zerre ölçüsünde hiçbir şey O’na gizli değildir.” Onun bu ifadesi, Kur’an-ı Kerim’de Tanrı’nın her şeyi bildiğine vurgu yapan bazı ayetlerin mealleriyle örtüşmektedir. Ona göre, hiçbir şahsi şey, Tanrı’nın bilgisinin dışında değildir. O halde Tanrı, her şeyi bilir.
Esasen İbn Sînâ’nın konuyla ilgili görüşlerini analiz ettiğimizde, O’nun Tanrı’nın cüz’îleri hiçbir şekilde bilemeyeceğini ileri sürmediğini görmekteyiz. Zira İbn Sînâ, cüz’î şeylerdeki değişikliklerin bilgi bakımından süjede değişime yol açacağı fikrinden hareket ederek, Tanrı’nın cüz’îleri küllî bir tarzda bildiğini ifade etmiştir. İnsanın aksine Tanrı’nın zaman ve süre ile kayıtlanmaksızın eşyayı küllî olarak bildiğini ortaya koymayı amaçlamıştır. Gazâlî’nin konuyla ilgili başlattığı tartışmanın Tehâfüt geleneği içinde hem genelde İslam düşüncesinde hem de özelde Osmanlı düşüncesi içinde devam ettiği bir gerçektir. Öte yandan, çağdaş araştırmacılar tarafından konu hakkında birtakım değerlendirmeler de yapıldığını görüyoruz. Bazı araştırmacılar, mezkûr mesele ile ilgili olarak, Gazâlî tarafından, Farâbî ve İbn Sînâ’nın tekfir edilmesini gerektirecek bir durumdan söz edilemeyeceğini, bir kısım araştırmacı da onun bu tavrında haklı olduğunu belirtmektedir.
Mezkûr tartışmalara dâhil olan İbn Rüşd, Tehâfütü’t-tehâfüt adlı eserinde Tanrı’nın cüz’îleri bilmesi hususuyla ilgili olarak kapsamlı analizlere girmemektedir. Öte yandan, Tanrı’nın küllîleri bilip, cüz’îleri bilmediği hususundaki tartışmalara ise, ilahî bilgi ile beşerî bilginin farklı oluşundan yola çıkarak cevap sunmaya çalışmaktadır. İbn Rüşd’ün, tartışma konusuna Faslu’l-makâl adlı eserinde de yer verdiğini görüyoruz. İbn Rüşd, zikredilen konuya ilişkin olarak Gazâlî’nin, Tanrı’nın cüz’iyyâtı bilmediği şeklindeki bazı Meşşaî filozoflara nispet ettiği görüşlerinde yanılmış olduğunu söyler. O, Farâbî ve İbn Sina gibi filozofların, esasen Tanrı’nın cüz’iyyâtı insan bilgisi cinsinden olmayan bir bilgi ile bildiğini söylediklerini vurgular. Çünkü İbn Rüşd’e göre, insanın cüz’îleri bilmesi ma’lûldür; diğer bir ifadeyle söylersek, kendisi ile bilinen şey tarafından belirlenmiştir. Bu bakımdan bilinen şey hâdis olduğu için, bizim bilgimiz de hâdis olmaktadır. Bunun yanı sıra, bilinen şeyin değişmesiyle bilgi de değişmektedir. Hâlbuki Tanrı’nın varlığı bilmesi, bunun aksinedir. Zira Tanrı’nın bilgisi, var olanın kendisi olan bilinenin belirleyicisi, diğer bir ifadeyle, var olmasının bir illeti konumundadır. Dolayısıyla, İbn Rüşd’e göre bu iki bilgi türünü birbirine benzetmek imkânsızdır. Diğer taraftan İbn Rüşd, Meşşai filozofların Tanrı’nın cüz’îleri kadim bir bilgi ile bilemediğini söylediklerini zannetmenin imkânsızlığına vurgu yapmaktadır. Ayrıca onların, Tanrı’nın sadece cüz’îleri değil, küllîleri de bizim bildiğimiz şekilde bilmediğini ifade ettiklerini belirtmektedir. Zira o, insan tarafından bilinen küllîlerin var olanın tabiatı tarafından belirlendiğini, yani onun tabiatı ile ma’lûl olduğunu ifade etmektedir. Tanrı’nın bilgisi konusunda ise durumun zikredilenin aksine olduğunu belirten İbn Rüşd’e göre, O’nun bilgisi küllî ya da cüz’î şeklinde vasıflandırılmaktan münezzeh bir niteliktedir.
Kısacası, İbn Rüşd’e göre, Tanrı’nın bilgisi konusundaki hususlarla, insanın bilgisiyle ilgili hususlar birbirinden tamamen farklıdır. O’nun bilgisi varlıkları meydana getirir. Bunun aksini düşünmek, yani varlıkların Tanrı’nın bilgisine neden olduğunu söylemek imkânsızdır.
