Makale

KÂBU’L-AHBÂR VE RİVAYET TEFSİRİNDEKİ YERİ

KÂBU’L-AHBÂR VE RİVAYET TEFSİRİNDEKİ YERİ

Şaban KARASAKAL*

Özet:
Kur’an’ın doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için Asr-ı Saâdet’ten günümüze kadar birçok tefsir yazılmıştır. Kur’an Kur’an’la ve hadisle tefsir edilmeye, lügat, edebiyat, şiirle açıklanmaya çalışılmıştır. Hatta Tevrat ve İncil kaynaklı haberler de kullanılmıştır. Ancak bu haberler arasında bazı efsane ve uydurma haberlerin tefsirlere girdiği doğrudur. Buradan hareketle tefsirlerin efsanelerle dolu olduğunu iddia etmek doğru mudur? Bunların nakli câiz değil mi? Tefsirlere giriş noktası nedir? Kimler vasıtasıyla tefsirlere girmiştir? Ka’bu’l-Ahbâr’ın bu haberleri nakletmede konumu nedir? Bu çalışma benzer sorulara cevap bulabilmek için yapılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Kur’an-ı Kerim, Yahudi, Hristiyan, İsrâiliyyât.

KÂBU’L-AHBÂR AND POSİTİON İN THE NARRATED COMMENTARY
Abstract:
For a correct understanding of the Qur’an through seceral interpretation written from Asr-ı Saadet. Qur’an, Qur’an and hadith to be interpratation; glossary, literatüre, poetry have attempted to explain. Even the news from the Torah and te Bible was used. However, some of the legends of this news is true and fitting into commentaries on the news. Starting from this point to claim that the commentaries are full of legends be true? Is not permissible to transplant them? What is the entry point of commentaries? Who came through the commentaries? What is the position of Ka’bu’l-Ahbâr posting this news? This study was to find the answer to similar question.
Key Words: Qur’an, Jewish, Christian, İsrâiliyyât.

Giriş
Kur’an-ı Kerim, Mekke’de kültür bakımından gelişmemiş saf bir zihne sahip olan Araplara indirilmiştir. Onların zihinleri, kültür bakımından terakki etmiş milletlerin kafalarını karıştıran dini ve felsefi akımlardan, problemlerden hiçbiri ile karışmamıştı. Araplar her ne kadar o kültürlerden habersizlerse de, o kültüre mensup insanlarla birlikte yaşıyorlardı.
Kur’an’daki kıssalarla Yahudi ve Hristiyan kültürünün dayanağı olan Tevrat ve İncillerdeki kıssalar arasında, bazı benzerlikler bulunmaktaydı. Fakat bunun yanında muhteva ve tafsilat açısından farklılık arz etmekteydi. Kur’an-ı Kerim, olaylar, şahıslar ve mekân açısından teferruata girmezken diğer kitaplar; olaylar, şahıslar, mekan ve zaman hakkında en ince teferruatlara giriyorlardı. Araplar başlangıçta yazı ve ilim bakımından ileri bir durumda olmadıklarından Kur’an’da anlatılan olaylar hakkındaki teferruatlı bilgiyi merak ediyorlardı. Bu bilgiyi de birlikte yaşadıkları Kitap Ehlinden ve onların müslüman olanlarından aldılar. Çeşitli sebeplerle alınan bu bilgiler sayesinde isrâiliyyât dediğimiz Yahudi ve Hristiyan kaynaklı bilgiler İslam’a girmiş oldu.
İlk dönemlerde çok yeni bir tesiri olan isrâiliyyâtla ilgili haberlerin Abdullah b. Abbas, Ebu Hüreyre, Abdullah b. Amr b. Ass, Abdullah b. Selam, Temim ed-Dârî (r.a.), Vehb b. Münebbih gibi şahısların etrafında döndüğü iddia edilmektedir. Bunlardan birisi de, Kâ’bu’l-Ahbâr’dır. Acaba isrâiliyyât dediğimiz haber/bilgiler, tefsirlere bu zatlar vasıtasıyla mı girdi? Yoksa başka kişi ve sebepler de var mıdır? Varsa bu sebepler içerisinde bu zatların fonksiyonu nedir?
Müelliflerin ve müfessirlerin bu şahıslar hakkındaki görüşleri değişik olmuştur. Müsteşrikler başta olmak üzere bir kısım kimseler onları, isrâiliyyâtın tefsirlere girişine en büyük âmil olarak gösterip, haklarında ithamlarda bulunurken, bir kısmı da onları sağlam ve güvenilir bulmuşlardır. Biz çalışmamızın giriş kısmında kısaca da olsa Arapların ehli kitapla ilişkileri, isrâiliyyâtın tefsirlere geçişini kolaylaştıran amilleri, isrâiliyyâtı rivayet edenleri ve isrâiliyyâtın olumsuz tesirlerini incelemeye çalışacağız.
Sonra da çalışma konumuz olan ve isrâiliyyât üzerinde en çok töhmet altında bulunan Kâ’b’ul-Ahbâr’ın hayatı, ilmi şahsiyeti ve rivayet konusunda sika/güvenilir olup olmadığını incelemeye çalışacağız. Onun rivayet tefsirindeki yerini incelerken de, bir nebze de olsa isrâiliyyâtın manası, hükmü, İslam’a uyup uymaması açısından kısımlarını işleyeceğiz.
Kur’an-ı Kerim ve Diğer İlahi Kitaplarla Sıhhat Açısından Mukayesesi ve Araplarla Ehli Kitabın İlişkileri
Kur’an, Allah tarafından elçisine gönderilen hak bir kitaptır. Başka bir ifade ile batılı müsteşriklerin iddia ettiği gibi peygamberimizin kendi sözleri değil; bizzat Yüce Allah’ın Resulüne vahy ettiği kelamıdır. Kur’an, bunu birçok âyetinde değişik şekillerde dile getirmektedir: "Biz Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik..." "Sonra sana vahyettik." "Biz sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik." "Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku..." "Bu Kur’an bana vahyolundu."
Kur’an’ın kaynağının Allah olmasının yanı sıra onun sonraki nesillere nakli de tevâtüren olmuştur. Nitekim Kur’an âyetleri Resûlullah döneminde hem ezberlenerek, hem de yazılarak korunmuş, Resulün vefatıyla sahabe tarafından cem edilmiş ve tek nüsha haline getirilmiş ve o nüsha hiç değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Kıyamete kadar da değişmesi mümkün değildir. Çünkü onun korumasını Allah Teâlâ bizzat üstlenmiştir.
