Makale

İbn Rüşd Okumalarında Rasyonellik Ve Kritiği

İBN RÜŞD OKUMALARINDA RASYONELLİK VE KRİTİĞİ•

Mustafa TEKİN*

Özet
İbn Rüşd, İslam düşüncesinin önemli figürlerinden birisidir. O, düşünce ve yaklaşımlarıyla, sadece İslam dünyasında değil, Batı’da da büyük etkiler yaratmıştır. Batı’da Averroes olarak bilinen İbn Rüşd, Batı düşünce geleneğinin temellerini okuma çabaları ile dikkati çekmiştir.
İbn Rüşd, modernleşme sürecinde rasyonel düşüncenin temsilcisi olarak İslam dünyası ile Batı arasındaki ilişkilerde işlevsel bir rol oynamıştır. Bu makale, bu algıdan hareketle, Türkiye’deki İbn Rüşd okumalarını rasyonellik bağlamında değerlendirmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla direkt olarak İbn Rüşd’ün görüş ve yaklaşımlarını incelemez. Daha çok, Batı ve İslam dünyası arasındaki ilişkilerde İbn Rüşd okumalarında rasyonelliğin algılanışı ile ilgilenmektedir. İbn Rüşd, bu açıdan güncelliğini hâlâ korumaktadır.
Anahtar Kavramlar: İbn Rüşd, Rasyonellik, İslam Düşüncesi, Batı düşüncesi, Modernleşme.
Ratıonalıty And Its Crıtıcs In Readıngs Of Averroes
Abstract
Averroes, is one of important figures in Islamic thought. He has important effects with his thoughts and approaches not only in the Muslim world but in the western world as well. Ibn Al Rushd, who is known as Averroes in the West, distinguished with his reading basics of the western tradition of thought. Even, he came out as a figure who made sense Aristoteles in the West.
The readings of Averroes played a functional role in relation between Muslim and western world. He was evaluated as an agent of rational thought in modernisation process. This article, starting from this perception, aims to evaluate readings of Averroes in teh context of rationality in Turkey. Consequently, it does not Averroes’ views and approaches directly. Rather, we are interested in perceptions of rationality in readings of Averroes in relation between Muslim and western world. In this respect, Averroes conserves his currency.
Key Words: Averroes, Rationality, Islamic Thought, Western Thought, Modernisation.

GİRİŞ
İbn Rüşd, İslam dünyasında olduğu kadar, Batı dünyasında da önemli etkiler bırakmış bir şahsiyettir. Bu durum, özellikle modern zamanlarda İbn Rüşd’ü daha öne çıkaran düşünsel tartışmaların yükselmesinden de kaynaklanmaktadır. Öte yandan onun fıkıhtan psikolojiye hatta felsefeden sosyolojiye kadar uzanan, çok geniş çalışma alanı içerisinde önemsenmesi gereken düşünsel yaklaşımları ve derinliği de, yavaş yavaş birçok araştırmalarda ortaya konmaya başlamıştır.
İbn Rüşd söz konusu olduğunda, iç içe geçmiş birkaç ilişkinin öncelikle altını çizmek gerekmektedir. Bunlardan ilki, İbn Rüşd’ün yönelimleri itibarıyla içinde olduğu iddia edilen İslam rasyonalistleri ya da Meşşai filozoflar kategorisidir. Buna göre Farâbî, Kindî, İbn Sînâ ile birlikte İbn Rüşd, İslam düşünce tarihinde Meşşai filozoflar içinde zikredilmektedir. Hem yaşadığı tarih, hem de dönemlendirme itibarıyla İbn Rüşd, Meşşai düşüncenin doruk noktasında bulunmaktadır. Onu bu bağlamda anlamlı kılan diğer bir husus da, tarihsel süreç içerisinde Meşşai düşünceye yapılan itirazlara bir cevabı da temsil ediyor oluşudur. Nitekim kendisinden önce yaşamış olan Kindî, Farâbî ve İbn Sina meşşailiğine eleştiriler getiren Gazâlî (ö. 1111) “Tehafütü’l-Felasife” isimli eserini salt bu konuya ayırmıştır. Daha sonra İbn Rüşd ise, (ö. 1198) bu eleştirilere “Tehafütü’t-Tehafütü’l-Felasife”sinde cevap vermiştir. Bugünden yapılan tarih okumalarında genelde Gazali ile Meşşai düşünce; özelde ise Gazâlî ile İbn Rüşd arasındaki antagonizma sıklıkla dile getirilmektedir. Bu antagonizmanın merkezinde ise rasyonel düşünce bulunmaktadır. Bir başka deyişle Gazâlî, İslam dünyasının tarihinde kurumsallaşma, donukluk ve nakli esas alan; İbn Rüşd ise rasyonalizmi savunan birer portre olarak ortaya konulur. Tabii ki bu algılayış ve konumlandırmada, Osmanlı döneminden itibaren yaşadığımız batılılaşma ve modernleşme sürecimiz ile Batı’ya dair modern zamanlardaki bakışımızın büyük rolü bulunmaktadır.
İbn Rüşd’ün, yönelimleri itibarıyla yerleştirildiği kategoriye ister “Meşşai”, isterse “İslam rasyonalizmi” densin, netice itibarıyla bunun sonradan, dışarıdan ve konjonktürel özellikler de taşıdığını belirtmek gerekmektedir. Çünkü Batı’nın “gelişmişliği”nin temeline yerleştirilen rasyonellik, bir şekilde bu tanımlamanın yapılmasında önemli pay sahibidir. Diğer yandan İbn Rüşd’ün yaşadığı dönem ve topraklar da, konumuzla bağlantıları açısından üzerinde durulması gereken hususiyetler taşımaktadır. Onun yaşadığı dönem, Batı’da Rönesans’ın hemen arafesinde olması hasebiyle, modern Batı düşüncesiyle daha yakın bir zaman aralığıdır. Bu zamansal yakınlık, mekânsal temas noktalarının ortaklığı tarafından da teyit edilmektedir. Zira Endülüslü bir filozof olan İbn Rüşd düşüncesinin doğduğu ve yayıldığı çevreler, Batı’nın İslam dünyası ile karşılaştığı mekânlar olarak öne çıkmaktadır. Bu durum, bazı çevreleri Onun Yunan ve Arap felsefesi geleneklerini kısmi bir sentez yaptığı sonucuna götürmektedir. Tüm bunlar Batı düşüncesinin temel karakteristikleri bağlamında İbn Rüşd’ü anlamlı hâle getirmektedir. Özellikle rasyonalizm, modern Batı düşüncesi söz konusu olduğunda, merkezi bir öge olarak dikkat çekmekte ve algılanmaktadır. Müslüman dünyada hangi konuda tartışma yapılırsa yapılsın, nihayetinde bütün tartışmalar bir şekilde rasyonellik noktasına kilitlenmektedir.