İbn Rüşd, Damîme’de de Tanrı’nın bilgisine dair birtakım görüşlere yer vermektedir. Ona göre Tanrı, kadîm (ezelî) bilgisi ile bilir. Kadîm bilgi ile muhdes bilgi (sonradan meydana gelen bilgi) birbirinden farklı nitelik arz eder. Zira kadîm bilgi, var olanın illetidir. Fakat var olan nesnenin var oluşu, bizim o nesneyi bilmemizin sebebi konumundadır. Yine düşünüre göre, kadîm bilginin var olan ile durumu, muhdes bilginin var olan nesne ile durumundan farklıdır. Dolayısıyla kadîm bilgi ile muhdes bilgiyi birbiriyle kıyaslamamak gerekir. Zira var olanın değişmesi sırasında bilgide de değişikliğin söz konusu olması yalnızca var olan hakkındaki ma’lûl bilgide şarttır. Bu tür bilgi ise muhdes bir bilgidir. Hâlbuki kadîm bilgi var olana muhdes bilginin iliştiği niteliklerden farklı bir nitelik ile ilişir. Çünkü Tanrı’nın, muhdes bilginin sıfatı olan bilgiden farklı bir bilgi ile bildiğini kabul etme zorunluluğu kanıta dayalı bir durumdur. Keyfiyeti ifade edilemeyen söz konusu bilgi türü ise yalnızca Tanrı’ya özgü olan kadîm bir bilgidir. Bunun yanı sıra İbn Rüşd, eşyanın varlığa gelmesinin sadece Tanrı’nın var olması veya herhangi bir sıfatı yönüyle değil, aynı zamanda bilen olması cihetiyle gerçekleştiğini belirtir. Faslü’l-makâl’de zikrettiği ayeti burada da zikrederek, bu delilin Tanrı’nın şey’leri bilen olduğunu kabul etmek zorunda bırakan önemli bir kanıt niteliği taşıdığına vurgu yapmaktadır.

SONUÇ
İbn Rüşd, Kur’an-ı Kerim’deki bazı ayetlerin Tanrı’nın ilim sıfatı ile muttasıf olduğunu açıkça beyan ettiğini vurgulamıştır. O, Tanrı’nın bilgisinin bütün varlıkları kapsadığını ifade etmiştir. Var olan her şeyin Tanrı’nın mükemmel ilminin ve kudretinin bir eseri olduğunu belirtmiştir. Bunun yanı sıra İbn Rüşd, Tanrı’nın bilgisinin, bir şey gerçeklik kazanmadan önce onun gerçekleşeceğine, gerçeklik kazandığı zaman da o şeyin vuku bulmasına, var iken yok olan şeye ise yokluğu sırasında taalluk edeceğini beyan etmiştir. Tanrı’nın hem kendi özünü hem de kendisinden başka her şeyi bildiği fikrini benimsemiştir.
Düşünür, Tanrı’nın bilgisi ile insan bilgisinin birbirinden farklı olduğunu vurgulamıştır. Bu bağlamda Tanrı’nın bilgisinin sınırsız, insan bilgisinin ise sınırlı olduğunu, O’nun bilgisinin varlıklara etki ettiğini ve varlıkların O’ndan etkilendiğini, insana özgü bilginin ise varlıklardan etkilenme sonucu ortay çıktığını söylemiştir.
İslam düşünce geleneğinde tartışmalı hususlardan biri olan Tanrı’nın küllîleri bilip cüz’îleri bilmediği şeklindeki konuda İbn Rüşd, ilahî bilgi ile beşerî bilginin farklı oluşundan hareketle meseleye çözüm bulmaya çalışmıştır. O, Gazâlî’nin, Farâbî ve İbn Sînâ gibi bazı filozoflara nispet ettiği görüşlerinde hataya düştüğünü belirtmiştir. Dolayısıyla İbn Rüşd, ismi mezkûr filozofların, Tanrı’nın cüz’iyyâtı beşerî bilgi cinsinden olmayan bir bilgi ile bildiğini ifade ettiklerini vurgulamıştır. Bu bakımdan o, Meşşai filozofların, Tanrı’nın cüz’îleri kadim bir bilgi ile bilemediğini söylediklerini zannetmenin bir yanılgı olduğunu ifade etmiştir.
Sonuç olarak İbn Rüşd, Tanrı’nın bilgisi ile ilgili görüşlerinden dolayı Farâbî ve İbn Sînâ’yı tenkit eden Gazâlî’yi eleştirmiştir. İbn Rüşd’e göre Gazâlî, Farâbî ve İbn Sînâ’yı merkeze alarak Meşşai filozoflara yöneltmiş olduğu eleştirilerinde pek tutarlı değildir. Bütün bu verilerden hareketle diyebiliriz ki, İslam düşüncesinde hep tartışma konusu olan Tanrı’nın küllîleri bilip cüz’îleri ise bilmediği şeklindeki problemin, doğasından kaynaklanan hassas bir mesele olması nedeniyle geçmişte tartışıldığı gibi, gelecekte de tartışılmaya devam edileceğini söylemek mümkün gözükmektedir.