Bu iki özelliğe sahip olan Kur’an’ın indirildiği toplumun durumunu ve Kur’an’ın kabulünde bu durumun önemini merhum Cerrahoğlu Hoca şöyle yorumlamaktadır: "Kur’an-ı Kerim, kültür bakımından gelişmemiş saf bir zihne sahip olan Araplara indirilmiştir. Onların zihinleri kültür bakımından terakki etmiş milletlerin kafalarını karıştıran dini ve felsefi cereyanlardan hiçbirisi ile karışmamıştı. İşte Kur’an böyle saf hatta zihinleri boş diyebileceğimiz bir topluluğa inmiş ve ilk günden itibaren olduğu gibi kabul edilmişti. Eğer Kur’an’ı Kerim, Araplara inmeyip onlardan daha kültürlü bir topluluğa gelmiş olsaydı, o andan itibaren ona iman edenler tarafından taşınan fikirler o kitaba girebilirdi. Bundan dolayı Kur’an, bir kitap haline gelinceye kadar bu durum bahis konusu olmamış; ancak söz konusu tehlike Kur’an’ın tefsirine girmiştir. Fakat o da, "Ben yabancıyım." diye sırıtırcasına kendini göstermiştir."
Başlangıçta Araplar yazı ve ilimde ileri bir durumda olmadıklarından diğer kitap ehlinden gelen haberlerin iyisini kötüsünü ayırt etmeksizin aldılar. İbn Haldun bu hususta şöyle der: "Bunların eserlerinde doğru kabul edilenlerin ve reddedilenlerin ayırd edilmeden toplanmış olmasının sebebi şudur: Araplar, ilahi kitapları olmayan bir kavimdir. Onlar göçebelik içine dalmışlar, okuma ve yazma da bilmiyorlardı. Kâinatın sebebi, hilkatin/yaratılışın başlangıcı, varlığın sırları gibi herkesin bilmek istediği şeyleri öğrenmek istedikleri zaman kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlara başvuruyorlardı. O çağda Araplar arasında yaşayan Tevrat ehli Yahudiler, Araplar gibi göçebe bir hayat yaşıyordu. Tevrat ehlinden olan avam ne biliyorsa Arapların başvurdukları kimseler de ancak o derecede bilgi sahibi idiler. Bunların bir kısmı İslamiyet’i kabul ettikten sonra İslam şeriatinin hükümleriyle hiç de ilgisi olmayan eski bildiklerini muhafaza ettiler." İbn Haldun’un ve Cerrahoğlu’nun bu ifadeleri, Kur’an’ın tahrif edilemeyişinin ana sebeplerinden birisi olarak onun saf bir topluma indirilmiş olduğunu vurgulamaktadır.
Kur’an’ın Allah kelamı olup naklinin de mütevâtir olmasına ve günümüze kadar herhangi bir tahrife uğramadan gelmesine karşın Tevrat ve İncil için aynı şeyleri söylemek güçtür. Tevrat ve İncil her ne kadar Allah’ın kelamı olsalar da, metinlerinin nakli Kur’an gibi mütevatir olmayıp o dinin salikleri tarafından nakledilmiş ve muhtevası tahrif edilmiştir ki Kur’an bu durumu, "Yahudilerden öyleleri var ki kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlar." "Oysa bunlardan bir grup vardı ki Allah’ın sözünü işitirlerdi de düşünüp akıl erdirdikten sonra bile bile onu değiştirirlerdi." âyetleriyle ifade etmektedir.
Kur’an dışındaki kitaplardan, Tevrat ve İncil dışında hiçbiri, zamanımıza kadar gelememiştir. Bugün elde mevcut Tevrat ise Hz. Musa’ya gelen Tevrat değildir. Ondan çok sonraları yazılmış çeşitli müelliflere ait parçalardan meydana gelen anonim bir eserdir. İncil de böyledir. Yalnız müminler Hz. Musa’ya gelen Tevrat’a inanır. Tabii ki tahrif edilmiş olmasına rağmen mevcut Tevrat’ta Hz. Musa’ya gelen vahiylerden hiç bozulmayan kısımlar da olabilir. Ancak bizler, bozulan kısımların miktarını ve onların hangileri olduğunu bilemeyiz. Kur’an, kendinden önceki kitapları tasdik ettiği gibi, inananlarından da onların Allah kelamı olduğuna inanmalarını ister. Hatta tasdik etmesi bir yana, bu kitapların tahriflerini de yeri geldikçe tashih etmektedir.
Sonuç olarak gerek kaynak açısından gerekse nakil açısından sağlam olan Kur’an için, ilahi kaynaklı olmalarına rağmen, tahrif edilen bu kitapların bilgi kaynağı olması problemlidir. Kur’an’ın tefsiri konusunda bu kitapların bilgilerinden faydalanılması gerekli olmakla beraber, bunun nasıl ve ne ölçüde yapılması hususunda bir kriter tayin edilmelidir. Bunlardan faydalanma ve bunun ölçülerinin boyutu, ilgili hadislerle zikredilecektir.
İsrâiliyyât konusunun temelini tespit etmede Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplarla İsrâiliyyâtın kaynağı durumunda olan Ehli kitabın o dönemdeki ilişkilerine kısaca göz atmak faydalı olacaktır. Bu konuyu Yahudilerle ve Hristiyanlarla ilişkiler olmak üzere ikiye ayırarak inceleyeceğiz.
Arapların Yahudilerle İlişkileri;
Arapların, cahiliye döneminde doğuya ve batıya yaptıkları yolculukları vardı. Nitekim Kureyşlilerin Kur’an’da ifade edildiği gibi biri Yemen’e birisi de Şam’a olan iki ticari yolculukları bilinmektedir. Yemen ve Şam’da çoğunluğunu Yahudilerin oluşturduğu ehli kitaptan birçok insan bulunmaktaydı. Sadece Yemen ve Şam’da değil Arap Yarımadasının çeşitli yerlerinde büyük-küçük cemaatler halinde yaşayan Yahudiler vardı. Kaynaklar Medine ve civarında, bölgenin ticaretini ellerinde bulunduran Yahudilerden bahsetmektedir. Medineli Yahudiler kendi arasında bölümleri olan kabileler halinde yaşarlardı. Medine Arapları Evs ve Hazrec isminde iki büyük gruba ayrılmıştı: Hz. Peygamber tarafından kurulan Medine Site Devleti anayasasında dokuz Yahudi kabilesinden bahsedilmektedir. Fakat tarihçiler bunları Benu Kaynuka, Benu Nadr ve Benu Kureyza şeklinde üç grupta toplarlar. Bunlardan başka Hayber, Fedek, Teyma ve Vadi’l-Kura gibi kabileler de vardı. Ancak bunlar, Medine’ye uzak bölgelerde yaşıyorlardı.