BİR TARİH OKUMASI
Makale başlığımız, içeriğinin yoklanması gereken dört temel çerçeveye işaret etmektedir. Bunlar; rasyonellik, İbn Rüşd okuması, Batı ve İslam dünyası ilişkileri ve işlevselliktir. Bu dört temel çerçeveyi tarihî arka planlarıyla birlikte kısaca tartışmanın, konuyu anlamlı bir zemine oturtmak açısından önemli olduğunu düşünüyoruz. Öncelikle tüm bu çerçevelerin modern zamanlarda Müslümanların Batı algılayışıyla çok yakın ilişkisinin olduğunu belirtmeliyiz. Bu sebeple Batı ve İslam dünyası ilişkilerine en başta değinmemiz uygun olacaktır.
İslam dünyası, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) irtihalinden sonra parlak bir dönem yaşadı. Düşünsel anlamda büyük bir canlılığın olduğu bu dönemin doruk noktası Endülüs’te yaşandı. Batı’nın Endülüs üzerinden İslam dünyası ile sağladığı temas, Rönesans, Reform ve Aydınlanma’ya doğru giden sürecin arka planındaki önemli etkilerdendir. İslam dünyası ile Batı arasındaki ilişkilerin konumuzla bağlantılı dönemi, 18. yüzyıldan sonra Osmanlı’da başlayan yenileşme hareketleridir. Aslında bu dönemde geniş bir zaman aralığı, Osmanlı’nın kendi içindeki kırılma ve dönüşümlerini de içermektedir. Tam da bu noktada, Batı dünyasının nasıl atılım yaptığı ve İslam dünyasının niçin geri kaldığı birbirleriyle bağlantılı olarak gündeme geldi. Doğrusu birçok tartışmaların arka planında Batı’nın kiliseye karşı geliştirdiği mücadele ve akla olan inanç durmuştur. Osmanlı’dan bu yana ise, gelişme ve ilerleme için Batı rasyonalitesi bir kurtuluş olarak önerilmiştir. Burada rasyonel/irrasyonel şeklinde yapılan ayrıştırmada insan aklı rasyonel olanla, din ise irrasyonellikle özdeşleştirilerek algılanmıştır. Netice itibarıyla din ve akıl arasında bir tezat konsepti kurulmuştur. O günden bu yana rasyonellik, ‘ne’liği tartışma konusu yapılmadan ‘geri’likten kurtulmak için kullanılan bir enstrüman olmuştur.
Öte yandan ilerleme fikrini güçlendirmek üzere Batı’da yapılan din araştırmalarında ortaya atılan, dinlerin toplumların gelişmesine paralel olarak ilerlediği teorisi, din ve gerilik arasında kurulmaya çalışılan özdeşliği pekiştirmiş ve aynı oranda rasyonalizmi bir kavram olarak öne çıkarmıştır. Buna göre hayatın rasyonelleşmesi, ‘geri’liğin aşılması açısından Türkiye’de son derece önem kazanmıştır. Rasyonellik vurgusu, sürekli olarak Batı ile temasın, batılılaşmanın ve modernleşmenin garantisi olagelmiştir. Dolayısıyla rasyonellik, Türkiye’de Batı dünyasının takip edildiğini ifade eden bir işlevsellik kazanmıştır.
Bu işlevsellik, rasyonelliğin çok farklı biçimlerde algılanması ve tanımlanması ile de mümkün hâle gelmektedir. Bilindiği gibi Aydınlanma’nın temel iddialarından biri olan rasyonellik, gevşek olarak inanç ya da dinin reddine işaret eder. Kuvvetli bir vurgu ile tüm bilgilerin bir sistem içinde ifade edilebileceği ve prensipte insanın her şeyi bilebileceği gibi içerimlere sahiptir. Dolayısıyla o, bütün açıklamaların temeline aklı veya akli prensipleri yerleştirmektedir. Türkiye’de gerek İbn Rüşd ile ilgili olsun isterse olmasın, rasyonellik, Doğu ile Batı düşüncesi arasında bir köprü işlevi görmesi için, içerimlerine dikkat edilmeden ya da rezervler koymadan kullanılmaktadır. Hatta daha da ötede İslam’ın akıl dini olduğu ya da İslam ile rasyonellik arasında tam bir uyum olduğu öne sürülmektedir. Bu bağlamda Taylor’un da dediği gibi, İbn Rüşd rasyonalizm ve Marksizm’den milliyetçiliğe kadar birbirinden farklı davaları desteklemek ve yükselen aklilik karşıtı köktencilik karşısında din ve akliliğin uyumunu savunmak amacıyla da öne çıkartılmıştır. Bu, biraz da yenilmişlik psikolojisiyle İslam’ı Batı’ya yaklaştırmak amacıyla rasyonelliğin işlevsel hâle getirilmesi projesidir. Bu projenin İbn Rüşd üzerinden ifadelendirilmesi ise, farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır.
Bu rasyonalite çok farklı konular ve tartışmalar üzerinden işletilmiştir. Özelde İbn Rüşd bu rasyonalitenin, üzerinde kurulduğu önemli şahsiyetlerden birisidir. Meşşai filozoflar içinde değerlendirilmesi de zaten kurulan ilişkiyi teyit etmektedir. Tam da bu noktada belirtilmelidir ki, İbn Rüşd’e dair yapılacak her bir yorum, onu bir okuma faaliyeti olacaktır ve her okuma, kategorize edip tanımlamayı içermektedir. İbn Rüşd üzerine çalışma yapanlar, Onu farklı boyutlarıyla okumaya çalışmışlardır. Biz bu makalede, İbn Rüşd okumalarında Batı ve İslam dünyası arasında kurulmaya çalışılan pozitif ilişkilerin işlevselliğini rasyonellik bağlamında tartışmaya çalışacağız.
Tam da bu noktada rasyonellik kavramının İbn Rüşd okumalarındaki yansımaları üzerine operasyonel bir çerçeve çizmeden önce, bu okumalara dair kısa bir mülahazada bulunmak istiyoruz. Filozofumuz üzerine yapılan çalışmalar, genel olarak felsefe ve kelam alanında odaklanmaktadır. Bunun dışında psikolojik açıdan da İbn Rüşd ve eserlerinin çalışıldığını görmekteyiz. Bu bağlamda onun çok farklı ilim dalları açısından ele alınmasının acil bir zorunluluk olduğunu peşinen belirtmeliyiz. İbn Rüşd’ün eserleri üzerine yapılan bu çalışmalar, genel olarak onun din, felsefe, tevil, akıl, nakil, sıfat, uluhiyet gibi konulara yaklaşımlarını anlamaya çalışmakta ve özetlemektedir. Genel nitelikleri ise, soyut olmaları ve güncel tartışmalara değinmemeleridir. “İbn Rüşd; akıl, din ve felsefe kavramlarına yaklaşımlarıyla modern çağda nerede durmaktadır ve günümüze katkıları nelerdir” sorusu etrafında bir tartışma görülmemektedir. Yine din-felsefe ilişkisinin nasıl çözümlendiğine dair net bir tartışma da yapılmamaktadır. Tabii ki bunun istisnaları olan okumalar da vardır.