Mekke’de hemen hemen hiç Yahudi yoktu. Fakat onlara, bölgenin yıllık panayırlarında bilhassa Ukaz’da rastlanılırdı. Ukaz’da hem ticaret eşyası satarak, hem de kendilerini gizli şeyleri bilen veya istikbalden haber veren kahin olarak tanıtmak suretiyle, iyi para kazanmasını bilirlerdi. Ehli kitap olarak cahil ve kolay inanan bedeviler üzerinde hususi bir itibar sağlarlardı.
Yahudiler, tüccar ve sanatkâr olmalarının yanında, kuvvetli bir kültüre de sahiptiler. Dini merasimlerini ifa, şeriatlerinin hükümlerini ta’lim, Yahudi tarihini şifahi de olsa tetkik ve müzakere için özel yerleri vardı ki buralara "Beytu’l-Midras/İlim Evi" ismi veriliyordu.
Yahudilerin ve Hristiyanların dini bir kültürleri vardı. Bu iki kültürün, tefsire de belli ölçüde te’siri olmuştu. Yahudilerin kültürü Kur’an’ın da işaret ettiği gibi Tevrat’a ve oradan gelen hükümlere dayanıyordu. Müslümanlar ve Yahudiler Tevrat lafzını, Zebur ve diğerlerini de içine alan mukaddes kitaplara teşmil ediyorlardı. Tevrat’a muhtevası itibariyle ahd-i kadim diye isim veriliyordu. Sonra üzerinden epey zaman geçince bu kitap, Yahudi tarihini, teşriini vb. içine alan "Talmut" ismiyle tanındı.
Hz. Peygamber Medine’de tebliğ vazifesine hız verdiğinde zaman zaman Yahudileri İslam’a davet için onların beytü’l-midras’larına gidiyordu. Bu faaliyetler neticesi onlardan Abdullah b. Selam gibi bazıları samimi olarak İslam’ı kabul etmişlerdi. Bedir Savaşından sonra aradaki ilişkiler soğuk bir havaya büründü. Bu tarihten sonra Yahudiler, Müslümanları ve Hz. Peygamberi zor durumlara düşürmek için başvurdukları oyunları sıklaştırdılar. Sokaklarda kadınlara sataşmaları neticesinde arada savaş çıktı ve Benû Kaynuka Medine’den sürüldü. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti Kureyşi rahatsız ettiği kadar Medineli Yahudileri de rahatsız etmişti. Bir bakıma siyasi, iktisadi vb. açılardan Müslümanların hakimiyetlerine giriyorlardı. Bu sebepten sosyal barışa dayalı olarak başlayan Müslüman Yahudi ilişkileri, Benû Kaynuka, Benû Nâdir, Benû Kureyza Gazveleri ve Hayber’in fethi hadiseleriyle savaş safhasına giriyordu. Bundan sonra Yahudilerin Müslümanlarla ilişkileri, daha ziyade yürüttükleri diplomatik faaliyetlerin yanı sıra, Müslüman camianın düşmanlarına yol gösterme şeklinde devam etmiştir.
Tevratın da ilahi kaynaklı bir kitap olması ve Kur’an’ın onların kitabını tıpkı kendisi gibi bir hidâyet vesilesi olarak göstermesi , geçmiş kitaplara Müslümanların inanma mecburiyetinin getirilmesi , Kur’an ve diğer ilahi kitapların özellikle kıssalarda asgari müştereklerinin bulunması gibi etkenler, Yahudilerle Müslümanların kültürel açıdan da bir ilişki içerisine girmelerini gerektirmiştir. Özellikle Kur’an’da çok kısa olarak verilen eski milletlerin kıssalarının, Tevrat’ta çok teferruatlı bir şekilde ele alınması; Müslümanları bu konunun teferruatı için Yahudi bilginlerine/hıbrlerine danışmaya ve Tevrat’taki bilgileri almaya mecbur kılmıştır. Böylece Tevrat kaynaklı bilgiler Kur’an tefsirine girmeye başlamıştır.
Arapların Hristiyanlarla İlişkileri
Evrensellik vasfına sahip olan Hristiyanlık, Yahudilik gibi Arap yarımadasının belirli yerlerinde toplanmamış, en ücra köşelerine kadar yayılmıştı. Hristiyanlığı yaymak için, misyonerler canla başla çalışmaktaydılar. Bu yarımadada Hristiyanlığın yayılmasına sebep olan amiller, diğer dinlerinkine nazaran daha fazladır. Bu bakımdan Hristiyanlık Araplar arasında daha fazla yayılmıştır. Bu dinin yayılma sebeplerini ticaret, misyonerlik ve kölelik gibi üç mühim noktada toplayabiliriz.
Bu yayılma işinde kuzeyde büyük bir devlet olan Bizans’ın rolü elbette küçümsenemez. Diğer yandan Bizanslılar Arap yarımadası sahillerinde kiliseler kurmuşlardır. Bizans’ın o dönemde Hristiyanlığı benimsemiş olan Habeşistan ile olan ticari ve siyasi ilişkilerinin Araplar üzerindeki tesiri çok olmuştur.
Arabistan’a giren misyonerler, cahiliye Araplarına nispetle ilim, tıp, mantık ve insanlara tesir etme kabiliyetlerine sahip olduklarından bazı kabile reislerinin hastalıklarına deva bulmak suretiyle, onların himayelerine girip aynı zamanda o reisi de kendi dinlerine sokabiliyorlardı. Kabile hayatının hüküm sürdüğü yerlerde o kabile mensupları da reislerine tâbi olup Hristiyan oluyorlardı.
Mekke’de çok az sayıda Hristiyan vardı. Tahsilini papazların yanında muhtemelen Suriye’de yapmış bulunan ve hatta İncil’in el yazmalarına sahip olduğu zannedilen Varaka b. Nevfel hariç Hristiyanların hemen hepsi köle idi. Hicretten önce Mekke’de 20 kişi kadar bir Hristiyan delege heyetinin, Hz. Peygamberin huzuruna çıktığı ve Kur’an tilavetini dinledikten sonra İslam’ı kabul ettikleri rivayet edilir. İslam’a girmeden önce okumuş, tecrübeli ve seyahatleriyle meşhur bir adam olarak bilinen Temim ed-Dârî de, aslen Yemenli bir Hristiyan aileye mensuptu. Hz. Peygamber uzak yerlerdeki Hristiyanlarla, bazen mektupla da iletişim kurmuştur. Örneğin "Hz. Peygamberin, Necran Hristiyanları”na gönderdiği bir mektup elimizde mevcuttur.
Kur’an’da Hz. İsa, annesi Meryem, kitapları İncil ile Hristiyanlardan ve onların Allah mefhumu hususunda içine düştükleri sakat inançtan tafsilatıyla bahsedilir. Tıpkı Tevratın olduğu gibi İncilin de ilahi kaynaklı bir kitap olması ve Kur’an’ın Hristiyanların kitabını tıpkı kendisi gibi bir hidayet vesilesi olarak göstermesi , geçmiş kitaplara Müslümanların inanma mecburiyetini getirmesi , bu dinin salikleri ile Müslümanlar arasında Yahudiler kadar olmasa da bir ilişkinin olmasını gerekli kılmıştır.
Hristiyan kültürü Kur’an-ı Kerim’in de işaret ettiği gibi önemli oranda İncil’e dayanır. Hristiyanlarca muteber olan ve peygamberlerin hayat hikayelerini ve bunun gibi olayları anlatan İncillere "ahdi cedid" denilir. Hz. İsa’dan sonraki haber, kıssa ve malumatları ihtiva eden İncillerin Hz. İsa’dan alındığının kabul edilmesi ve Hristiyan kültürünün kaynaklarından birini oluşturması tabiidir. Hristiyanlarca mukaddes olan ve Tevrat’la İncil’i ihtiva eden kitaplara "ahdi kadim ve ahdi cedid" ismi verilir.
Kur’an-ı Kerim ve diğer ilahi kitapların sıhhat açısından mukayesesi ve Araplarla ehl-i kitabın ilişkilerinden kısaca bahsettikten sonra, çalışmamızın bu noktasında, isrâilî rivayetlere kaynaklık vazifesini gören şahısların isimlerini zikredip Kâ’bu’l-Ahbâr’ın hayatı ve ilmî şahsiyetinden bahsedeceğiz.
Tedvin devrinden önceki dönemlerde israilî rivayetler bazı isimler etrafında dönmüştür. Bunlar sahabeden, tabiinden ve onlardan sonraki nesillerden olmak üzere üç kısma ayrılır. Bunlar da Sahabilerden Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre, Abdullah b. Amr b. Ass, Abdullah b. Selam ve Temim ed-Dari; Tabiilerden, Kâ’bu’l-Ahbâr ve Vehb b. Münebbih; Sonrakilerden de Abdulmelik b. Abdulaziz b. Cüreyc, Kelbi ve İbn İshak şeklinde zikredilmektedir.
İsrailiyat konusunu genel olarak verdikten sonra tabiinden Kâ’bu’l- Ahbar’ın hayatı, israiliyyatta ve rivayet tefsirindeki yeri konusuna geçebiliriz.
Kâ’bu’l-Ahbâr’ın Hayatı
Aslen Yemen Yahudilerinden olan Kâ’b’ın künyesi Ebu İshak’tır. Yemenli Zi’l-Kilâ’ da denilen Zû Ruayn ailesinden olup ikinci tabaka muhadramun dandır. Asıl isminin Ebu İshak Kâ’b b. Mâtı’ b. Heynû’(Heysû’) olduğu söylendiği gibi Amr b. Kays b. Ma’an b. Ceşm b. Abduşşems b. Vâil b. Avf b. Cemher b. Katn b. Avf b. Züheyr b. Eymen b. Hımyer b. Sebe’ el-Himyerî olduğu ve "Kâ’bu’l-Ahbâr" olarak meşhur olduğu da kaynaklarda ifade edilmektedir.
İslam Ansiklopedisinde M. Schmitz "Kâ’b" maddesinde onun ismiyle ilgili şu bilgilere yer verir: "Lidzbarski onun adının aslında İbranice olup ’Akîba veya Ya’kub olduğunu fakat bilahare Arapça Kâ’b ismine çevrildiğini tahmin etmektedir. İlahiyat sahasında ve bilhassa Kitab-ı Mukaddes üzerindeki bilgisi dolayısıyla Kâ’bu’l-Ahbâr veya Kâ’bu’l-Habr (Haham Kâ’b) diye isimlendirilmiştir. Habr veya hıbr, Babil Yahudilerinde "Rabbî’den sonra gelen ilmî bir ünvan olan "Hâber" kelimesinden alınmıştır. Harizmi de bunu Arapçadaki âlim manasına bir Yahudi unvanı olarak göstermektedir."
Hakkında müspet-menfi bir çok sözün söylendiği Kâ’b, müslüman olmadan önce Yemen’de yaşamaktaydı. Cahiliye döneminde yaşamış , peygamber zamanını idrak etmiş, fakat kendisini hiç görmemiştir. Hz. Ebubekir’in zamanında veya meşhur olan görüşe göre Hz. Ömer’in hilafeti (hicri 17 senesi) döneminde müslüman olmuştur.
Kâ’bu’l-Ahbâr’ın müslüman oluşu tabakat kitaplarında şu şekilde nakledilmektedir. İbn Abbas Kâ’b’a: “Resulullah ve Hz. Ebubekir zamanında müslüman olmayıp da Hz. Ömer zamanında müslüman olmaya seni sevk eden şey nedir?" deyince Kâ’b da: "Babam benim için Tevrat’tan bir kitap yazdı ve onu bana vererek "Bununla amel et." deyip kitabı mühürledi ve mührü açmamamı söyledi. Vakti gelince İslam’ın yayıldığını duydum ve kendi kendime: "Umulur ki baban bir ilmi senden gizlemiştir. Onu oku" deyip mührü açtım. Orada Muhammed’in ve ümmetinin vasıflarını buldum ve Müslüman oldum." demiştir.