İBN RÜŞD OKUMALARI
İslam düşüncesinin Batı’ya etkisinde İbn Rüşd’den özellikle bahsedilir ve bu etkinin geniş bir tarihsel dönemi içine aldığı görülür. Bu etkilerin de daha çok akıl ve rasyonellik üzerine odaklandığını söyleyebiliriz. Rasyonellik kavramı, farklı içerimleriyle birlikte İbn Rüşd okumalarında şu başlıklarda ele alınmaktadır. Bunlar; din-felsefe ilişkisi, te’vil, çifte gerçeklik/çifte hakikat, akıl-nakil ilişkisi ve bunların dışındaki konulara yansımalarıdır. İbn Rüşd’ün Batı’ya etkilerinden başlayarak bu başlıkları tartışmaya geçebiliriz.
1- İbn Rüşd ve Batı’ya Etkisi
İbn Rüşd üzerine yapılan birçok çalışmada, genel olarak Onun Batı düşüncesi üzerindeki önemli etkisi söz konusu edilmektedir. Bu etkiler daha çok Batı’daki Rönesans, Reform ve Aydınlanma’nın oluşumu üzerinde odaklanmaktadır. Yazınlarda İbn Rüşd düşüncesine karşı kilisenin negatif tutumu özellikle vurgulanmıştır ki, bunun arka planında İslam ve Batı dünyası arasındaki ilişkilerin yakınlaştırılması durur gibidir. Batı’nın mevcut gelişiminde İslam’ın ya da Müslümanların İbn Rüşd üzerinden katkısı önemli bir vurgu olarak görülmektedir.
Öncelikle İbn Rüşd’ün yaşadığı devir, İslam dünyasının düşünsel doruk noktası görülürken, Batı’nın Ortaçağ’ında İbn Rüşd ve İbn Rüşdçülüğe karşıt bir tavrın varlığı söz konusu edilir. H. Ziya Ülken, XIII. Asır garp medreselerinde İbn Rüşdçülüğün hâkimiyetini sonraki devirde Albert Le Grand ve Saint Thomas’ın İbn Rüşd felsefesine karşı şiddetli reaksiyonlarının takip ettiğini söyler. Bu, bir anlamda rasyonel düşünce ile İbn Rüşd arasında kurulan paralelliğe işaret etmektedir. Nitekim Ülken’e göre, İbn Rüşd, Rönesansın mübaşiri ve devrinin hatta Ortaçağ’ın en modern mütefekkiridir. Quadriye’ye göre de, İbn Rüşd’ün diğer büyük meziyeti kelamcılara karşı felsefenin sarsılmaz savunucusu olması, hiçbir uzlaşmaya razı olmaması ve bu hususta bütün eserlerinde gösterdiği vuzuhtur. Burada da açıkça felsefe ile rasyonellik arasındaki ilişkiye özel bir vurgu görülmektedir.
Yine bir başka değerlendirmede; İbn Rüşd, İslam Araitotelesçiliğinin son temsilcisi olarak görülür. Buna göre o, Arsitotelesçi ögeleri Farâbî ve İbn Sînâ’dan almakla birlikte, çok aydın bir kafa taşıdığından, onlardan pek çok noktalarda ayrılarak Aristo’nun özdekçi yanını işlemiş ve bunlara kendi ilerici düşüncelerini de katmıştır. Dolayısıyla Batı’nın ünlü Rönesans’ının babası sayılabilir ki, İslam felsefesinde, ilk olarak felsefeyi usçu bir temele oturtan adamdır. Bu değerlendirmelerde, dikkat edilirse, yine Batı aklı, rasyonalitesi ve Rönesans merkeze alınarak İbn Rüşd değerlendirilmektedir. Fakat Karlığa, İbn Rüşd’ün amacının, Aristo’yu her alanda ve her konuda savunmak değil, onun sisteminin bütününü anlamaya çalışmak olduğunu öne sürmektedir.
Farklı yazınlarda İbn Rüşd’ün İslam toplumuna sınırlı etkilerine karşın, Batı’ya etkilerinin hem çok yönlü hem de uzun süreli oluşundan bahsedilmektedir. Buna göre, günümüzde bir kısım bilim ve düşünce adamı, İbn Rüşd’ün fikirlerinin Batılı düşüncenin oluşumunda önemli roller üstlendiğini belirtmektedir. Nitekim Avrupa Birliği onu Avrupa’nın fikrî mimarlarından biri olarak kabul etmiştir. Yine bazı yazınlarda, Batılı düşünce ve bilim adamlarının İbn Rüşd’ün Batı’ya etkileri üzerine düşünceleri aktarılmakta; İbn Rüşd’ün Batı’nın modern düşüncesinin oluşumundaki katkılarına vurgu yapılmaktadır. Yine Etienne Gilson’a atıfla Duns Scot’un İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ü tanıdığı belirtilerek, İbn Rüşd’ün eserlerinin acilen çevrilmesi gerektiğinin altı çizilmektedir. Dolayısıyla İbn Rüşd’ün Batı’ya katkılarının çığır açıcı düzeyi söz konusu edilmektedir. Bunun ötesinde farklı ülkelere ve ilim adamlarına İbn Rüşd’ün tesirleri önemle belirtilmektedir. Bu bağlamda İbn Rüşd’ün zihin doktrininin Spinoza, Malbranche’ın “evrensel akıl” ve Carl G. Jung’ın “ortak gayr-ı şuur” görüşüne tesiri çeşitli yabancı referanslarla anlatılmakta ve devamla İbn Rüşd ile Alman idealizmi arasındaki ilişkilere dikkat çekilmektedir. İncelenmesi durumunda İbn Rüşd’ün fiil hâlindeki akılı ile Kantçı emprik self; İbn Rüşd’ün müfarık akılı ile Kant’ın müteal self’i arasında benzeliklerin bulunabileceği ifade edilmektedir.
Bu okumalarda İbn Rüşd’ün Batı’ya rasyonellik bakımından külli etkisi daha çok batılılara referansla yapılmaktadır. İbn Rüşd’ün, söz gelimi, tek tek hangi batılı düşünce adamları üzerinde nasıl etkiler bıraktığı konusunda kapsamlı çalışmalar görülmemektedir. Dolayısıyla gerçekten İbn Rüşd’ün düşünsel konum itibarıyla, gerek total olarak gerekse tek tek bilim ve düşünce adamları üzerindeki etkilerinin araştırılmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Tabii burada rasyonellik bağlamında önemli bir soruna işaret edilmelidir. İbn Rüşd ve genelde Batı, iki farklı medeniyetin ve paradigmanın içinde yer almaktadır. İbn Rüşd’ün, rasyonalizmin tüm içerimlerini taşıyan bir çerçeve içine oturtulması söz konusu olmamalıdır. Zaten bu yönde tartışmalar da yapılmış değildir. Ancak İbn Rüşd’ün bilhassa kilise düşüncesinin kapalılığını aşmada nasıl bir katkı sağladığının araştırılması ve bu çerçevede bir okumanın yapılması ciddi önem taşımaktadır. Dolayısıyla rasyonalizmi, içerimlerinden bağımsız kullanarak alelacele İslam dünyası-Batı arasında yüzeysel paralellikler kurmak için kullanmak yerine, paradigma ve medeniyet farkını dikkate alarak İbn Rüşd’ün İslam dünyası ve Batı ilişkilerinde durduğu yer tartışılabilir.

2- Din-Felsefe İlişkisi
İbn Rüşd okumalarında rasyonellik bağlamında tartışılan konulardan birisi de, din-felsefe ilişkileridir. Din-felsefe ilişkileri tartışmalarının odaklandığı temel soru(n); bunların uzlaşıp uzlaşmayacağıdır. Burada din, kuralları ve sınırları olan bir olgu; felsefe ise aklı esas alan bir sistem olarak tanımlanmakta ve bu bağlamda dinin sınırlı, aklın ise sınırsız alanı içerisinde ulaşılan sonuçların birbirleriyle örtüşüp örtüşmediği tartışmaya açılmaktadır. Fakat diğer yandan dinin vahiy merkezli, felsefenin ise insan merkezli yaklaşımı bazen tartışılmakta bazen da tartışılmamaktadır. Zaten din ile felsefe arasında bir uzlaşma arayışının ardında da böyle bir farktan bahsetmek mümkündür. Dolayısıyla din ile felsefe arasında uzlaşma arayışı dünyaya bakış, din ile dünya arasındaki ilişkiler vb. birçok açıdan da önemlidir.
Doğrusu İbn Rüşd’e dair çalışmalara bu çerçevede baktığımızda, karşımıza farklı okumalar çıkmaktadır. Bir görüşe göre, İbn Rüşd, din ile felsefe arasında kesin bir uzlaşma öngörmektedir. Mesela, İbn Rüşd, Faslü’l-Makâl adlı eserinde şeriatla felsefe arasında tam bir birlik ve beraberliğin bulunduğunu büyük bir vukufiyetle göstermeye çalışmıştır. Felsefi hakikat, dinî ve İslami hakikate aykırı değildir. Bir hak ve hakikat diğer hak ve hakikate aykırı ve zıt olamaz. Aslında bu okumada, dinî ve felsefi olmak üzere iki hakikatten bahsedilmektedir. Din ile felsefe arasında bir uzlaşmaya işaret edilirken, çok net olmayan biçimde dinî ve felsefi iki ayrı hakikat mi ima edilmektedir? Dolayısıyla bu ve benzer bazı okumalarda da muğlak boyutlar bulunmaktadır. Yine bazı okumalarda, dinin felsefeyle mukayese edilebileceği; bunun bir sonucu olarak da felsefe ile dinin amacının aynı olduğu vurgulanmaktadır. Bir başka çalışmada, daha çok din ile hikmet arasındaki uyuşma ve uzlaşma, genelde İslam düşüncesi özelde İbn Rüşd üzerinden ileri sürülmektedir. Bu okumanın iddiasına göre, felsefe seküler ve insan merkezli bir içeriğe sahiptir. Hâlbuki İslam düşüncesinde felsefenin yerinde hikmet vardır. Hikmet, vahyin ışığı altında insanın düşünsel üretimleri olarak tanımlanmakta ve dolayısıyla din ile hikmet (felsefe) arasında bir zıtlaşmanın olamayacağı savunulmaktadır. Bu savunu İbn Rüşd’ün Faslü’l-Makâl’de dile getirdiği din ile felsefenin aynı kaynaktan emen iki sütkardeş olduğu ifadelerine dayandırılmaktadır.
İbn Rüşd okumalarında din-felsefe arasındaki uzlaşmanın, dinin felsefeye yaklaştırılması gibi bir başka tavırla da yorumlandığını görmekteyiz. Nitekim bir okumaya göre, İbn Rüşd ve Hegel, her ikisi de dinî ifadelerin sembolik, temsili ve duyguya yönelik ifadeler olduğunu vurgulayarak, bunların asıl anlamını ortaya çıkarmak için felsefi yorumların yapılmasını söylerler. Her iki filozof da kendilerinden önceki felsefecilerden farklı olarak dini felsefeye çekerek bu uzlaşmayı yapmışlardır. Yine bir başka okumada, dinin, bilgiye ulaşmada bir yöntem olarak gerekli gördüğü akli kıyasa dayanan felsefeyi yasaklamadığı hatta teşvik ettiği ve zorunlu ilim saydığı İbn Rüşd’e atfen iddia edilmektedir. Leaman’ın yaklaşımı da bu bağlamda yorumlanabilir: “Filozof, teoloji ile felsefeyi eşit telakki etmektedir ki, burada herhangi bir teolojik çalışma haddi zatında felsefe olarak görülmektedir.”
İbn Rüşd’ün din-felsefe ilişkisine yaklaşımını, din ile felsefe arasında dinin lehine umum-husus şeklinde okuyanlar da vardır. Bu açıdan İbn Rüşd’e göre felsefe, şeriatın getirdiği her şeyi inceden inceye araştırıyor. Eğer araştırdığı şeyi kavrarsa, iki kavrayış birleşmiş olur. Böylece bilgi en yetkin, en eksiksiz biçimine kavuşur. Eğer felsefe araştırdığı şeyi kavrayamazsa, şeriatın getirdiği şey konusunda insan aklının eksikliği anlaşılır. Görüleceği üzere bu okumada felsefenin insan aklına referansla sınırlı tanımı karşısında, dinin külli akıla referansla felsefeden daha kapsamlı ve sınırsız tanımı söz konusudur.
Bazı okumalarda ise, din-felsefe sorunsalının günümüzdeki arka planı dikkate alınmakla birlikte, net bir tavır ortaya konmamakta; ancak Batı’nın dine Doğu’nun felsefeye karşı negatif tavrı, İbn Rüşd’ün yaklaşımı üzerinden bir dengeye oturtulmaya çalışılmaktadır. Bu okumaya göre, İbn Rüşd, öncelikle kavramların doğru tanımlanması, konu, içerik ve amaçlarının doğru belirlenmesi gerektiğinden hareketle lafzın delalet ihtimallerini bütün dereceleriyle ortaya koyarak taassuptan kaynaklanan bakış darlıklarını açmaya, ufuk sığlıklarını ise derinleştirmeye yönelik bir çabaya soyunmuş ve hem şeriata (dine) hem de hikmete (felsefeye) derin vukufiyeti nedeniyle bu çabasında başarılı olmuştur. Müslüman dünyada felsefeye; Batı dünyasında ise dine yönelik negatif önyargıların düne göre daha azalmış olmasında Faslü’l-Makâl kitabı büyük bir pay sahibidir.