Hz. Ömer’in hilafeti zamanında Yemen’den Medine’ye gelip yerleşmiş, önceleri Medine’de, daha sonra da ölünceye kadar Şam’da ve Hıms’da ikamet etmiştir. Kâ’b’ın müslüman olduğu dönem, İslam’ın siyasi otoritesinin çevre ülkeler tarafından kabul edildiği ve hızla yayıldığı, İslam Tarihi’nin en parlak devresi olan Hz. Ömer’in hilafeti zamanına rastlar. Kâ’b, Hz. Ömer döneminde gerçekleştirilen savaşlara katılmış , Kudüs’ün fethinde Hz. Ömer onu beraberinde götürmüştür.
Ahmed Emin, Hz Ömer (r.a.) döneminde bazı siyasi olaylarda ve Hz. Ömer’in şehadetinde Kâ’b’ın parmağı olduğunu iddia etmektedir. Kâ’b Hz. Ömer’in şehadetinden üç gün önce ona gelmiş ve aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir. Kâ’b, "Üç gün içerisinde öldürüleceksin" deyince Hz. Ömer: "Nerden biliyorsun?" demiştir. O da: "Allah’ın kitabı Tevrat’ta buluyorum" cevabına Hz. Ömer: "Sen, Ömer b. Hattab’ı Tevrat’ta mı buluyorsun?" diye sormuştur. Kâ’b da "Hayır vallahi, ismini değil, fakat sıfatını, hilyeni ve ölümünü buluyorum." demiştir.
Zehebî, bu rivayetin sahih olmadığını söyleyerek delilleriyle Kâ’b’ın Hz. Ömer’in şehadetinde bir dahli olmadığını söylemektedir. Nitekim rivayetlere göre o dönemde Suriye’de umumi vali olan Muaviye, muallim ve müşavir olarak kendisini sarayına almıştır.
Kâ’b’ın Hz. Ömer zamanındaki hayatı ile ilgili bilgiler bu kadar olmakla beraber Hz. Osman döneminde ise "Onun hasımları ile arasındaki mücadelede Kâ’b’ın, faal bir surette halifenin tarafını tuttuğu" şeklindeki bir bilgiye ve ölümü hakkında habere sahibiz. Bu habere göre Kâ’b, Hz. Osman’ın halifeliğinin sonlarında bir gazveye katılma esnasında , otuz iki veya otuz dört senesinde , bir diğer rivayete göre ise otuz beş senesinde Hıms’ta vefat etmiş ve burada defnedilmiştir. Ancak başka bir rivayete göre de Hıms’ta değil Şam’da vefat edip orada defnedilmiştir. Kâ’b vefat ettiğinde yüz dört yaşındaydı.
İlmî Şahsiyeti
Kâ’bu’l- Ahbar, Müslüman olmadan önce Yahudi bilginlerinden biriydi. Bu özelliği İslam’a girdikten sonra da kendisini hissettirmiştir. Kâ’b, Arapların ehl-i kitaptan rivayette bulunan ravilerinin en eskilerindendir. Kitab-ı Mukaddes üzerindeki bilgisi dolayısıyla hıbr (bilgin ve dinde lider kişi) şeklinde Kâ’bu’l- Ahbar veya Kâ’bu’l-Hıbr diye isimlendirilmiştir.
Kâ’b eski kitapları ve onlarla ilgili şifahi rivayetleri gayet iyi biliyordu. Onun en çok bu yönü övülmüştür. Kaynakların ifadesine göre Ebu’d-Derda, Kâ’b’ı kastederek "O’nun çok bilgili olduğunu ve gerek bilgisi gerekse güvenirliği hususunda herkesin ittifak ettiğini" ifade etmektedir.
Kâ’b’ın ilminin çokluğunu ifade eden başka haberler de bulunmaktadır. Onun hakkında Muaviye: "Kâ’b’ın yanında denizler kadar ilim vardır." derken ; "Abdullah b. Selam ve Kâ’bu’l-Ahbâr’dan daha âlim kimse var mıydı?" şeklinde Vehb b. Münebbih’e bir sual sorulunca kendisini kastederek, "Her ikisinin ilmini ve diğer ilimleri cemeden birini biliyorum. O mu yoksa diğer ikisi mi daha âlimdir?" şeklinde cevap vermiştir. Vehb’in bu ifadesi de Kâ’b’ın ilminin derinliğini dolaylı olarak göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Hakkında "İlmin kabı idi" denilen Kâ’bu’l-Ahbâr’ın ilmî otoritesi için İbn Hacer: "Kâ’b’ın büyük bir ilmi vardı. O Yahudi medeniyeti ve İslam medeniyeti hakkında büyük bir bilgiye sahipti. Kâ’b’ın ilminin çokluğu hakkında sahabeden bazılarının övgüleri vardır. Bunlardan biri olan Ebu’d-Derda, Kâ’b hakkında "İbn Hamiri, çok ilim sahibidir" der. Hz. Muaviye de onun ilmi hakkında "Dikkat edin! Ebu’d-Derda hâkimlerdendir. Amr b. Ass da onlardan birisidir. Dikkat edin! Kâ’bu’l-Ahbâr âlimlerden birisidir. Onun denizler kadar ilmi vardır." demektedir.
Kâ’bu’l-Ahbâr’ın rivayet tefsirindeki yerine geçmeden önce rivayet tefsiri, isrâiliyyât ve kısımları hakkında kısaca bilgi vermekte fayda mülahaza ediyoruz.
Rivayet Tefsiri
Bilindiği gibi tefsir rivayet ve dirayet tefsiri şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünneti, sahâbe ve tâbiûn sözlerine dayanan bir tefsir çeşidine, "rivayet tefsiri" denildiği gibi, "naklî tefsir" veya "me’sur tefsir" de denilmektedir. Başlangıçta rivayetle başlayan bu tefsir çeşidi, Hz Peygamber’den itibaren sonraki nesillere intikal etmiştir. Ancak tedvin edilen rivayetler beraberinde, uydurma haberlerin çokluğu, isrâiliyyâtın girişi, isnatların hazfi gibi bazı zaafları da beraberinde getirmiştir.