Diğer bir görüş de İbn Rüşd’ün din ve felsefeyi birbirinden ayırarak iki ayrı kategori olarak gördüğü şeklindedir. Bu yaklaşım da kendi içerisinde çeşitlenmektedir. Bir yoruma göre, “İbn Rüşd, ön yargılı olarak toptan kabul veya toptan reddedici değil eklektik düşünmektedir... Vahiy merkezli dinin idealleriyle insan merkezli olan felsefenin ideallerini bağdaştırmaktan şiddetle kaçınan müellif, her bir vakıayı kendi bağlamında ayrı kategorilerde değerlendirmemiz gerektiğinden yana bir tavır sergiler. Bir başka okumada, İbn Rüşd’ün felsefe ile dini, sonuna kadar rasyonalist kalmak suretiyle telif ettiği söylenemez denmekte; buna gerekçe olarak da felsefe-din telifinin burhanî ve zaruri delillerle yapılmadığı gösterilmektedir. Dolayısıyla İbn Rüşd Aristo felsefesi ile İslam düşüncesini uzlaştırmamıştır. Doğrusu burada “felsefe” ile direkt olarak Aristo felsefesi kastedilmektedir. Zaten böyle bir durumda, paradigmal bir farklılık söz konusu olacağı için telif zor olacaktır. Bir başka okumada İbn Rüşd’ün din ile ilmi birbirinden ayırdığı ifade edilmektedir: İbn Rüşd, dinin birtakım mantıki önermelere ve nassî sistemlere bağlanabilecek bir bilgi dalı olmadığını, belki şahsi ve deruni olup tecrübî ilimden tamamıyla ayrı bir kudretten olduğunu söyleyerek, ilimle dinin birbirine karıştırılmasından hem ilim hem de dinin zarar göreceğini ve bu suretle felsefe ve ilimle din arasında yalancı bir düşmanlığın devam edeceğini ve dinin de içine zorla sokulan uydurma marifetlerle bozulacağını iddia ederdi. Onun, o zaman için çok kuvvetli olan bu sözleri, gerçekten bağımsız düşüncenin güzel bir iddiasıdır.
Bir başka okuma, din-felsefe ilişkisinin siyasi boyutuna dikkat çekerken, bir yandan sağlıklı bir okumada bulunması gereken boyutun altını çizmekte, diğer yandan din-felsefe ilişkisini soyut değerlendirmelerle sınırlandırmaktan kaçınmaktadır. Buna göre, siyasi bağlamda din ile felsefe ilişkisi sorununa İbn Rüşd’ün sunduğu çözüm, ister toplumsal isterse teorik düzlemde olsun, felsefe ile teolojinin ilişkilerinin uzlaştırılması değildir. Fakat nihai anlamda bu okumada da, din ve felsefe iki ayrı kategori olarak ortaya çıkmaktadır.
İbn Rüşd okumaları içinde, hem net görüşler ortaya koyması hem de perspektif geliştirme açısından en önemlilerinden birisi Cabiri’nin yaklaşımıdır. Cabiri, İbn Rüşd’ü döneminin sosyal ve siyasal olayları ile de değerlendirdiğinden güncelleme ve soyutluk problemini aşmış görünmektedir. Cabiri’ye göre İbn Rüşd’ün felsefi projesi, felsefeyi dinden ayırma esası üzerine kuruludur. Böylece din ve felsefe kendilerine özgü kimliklerini koruyabilecek, her ikisinin saha ve sınırları belli olacaktır. Ancak bu yolla her ikisinin aynı hedefe yöneldikleri açıklanabilir ve kanıtlanabilir olmaktadır. Burada açıkça felsefe ile dinin kendi kategorileri içinde aynı yönelimde oldukları vurgulanmaktadır. Bu okuyuşun iki temel karakterine Cabiri dikkat çekmektedir. Bunlar; “asıllardan uzaklaşmış bir yerleşik mezhepten kopmak” ve “yepyeni eleştirel ve rasyonalist karakterli bir hareketin ortaya çıkması”dır. Cabiri’nin yaklaşımında -okumalarının bütünü dikkate alındığında- Batılı tarzda bir felsefe-din ilişkisine doğru gidiş vardır. Cabiri, İslam düşüncesi ve felsefenin metafizik uzantılardan kurtarılması gerektiği fikrindedir ve bu bağlamda eleştirel ve rasyonel düşünceye özellikle işaret etmektedir. Diğer yandan, işin bir başka boyutuna burada değinmek gerekmektedir. Din ve felsefe taraftarları arasındaki siyasi iktidar çekişmeleri, 9. yüzyıldan itibaren durmadan devam etmiştir. İbn Rüşd’ün din-felsefe tartışmalarına dair görüşleri ve ayrıca onun gözden düşmesi, eziyet görmesinin arka planında bu çatışmanın varlığı dikkate alınmalıdır.
İbn Rüşd’ün Faslü’l-Makâl adlı eserinde, felsefe ve mantığa dinin nasıl baktığından yola çıkması önemle hatırlanmalıdır. Bu, her şeyden önce felsefenin ya da mantığın meşruiyetini dine dayandırma mantalitesinden hareket etmektedir. Dolayısıyla genel İslam düşüncesinin niteliklerine uygun olarak felsefeyi dinin amaç ve hedefleri açısından tartışmaktadır. Öte yandan İbn Rüşd, bu tartışmayı burhanî kıyas, te’vîl gibi konulara doğru genişletirken avam/havas ayrımıyla meseleyi sosyal bağlamlarıyla da ele almaktadır.
Görüleceği üzere felsefe-din ilişkisine İbn Rüşd’ün yaklaşımı karşısında birbirinden farklı görüşler bulunmaktadır. Fakat bu farklı görüşlerin ortak noktası, ister din-felsefe uzlaşması savunulsun, isterse din ile felsefenin iki ayrı kategori olduğu iddia edilsin, din-felsefe yakınlaşmasına sıcak bakılmasıdır. Bu da felsefe üzerinde bazı rezervler olsa da, din ve akıl arasındaki antagonizmanın aşılmasına yönelik gibi görünmektedir. Bu okumalar bilhassa Gazâlî ve Eş’ari’ye yönelik tavırlarda daha belirgin hâle gelmektedir. Özellikle eleştirel ve rasyonel düşüncenin dine referans yaparak, üzerine kapanan düşünce yapılarını çözeceği beklentisi, günümüzde birçok kesimlerde felsefe lehindeki yönelimleri de arttırmıştır. Öte yandan rasyonel düşüncenin akıl ile özdeşleştirilmiş kimi tanımlamaları çerçevesinde meseleye yaklaşanlar için, ister din-felsefe uzlaşması isterse din ile felsefenin birbirinden ayrılması söz konusu olsun, rasyonelliğe İslam ve Batı dünyası arasında kaybedilmemesi gereken bir köprü olarak bakışı teyit etmektedir. Ancak buradaki temel vurgunun, felsefe üzerine olduğu ya da Batı aklına referans yapan felsefe merkezli olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır.