İsrâiliyyât, Kısımları ve İsrâiliyyâtı Rivayet Etmenin Hükmü
İsrâiliyyât kelimesi, İbranice bir kelime olup "İsrâil" kelimesinin çoğuludur. "Kul" manasına gelen "isrâ" ile, Allah manasına gelen "îl" kelimesinden oluşur ve "Allah’ın kulu" anlamınadır. Ayrıca isrâil rivayetlere göre Hz. Yakub’un ismi ve lakabıdır. Hz. Yakup da Kur’an’da zikredilen meşhur on iki Yahudi boyunun atasıdır. Kur’an-ı Kerim Yahudilerden çoğunlukla, "Benû İsrâil/İsrâiloğulları" şeklinde kırk dokuz yerde bahseder.
Bu kelime sonuna nispet yası eklenmek suretiyle tefsir terminolojisinde "Yahudilere nispet edilen kıssa veya hadise" manasına gelmektedir. Dar manasıyla tefsire girmiş Yahudi kültürünü ifade etmesine rağmen, genel manada, "İslam’a ve özellikle tefsire girmiş olan Yahudi, Hristiyan ve diğer dinlere ait kültür kalıntılarıyla dinin gerek lehine gerekse aleyhine uydurulup Hz. Peygambere ve onun arkadaşlarına ve müteakip nesillere izafe edilen her türlü haber" isrâiliyyât kelimesinin anlam alanındadır. Kısaca İslam’a yabancı olan herşey bu kelimenin bünyesinde mütalaa edilmelidir. Diğer dinlere nispetle Yahudilikten gelen haberler ve Müslümanların onlarla teması daha fazla olduğu için, bu kelimenin Yahudilere tahsisi uygun görülmüştür. Başka bir ifade ile bu ifadenin kullanılması, Müslümanların Yahudilere ait haberleri, Hristiyanlar ve diğer milletlerin kültürüne tercihinden ve Yahudilerden yapılan nakillerin çokluğundan kaynaklanmaktadır.
İsrâiliyyâtın Kısımları
İsrâiliyyâtı çeşitli yönlerden sınıflandırmak mümkündür. Tefsir Usulü ile ilgili kitaplarımız isrâiliyyâtı çeşitli yönlerden kısımlara ayırmışlar ve bununla ilgili örnekleri vermişlerdir. İsrâiliyyât ‘senedi’, ‘haberlerin konusu’ ve ‘İslam’a uyup uymaması’ açısından bir tasnife tabi tutulmuştur. Sened açısından, sened ve metnin sahih, zayıf ve uydurma olması; haberlerin konusu açısından, inanç, ibadet-ahkam ve vaaz- nasihat kısımlarına; İslam’a uyup uymaması açısından da makbul, merdud ve meskutun anh şeklinde alt kısımlara ayrılarak incelenmiştir.
İslam’a uyup uymaması açısından isrâiliyyâtı, İslam’a uygun olan isrâiliyyât, İslam’a uymayan isrâiliyyât; tasdik ve tekzib edilmeyen isrâiliyyât şeklinde üç kısma ayırmak mümkündür.
İslama Uygun Olan İsrâiliyyât;
Bu kısımdaki isrâiliyyât, İslam tarafından makbul sayılan haberlerdir. Bundan maksat, sahih sened ve metinlerle muteber hadis kitaplarında yer almış olan haberlerdir. Yani Hz. Peygamberin, sahabenin veya onlardan sonra gelen nesillerin, eski milletlerin daha ziyade dini kültürlerine ait olarak haber verdikleri ve anlattıkları şeylerdir. Normal olarak Kur’an-ı Kerim’de çeşitli hallerinden bahsedilen eski millet ve kavimlere dair gerek Hz. Peygamberin ve gerekse ondan duyarak sahabenin nakletmiş olduğu tefsir ve açıklamalar bu kısmın içine girer.
Kabul edilen isrâiliyyâta şu örneği verebiliriz. "Ebu Said el-Hudri’nin rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde arz, tandırda pişirilen bazlama ve pide gibi olur. Cebbar olan Allah, onu herhangi birinizin yolculukta bazlamasını (tandıra koyup pişirinceye kadar) evirip çevirdiği gibi cennet ahalisi için bir misafir yemeği olmak üzere eliyle evirip çevirir." buyurdu. Bu sırada Yahudilerden birisi geldi ve :"Ya Ebe’l-Kasım, Rahman olan Allah, seni mübarek kılsın, cennet ahalisinin kıyamet günü yol azığının ne olduğunu sana haber vereyim mi? deyip Rasulullah’ın dediği gibi "Arz bir tek bazlama olur." deyince Resulullah bizlere baktı ve sonra dişleri görününceye kadar güldü. Sonra Yahudi tekrar sana cennet ahalisinin ekmeklerinin katığını da haber vereyim mi? Onların katığı "bâlâm" ve "nun"dur." deyince sahabiler "Bunlar nedir?" diye sordular. Yahudi ise öküz ile balıktır. Bu iki hayvanın ciğerinin (en nefis ve ciğere asılı) münferit bir parçasından yetmiş bin kişi yiyecektir." dedi.
İslam’a Uymayan İsrâiliyyât;
Bu çeşit isrâiliyyâta ‘merdud isrâiliyyât’ da denilmektedir. Bu kısma giren isrâiliyyât, -hangi konuya ait olursa olsun- İslam’ın esasları (inanç ve ibadetler) ile tenakuz halindedir. Bu tür isrâiliyyâtı aklen ve naklen kabule imkân yoktur; fakat bu tür isrâiliyyât da tefsirlerimize girebilmiştir. Bu haberler bir şahıs veya kaynaktan alınırken üzerinde ekseriya düşünülmemiştir.
İslamiyete uymayan isrâiliyyât çeşidine bir örnek verecek olursak; "Avc b. Unuk isimli dev yapılı adam rivayetlere göre Hz. Nuh’tan önce de vardı ve tufanda ölmedi. Hz. Musa zamanına kadar yaşadı. Avc, inatçı, kafir ve zalim biriydi. Annesi Âdem kızı Anak bunu zina mahsülü olarak dünyaya getirmişti. Boyu çok uzun olduğu için okyanusların dibinden balığı tutar ve bu avları güneşin merkezinde kızartırdı. Bu adam gemide olan Hz. Nuh’a bu küçük çanak nedir, neye yarar? gibi sözler söyleyerek onunla alay ederdi."
Tasdik ve Tekzib Edilemeyen İsrâiliyyât; Bu tür isrâiliyyât çeşidi de, ne kabul edilir, ne de reddedilir. Çünkü bu rivayetler, İslam’a zıt olmadığı gibi, sahih naslarla da desteklenmemektedir. İsrâiliyyâtın en yaygın çeşidi bu olup tefsirlerimizde bol miktarda bulunmaktadır. Bunun sebebi ise Hz. Peygamber’in "Ehl-i kitab’tan haber alın, bunda bir beis yoktur." şeklindeki beyanlarıdır.
Bakara süresinde geçen inek boğazlanması, Nemrud’un ordularının helak edilmesi ve Karun’la ilgili isrâili haberler bu kısma verilebilecek olan örneklerdir. Mesela, "Bir zamanda Musa kavmine: "Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor." âyetinin tefsiri münasebetiyle kitaplarda şöyle bir habere yer verilmektedir: İsrâiloğulları arasında son derece zengin bir adam vardı. Bu adamın bir kızı ve aynı zamanda fakir, muhtaç bir de yeğeni vardı. Yeğeni amcasından kızını istedi. Fakat kızın babası fakir olması sebebiyle kızını yeğenine vermek istemedi. Genç buna kızdı ve: "Vallahi amcamı öldüreceğim ve kızıyla evleneceğim. Malını alıp diyetini yiyeceğim." dedi. Amcasının yanına vardı ve civarda bulunan bir ticaret kervanına kadar gitmesi hususunda onu ikna etti. İkisi birlikte bir gece vakti yola koyuldular. Genç yolda amcasını öldürdü. Geri dönüp geldi. Sabah olunca amcasının nerede olduğunu bilmiyormuş ve onu arıyormuş gibi bir tavır takındı. Ticaret kervanındaki adamlara varıp "Amcamı siz öldürdünüz, diyetini verin." diyerek başına toprak saçıp ağlamaya, üstünü başını yırtmaya, bağırıp çağırmaya başladı. Olayı Hz. Musa’ya aksettirdiler. Hz. Musa onları diyet ödemeye mecbur etti. Fakat "biz diyet vermekten çekinmiyoruz. Bu basit bir şeydir. Fakat katil olarak itham edilip kınanmaktan korkuyoruz." diyerek, Hz. Musa’nın gerçek suçluyu tespiti hususunda Allah’a yalvarmasını istediler. "Hani siz bir kimse öldürmüştünüz de, onun (katili) hakkında birbirinizle atışmıştınız." âyetinde dile getirilmektedir.
İsrâiliyyâtı ve kısımlarını bu şekilde zikrettikten sonra, şimdi de, İsrâiliyyâtın naklini yasaklayan ve izin veren hadislerin ışığında İsrâiliyyâtı rivayet etmenin hükmünü kısaca inceleyeceğiz.
İsrâiliyyâtı Rivayet Etmenin Hükmü
İsrâiliyyâtı nakletmenin hükmü ile ilgili olarak Hz. Peygamberden gelen hadislerin bazısı, İsrâiliyyâtın nakline cevaz verirken; diğer bazıları da şiddetle yasaklamaktadır. Şimdi bu zıt rivayetlerden önce Yahudi ve Hristiyanlardan haber naklini yasaklayan hadisleri daha sonra da cevaz veren hadisleri zikredeceğiz.
İsrâiliyyâtın Naklini Yasaklayan Hadisler;
İslam’ın birinci kaynağı Kur’an-ı Kerim, birçok defa Yahudi ve Hristiyanların ellerinde mevcut olan mukaddes kitaplarını tebdil ve tağyir ettiklerini, "Yahudilerden öyleleri var ki, kelimeleri (Allah tarafından) konuldukları yerlerinden (kaldırıp) değiştirirler..." "(Yahudiler de) Allah hiç bir beşere hiçbir şey indirmedi, dediler. Söyle (onlara) ki: "... (İşinize geleni gösterip) açıkladığınız (fakat) çoğunu gizlediğiniz o kitabı kim indirdi?" gibi âyetlerde ifade etmektedir.
İsrâiliyyât dediğimiz şeyler de, büyük çoğunlukla Kur’an-ı Kerim tarafından niteliği bildirilen bu kitaplar ve bunların şerhi mahiyetinde olan hayal mahsülü düzme eserlerden nakledilmektedir. Şimdi bu Yahudi kaynaklı rivayetlerin yasaklanmasını anlatan hadislerden birkaçını zikredelim.
Hz. Peygamber zamanında Ehl-i Kitap’tan olan Yahudiler, Tevrat’ı İbranice okurlar ve onu Müslümanlar anlasınlar diye Arapça olarak tefsir ederlerdi. Durumdan haberdar olan Resulullah, "Ehli kitabı ne tekzip; ne de tasdik edin. Sizler, ‘Biz Allah’a ve onun tarafından indirilene iman ettik.’ deyiniz." buyurdu." Rivayete göre Hz. Ömer, Tevrat’tan bir sahife yazmıştı. Yazdığı bu sahifeyi Hz. Peygambere getirdi ve okumaya başladı. Bu esnada Hz. Peygamber’in yüzü değişiyordu. Mecliste bulunan Ensar’dan bir zat Hz. Ömer’e: "Yazıklar olsun sana ey Hattab oğlu Ömer! Sen Resulullah’ın yüzünü görmüyor musun?" dedi. Bundan sonra da Hz. Peygamber: "Ehli kitaba hiçbir şey sormayın. Kendileri sapık olan adamlar sizi asla doğru yola iletemezler. Sizler de (ehli kitaba sorduğunuz ve cevap aldığınız takdirde onları tasdik ve tekzipten dolayı) ya hak olan bir şeyi yalanlamış veya batıl olan bir şeyi doğrulamış olursunuz. Allah’a yemin ederim ki eğer Musa sağ olsaydı bana iman edip, yoluma iman edip, bana uymaktan başka çare bulamazdı." buyurdu.
Bir başka rivayette Hz. Ömer, Kâ’bu’l-Ahbâr’ı Beni israil kıssalarını anlatmaktan men etmiş ve aksi davranışta bulunduğu takdirde onu kendi memleketine sürmekle tehdit ederek, "Ya eski milletlerin ve onlara ait kitapların haberlerini anlatmaktan vazgeçersin ya da seni maymunlar ülkesine (Yemen) sürerim." demiştir.