Rasyonellik bağlamında İbn Rüşd üzerinden tartışılan bir diğer konu da akıl-nakil ilişkisidir. Aslında İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren tartışılan bu konu, modern zamanlarda akıl ve rasyonellik ilişkisi üzerinden konuşulmaktadır. Özellikle aklın nakle olan önceliği düşüncesi, rasyonellikle bağlantıları açısından önemsenmektedir.
İbn Rüşd okumalarında bir görüş, Onun “akıl asıl nakil ferdir” formülasyonuna uyduğunu iddia etmektedir. Diğer bazı okumalarda ise, İbn Rüşd’ün akıl ile vahyin denkliğini zımnen kabul ettiği belirtilmektedir. Benzer bir yorumda da akıl ile naklin birbirine aykırı olamayacağı vurgulanmaktadır.

3- Çifte Hakikat (Düalizm)
Çifte hakikat düşüncesi, düalist bir bakış açısının ürünüdür ve daha çok Batıya özgü bir durumdur. İslam dünyası temelde tevhit inancına sahip olduğundan, tek bir hakikat düşüncesi vardır. Âlem ise bu hakikatin farklı yansımalarından ibarettir. Dolayısıyla İslam, kesrette vahdet şeklinde özetlenebilecek bir öze sahiptir. Batı düşüncesinde ise, kadim dönemlerden bu yana din ve dünya arasındaki gerilim dinî ve dünyevi otoritelerin konumu ve egemenliğinde de görünür olduğu üzere tartışılmış ve farklı tavırlar ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda ruh/beden, madde/mana, din/dünya vb. arasında yaşanan gerilimler her ikisinin de alanlarına ayrılması ve farklı hakikatlere sahip olduğu şeklindeki düşünce ile çözüme kavuşturulmuştur.
İbn Rüşd’ün Batı düşüncesine etkileri ve Batı rasyonalizmine daha yakın bir filozof olarak değerlendirilmesi, çifte hakikat düşüncesinin İbn Rüşd üzerinden de tartışılmasına sebep olmuştur. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, böyle bir tartışma birçok İbn Rüşd okumasında yoktur. Kanaatimizce, İbn Rüşd söz konusu olduğunda, öncelikli olarak bu konuların çağdaş birikimler eşliğinde yeniden ele alınması gerekmektedir.
İbn Rüşd’ün çifte hakikat fikrini kabul edip etmediği konusunda farklı görüşler söz konusudur. Bir yaklaşıma göre, İbn Rüşd, çifte hakikat fikrine sahiptir: “İbn Rüşd’e göre felsefe, şeriat yönünden vaciptir; onun kardeşidir. Felsefe de hakikattir, şeriat de hakikattir; daha doğrusu bu çift hakikat aynı hakikatin iki yüzüdür, zira Hak hakka aykırı olmaz.” Fakat bu satırlarda “çift hakikat aynı hakikatin iki yüzüdür” ifadesi, sorunun net bir şekilde anlaşılmadığı gibi bir izlenim vermektedir. Çünkü “çift hakikat” ile “aynı hakikatin iki yüzü olmak” arasında ciddi paradigmal bir fark bulunmaktadır.
İbn Rüşd’ün çifte hakikat fikrini kabul ettiği bir başka yorumda Brabant’lı Siger’e referansla anlatılmaktadır ki, Siger, İbn Rüşd’ün felsefesini hakikatin bizzat kendisi olarak görmekte ve kendine özgü yorumlamaktaydı. Ona göre İbn Rüşd felsefesi, iki hakikatin var olduğunu kabul etmekteydi. Siger’e göre İbn Rüşd, bu iki hakikatten ilkine akıl ve mantıksal delil yoluyla ulaşırken, ikincisine vahiy ve iman yoluyla ulaşmaktadır. Bunlardan ilki, felsefi, ikincisi de dinî hakikattir. Bu ikisinin çatışması durumunda İbn Rüşd’ün dinî hakikati aklın gerektirdiği biçimde yorumladığı şeklinde idi.
Henry Corbin, İbn Rüşd’ün çift hakikat fikrine sahip olduğunu öne sürmenin doğru olmayacağı düşüncesindedir. Corbin’e göre, İbn Rüşd’de daima farklı idrak ve yorum düzeylerinde kendisini gösteren tek bir gerçek söz konusudur; dolayısıyla İbn Rüşd’e böyle bir düşünce atfetmek doğru olmaz. Ünlü çifte gerçeklik öğretisi, aslında İbn Rüşdcülük görüşü değil, Latin siyasi düşüncesi İbn Rüşdcülük akımının ürünüdür.
İbn Rüşd, çokça eleştirilen çifte hakikat fikrini temelden reddetmektedir. Doğrusu kültürlerarası etkileşim ve her kültürün yabancı unsurları kendisine uygun hâle getirtmesi bağlamında bu yaklaşımlar oldukça tutarlı durmaktadır. Aynı zamanda İbn Rüşd’ün İslam ve Batı ilişkilerinin insanda derinliğine yeniden ele alınması, kültürel farklılık vb. bağlamında önemli içerimlere sahip görünmektedir. Yine Taylor da, İbn Rüşd’te çifte hakikat düşüncesinin bulunmadığını düşünmektedir.
Bir başka okuma da, İbn Rüşd’ün çifte hakikat fikrini savunduğunun açıkça söylenemeyeceğini öne sürmektedir. Bu okumayı yapan Macclintock’a göre, bu tür çatışmalarla karşı karşıya gelen filozoflar doğrusu hakikat, iman (din) ve Aristo metotları arasındaki uzlaşma konusunda ciddi sıkıntılar çekmişlerdir. Hakikaten eskiden beri İslam düşüncesinde böyle bir gerilim bulunmaktadır.
Bazı İbn Rüşd okumalarında ise, bu konuda net görüşler beyan edilmemekte; dolayısıyla her iki tarafa yorumlanabilecek sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Mesela, “vahiy (din) ile felsefenin kendine özgü prensipleri vardır. Bunlar, birbirinden çok farklı olmak durumundadır... Bu demektir ki, her ikisinin doğrusu kendi içinde belirlenecektir” ifadeleri böyledir. Yine İbn Rüşd ile Saint Thomas ile karşılaştırma yapan bir başka okumada da muğlaklık kendisini göstermektedir.
Bu konuda da İbn Rüşd’ün farklı biçimlerde anlaşıldığı rahatlıkla görülmektedir. Burada dikkatimizi çeken bir hususa da önemle işaret etmeliyiz. Okumalarda “hakikat”, “doğru” vb. kavramlarda ortak bir kullanım söz konusu olmadığından muğlaklıklar ortaya çıkmaktadır.

4- Rasyonellik
İbn Rüşd okumalarında rasyonellik, daha önce de belirttiğimiz gibi, farklı konularla bağlantıları içinde hep vurgulanagelen bir husus olmuştur. Kimi zaman rasyonalizme rezervler konsa da, genel olarak İbn Rüşd ve rasyonellik arasında paralellikler kurulduğu görülmektedir.
H. Ziya Ülken, siyasi felsefede de İbn Rüşd’ün rasyonalist (akılcı) olduğunu savunarak buna şu gerekçeleri göstermektedir. Ona göre, İbn Rüşd, fakihlere, kelamcılara ve başlıca El-Ahkamu’s-Sultaniyye adlı eseriyle tanınmış olan İmam Maverdi’ye hücum etmekte; hukukun, devletin, halifeliğin esaslarını yalnız akıldan çıkarmaya çalışmaktadır. Yine Ülken, İbn Rüşd realizminin Auguste Comte’da yeni bir şekle bürünmüş olarak çıktığından bahsederken , “rasyonalizm” ve “realizm” kavramlarını aslında İslam ve Batı düşüncesi arasındaki ilişkilerin işlevselliği temeline yerleştirmiş görünmektedir. Aynı şekilde Onun, “bugün şarklı ve garplı âlimlerin onun hakkında birbirine hiç benzemeyen hükümlere ulaşmalarına bundan dolayı hayret edilmemelidir” ifadesi de aslında benzer bir işlevselliği başka açıdan ortaya koymaktadır.
Bir başka okumada ise, İbn Rüşd’ün heyulânî aklın ezeli boyutunu sergileyerek ve ezeli ayrık bir ilke olan faal aklın, insanda külli bilginin oluşumundaki rolünü vurgulayarak bilginin objektif boyutunu teminat altına aldığı iddia edilir. Yine aynı okumanın İbn Rüşd’ün akılla ilgili konumlarında evrimci gelişme çizgisine sahip olduğu tezi de bulunmaktadır. Dolayısıyla “objektif bilgi” ve “evrim” kavramları etrafında bir İbn Rüşd okuması söz konusudur ve İbn Rüşd üzerinden İslam düşüncesinin Batıya yaklaştırılması gibi bir arka plan sezilmektedir.
İbn Rüşd’ün te’vîl ve sebep-sonuç ilişkilerine yaklaşımı da okumalara yansımıştır. Buna göre, İbn Rüşd burhanî sonuçlarla çelişiyor görünen dinî nassların te’vîl edilebileceğini ve te’vîl sonucu ortaya çıkacak akıl-nakil ve felsefe-din uzlaşmasının sağladığı bilginin kesinlik taşıyacağını öne sürmektedir. Özellikle sebep-sonuç ilişkileri üzerinden İbn Rüşd’ün rasyonelliği de vurgulanmaktadır: “İbn Rüşd, insanın Allah hakkındaki bilgisinin, Onun varlık hakkındaki bilgisiyle doğru orantılı olduğu kanaatindedir; yani insan, varlık hakkındaki bilgisi nispetinde Allah’ı bilebilir. Varlığın bilinmesi ise, Onun bütün yönleriyle sebep-sonuç ilişkisi açısından kavranması demektir. Bu ise ancak rasyonel bir yaklaşım sonucunda elde edilebilecek bir husustur.”
Bir başka okumada, bir yandan İbn Rüşd Batı’nın rasyonelliğinin hazırlayıcısı konumuna oturtulmakta, diğer yandan İslam ve akılcı düşünce arasındaki bağlantı vurgulanmaktadır. Buna göre İbn Rüşd, geliştirdiği te’vîl anlayışıyla modern hermenötiğin öncüsü, akılcı yaklaşımıyla rasyonalizmin hazırlayıcısı ve nesnel araştırma yöntemiyle de metodolojinin kurucusu, Aydınlanma ve Modern düşüncenin de öncü şahsiyetlerinden biri olarak görülür. Bu satırlarda geçen “rasyonalizm”, “hermenötik”, “nesnel” gibi kavramlar İslam ve Batı arasındaki ilişkilerin rasyonellik üzerinden kurulmasında işlevsel görünmektedirler. Bu durum, İbn Rüşd’ün aklın doğasına dair kabulleri çerçevesinde yeniden gözden geçirilmelidir.
Cabiri’nin okumaları da sebep-sonuç ilişkileri, burhan ve rasyonalizm bağlamında İbn Rüşd’e yaklaşmaktadır. Ona göre, İbn Rüşd öncelikle Doğu teorik düşüncesini tek bir yöntemin topladığı tek bir düşünce olarak görüyordu ve burhana dayalı olmadığı için bu yöntemi reddediyordu. Cabiri devamla, İbn Rüşd’ün ontolojik sahada sebebiyeti kabul ederek âlemin tümünün sebepler ve sonuçlardan ibaret olduğu görüşüne vardığını; bu yüzden de evrende gözlemlediğimiz nizam ve tertibin İlahî nizamdaki akıl ve tertibe raci olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda Cabiri İbn Rüşd rasyonalizminin prensibini şöyle izah etmektedir: “Aklın bilebileceği şeylerin haddi hesabı yoktur. Şeriatta olduğu gibi tabiatta da her şeyin sebebi ve sebep olduğu şey vardır. Tabiatta etkin sebepler, şeriatta ise gaî sebepler etkindir. İbn Rüşd rasyonalizminin bu konudaki gerçekçiliği şu temelden yola çıkar: Aklın bilebileceği şeyler, tabiat sahasında bulduğu sebepler ve şeriat sahasında kendisine yol gösterecek ilahî maksatların hududu ile sınırlanmıştır. Fakat bu gerçeklik, rasyonalistçe olduğu için açılgandır ve şunu öngörür: Söz konusu hudut ebediyete kadar kapalı değil, bilakis açıktır; akıl onların peşine düşer. Bu noktada ümitsizliğe yer yoktur. Zaten te’vîl dediğimiz şey bu yüzden var, içtihat da bu yüzden var.” Cabiri burada “içtihat” ve “te’vîl”i de açıklayan bir İbn Rüşd rasyonalizmini açımlamaya çalışmaktadır. Onun bu gayreti, gerek tabiatta gerekse insani ilişkilerde belirsizlikler ve rastgelelikleri değil, önceden öngörebilmeyi ve ilkelere dayalı ilişkiyi hedef almaktadır.

SONUÇ

Batı’da kiliseye karşı mücadelenin en önemli silahlarından birisinin rasyonalizm olduğu söylenebilir. Rasyonalizm, bir yandan kilisenin hegemonyasına bir karşı çıkışı ifade ederken, diğer yandan insanın en önemli imkânı olan aklı ile vahye ihtiyaç duymadan bilebileceğini vurgulamaktaydı. Bu bağlamda rasyonellik, modern zamanlarda Batı’yı betimleyen en önemli nitelik olarak ortaya çıkmıştır. Fakat son tahlilde, seküler, hümanist karakteriyle Batı düşüncesinin birçok özelliklerini, sorunlarını, tarihini üzerinde taşıyan bir kavramdır.
Osmanlı Devleti’nde 18. ve 19. yüzyıllarda vurgulanmaya başlanan rasyonellik, siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan sıkıntı ve gerilimlerin bulunduğu bir döneme rast gelmiştir. İlk önce yüzeysel tedbirlerle giderilmeye çalışılan bu sıkıntı ve gerilimlerin giderek derinleşmesi, her halükârda Batı ile daha derin bir ilişkiyi ve alışverişi hızlandırmıştır. Rasyonellik (akılcılık), bir anlamda giderek Batı ile ilişkilerimizin, batılılaşmanın temel enstrümanlarından biri olarak itibarlı bir kavram hâline gelmiştir. Bu bağlamda, tarihî, düşünsel birikimlerimiz de, oluşan bu yeni durum perspektifinde yeniden okumaya tabi tutulmuştur. Nitekim dinî birikimlerin akıl süzgecinden yeniden geçirilmesi istemi de, böyle bir mantalitenin ürünü olmuştur. Hatta İslam’ın bir akıl dini olduğu söylemi de benzer içerimlere sahiptir.
Meşşâî filozoflar kategorisinde değerlendirilen İbn Rüşd de, rasyonellik söz konusu olduğunda, kendisi ve Batı düşüncesi ile çok yakın paralellikler kurulan bir filozoftur. İbn Rüşd, döneminde düşünsel durgunluğa açılım getirmek üzere gayret eden önemli isimlerden birisidir. Öte yandan onun, bilhassa Batı’da modern zamanlardaki düşünce dünyasına ciddi katkıları olmuştur. Bizde İbn Rüşd, özellikle Batı’daki rasyonalizm, felsefeye yakınlık, akli düşünce gibi anahtar kelimelere daha yakın olarak yorumlanmıştır. Biz bu makalede, İbn Rüşd okumalarına rasyonellik bağlamında bakmaya çalıştık. Bu incelemenin sonucunda -açıkça dile getirilsin ya da getirilmesin- İbn Rüşd’ün, İslam dünyası ve Batı arasındaki teorik ve pratik ilişkilerin düşünsel arka planda tutularak okunduğunu gördük. Bunun böyle olmasını doğal karşılamalıyız.
Bugün İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu aşması için Batı’nın düşünsel ve pratik üretimleriyle çok yakın bir ilişki kurulmasının gerekliliği ortadadır. İslam dünyası, kendi birikimlerini içselleştirmek, okumak ve değerlendirmek kadar, Batı ile de yüzleşmek, onun meydan okumalarını karşılamak ve dünyaya esaslı şeyler söylemek zorunluluğuyla da yüz yüzedir. Bu bakımdan önce kendi birikimlerini iyi okumak mecburiyetindedir. Dolayısıyla her bir düşünce adamımızı hem kendi düşünsel dünyamıza, hem Batı düşüncesine, hem de güncel dünya sorunlarına katkı ve zafiyetleriyle değerlendirmek bir yükümlülük olarak önümüzde durmaktadır. Bu açıdan söz gelimi, İbn Rüşd okumalarından bir Batı rasyonalizmi çıkarmak yerine, İbn Rüşd akılcılığının genel “İslam aklı” içerisinde nerede durduğunu görmek, bize düşünsel açıdan tıkandığımız noktalarda nasıl bir menfez açılabileceğinin tartışmasını yapmak ve günümüze öneriler sunmak daha faydalı ve gerçekçi bir okuma olacaktır. Makalemizde de değinildiği gibi, İbn Rüşd, Batı’nın kendi paradigması içinde yeniden okunmuş ve orada bir açılım sağlamıştır. Dolayısıyla bazı okumalarda yapıldığı gibi, İbn Rüşd’den bir pozitivizm çıkarmak beyhude bir çabadan öteye gitmeyecektir. Bu bakımdan İbn Rüşd ve rasyonellik, İslam ve Batı düşüncesi arasında farklı düzeylerde geliştirilebilecek ilişki ve tartışmaların konusu olarak alınmalı; düşünce ve paradigmalar arasında zorunlu çakışmalar öngörmek yerine, İslam ve Batı düşüncesi arasında geliştirilecek yeni düşünsel ve pratik ilişkilerin köprüsü olarak görülmelidir. Bunun için de özelde İbn Rüşd üzerine çok fazla çalışmalara ihtiyaç vardır.
Makalemizde tartışmaya çalıştığımız okumalardan da anlaşılacağı üzere, okumaların soyut düzeyde kalmaması ve güncel sorunlarla bağlantı kurulması son derece önem taşımaktadır. Bu bağlamda özelde İbn Rüşd’ün düşünce ve yaklaşımlarının, yaşadığı dönem, dönemindeki tartışmalar, sosyal olaylar vb. gibi tarihsel ve sosyolojik okumalar eşliğinde yapılması gerekmektedir. Bu, İbn Rüşd’ü anlamak ve dönemindeki yerini tespit açısından zorunludur. Fakat bundan daha önemlisi, bugünkü koşullarda İbn Rüşd’ün bize neler önerebileceğini ortaya koymaktır. Diğer yandan paradigmal farklılıkları dikkate alarak İbn Rüşd’ün yaklaşımlarını Batı düşüncesi ile karşılaştırmalı biçimde ele almak, Batı düşüncesi ve dünyası ile temas ve yüzleşmeyi sağlayacağından ihmal edilmemelidir.
Hiç şüphesiz bu inceleme, tersinden bir okumayla İslam ve irrasyonellik arasındaki ilişkileri kuvvetlendiren bir tez değildir. Hatta “akıl-Batı”, “irrasyonellik-Doğu (İslam)” arasında kurulan ya da kurulmaya çalışılan özdeşlik ve kategorileştirmelere de karşı çıkar. Ancak Aydınlanma aklının, İbn Rüşd’ün araçsallaştırılarak İslam düşüncesine aktarımı da, hem tarih ve bugünün anlaşılmasında hem de geleceğin sağlıklı bir şekilde inşasında orta ve uzun vadede önümüze ciddi sıkıntılar çıkaracaktır.