İsrâiliyyâtın Nakline Cevaz Veren Hadisler;
Müslümanlar kitaplarının veciz ve özlü oluşundan dolayı onun tefsirini ve açıklamasını yaparken diğer dinlerin tafsilatlı haberlerini de almışlardır. Bunlar İslami ilimlerin hemen hepsinde görüldüğü gibi daha ziyade kendisini tefsirde hissettirir. Tefsirdeki bu isrâiliyyât hareketi, sahabe devrine kadar indirilebilir. Kur’an’ın Tevrat ve İncillere nispetle kıssalar yönünden veciz oluşu sahabenin tefsir hususunda ehli kitaba müracaat etmelerine sebep olmuştur. Kur’an’daki bir kıssayı ele alan sahabe, bu hususta eskiden kitap ehlinden olup sonradan müslüman olan kimselere kıssaların teferruatıyla ilgili hususları soruyorlardı. Yalnız sahabe her şeyi kitap ehline sormadığı gibi onlardan gelen her şeyi de kabul etmiyorlardı.
Bazı hadis mecmualarında yer alan Abdullah b. Amr b. Ass’a ait bir rivayette Hz. Peygamber: "Bir âyet dahi olsa benden (işittiklerinizi) başkalarına ulaştırın. Beni israilden nakledin. Bunda beis yoktur. Kim bana kasten yalan isnat ederse o cehennemdeki yerine hazırlansın." demiştir. Hadise dikkat edilirse daha önce zikredilenlerin aksine beni israilden rivayet etmede bir mahzur olmadığı vurgulanmaktadır.
Bu müsaadeden dolayı Abdullah b. Amr, Yermük muharebesi ganimetlerinden kendi payına düşen iki deve yükü ehli kitaba ait kitaplardan, anladığı nispette nakillerde bulunmuştur. Fakat onun bu şekildeki nakilleri ‘istişhad’ içindi. Yoksa itikat ve ahkamla ilgili değildi. Bu haberden anlaşıldığına göre Hz. Peygamber onları tamamen menetmemiş, İslam’ın ruhuna zıt olmayan şeyleri almakta bir beis görmemiş olabilir.
Bu tek örneğin dışında İsrail oğullarından hadis nakline dair elimizde hiç bir rivayet yoktur. Zehebi bu hususta bazı müelliflerin, Yahudi ve Hristiyanlara müracaatı dile getiren âyetlere dikkati çekerek isrâiliyyâtın nakline cevaz verme yoluna meylettiklerini ifade etmiştir. Oysa bu yanlış bir yoldur. Hz. Peygambere has olan ve Kur’an tarafından bildirilen durumlar yanlış değerlendirmelere yol açmamalıdır. demektedir.
Bunlara, "Tevrat indirilmeden önce İsrailin (Hz. Yakub’un) kendisine haram kıldığı şeyler dışında İsrailoğullarına bütün yiyecekler helal idi. De ki: Doğrulardan iseniz, Tevrat’ı getirin, okuyun." âyeti misal olarak verilebilir. Bu âyet, isrâiliyyâtın naklini caiz görenler tarafından rivayet edilen âyetlerden birisidir. Bu âyet Yahudilerin "yiyeceklerin hepsinin helal olması" konusunu inkar ettiklerini ortaya koymakta, onların yalanlarını yüzlerine vurmakta ve iddialarının aksi olan hususun kendi mukaddes kitaplarında yazılı olduğunu bildirmektedir. Âyetin nüzul sebebi incelendiği zaman bu husus daha güzel anlaşılacaktır. Dolayısıyla bu âyetten ehli kitaba veya onların eserlerine müracaat etme, onlardan haber nakletme gibi bir netice çıkarmak oldukça zordur.
İsrâiliyyâtin Naklinin Cevazı ile Men’inin Te’lifi;
Kur’an, israiloğulları ile ilgili bilgiler sunarken bu bilgilerin doğruluğunun görülmesi için o kutsal kitapları referans gösterir. Örneğin Yunus sûresindeki "Eğer sana indirdiğimizden kuşkuda isen senden önce kitabı okuyanlara sor." âyetinde kitabın hak olduğunu Resulüne ispat etmek için daha önceki ilahi kitaplara müracaat etmesi kendisinden istenmektedir. Bu anlamda başka örnekler de Kur’an’da mevcuttur. Kur’an’da eski peygamberlerle ilgili kıssalara da çok yer verilmektedir. Örneğin ineğin kesilmesi , habil-kabil kıssası , gökten inen sofra , ashabı uhdûd gibi olaylar eski peygamberler ve milletlerle ilgili olup Kur’an bunları bize nakletmektedir.
Ancak bu nakil işi hangi usulde olacaktır? Bu haberlerin naklinin nasıl olacağını, Zehebi özetle şöyle ifade etmektedir: "Bir Müslümanın onlardan nakledilenleri mutlak olarak kabul ve reddetmesi caiz değildir. Bilakis Kur’an ve sünnetin ruhuna uygun olanları kabul eder. Bu uygunluk, o haberin tebdil ve tahriften uzak olduğunu gösterir. Kur’an ve sünnetin ruhuna ve akla aykırı olan da reddedilir. Çünkü bu muhalefet, o haberlere tebdil ve tahrifin karıştığına delalet eder.
Buna göre İslam’a uygun olanın rivayeti caizdir. Ehli kitaba müracaata delalet eden âyetler buna hamledilir. Ve Resulullah’ın "haddisû..." şeklindeki hadisi ise doğruluğu bilinen şeylerin rivayet edileceğine işaret etmektedir. Nakle ve akla aykırı olanlara gelince onların rivâyeti caiz değildir. Allah’ın ehli kitaba müracaata müsaadesi ve Rasulullah’ın onlara nakle izin vermesi yalan haberi içine almaz. Çünkü Allah ve Rasulu’nün yalan haberi rivayete izin vermesi düşünülemez.
İslam’ın sükût ettiği; yalana da doğruya da muhtemel olan konularda hüküm ise, kabul veya reddi tercih etmemektir. Resulün "Ehli kitabı tasdik de etmeyin, tekzib de etmeyin." ifadesi de bunu açıklamaktadır. Ancak bu tür haberleri mutlak olarak doğru ve yanlış olarak nitelemeksizin nakil ise mutlak nakletmenin cevazı çerçevesinde değerlendirilmelidir."
İsrâiliyyâtın naklinin cevazına ve yasaklılığına dair haberleri naklettikten sonra çalışmamızın bu noktasında İsrâiliyyâtın tefsirlere girişi ve bunu kolaylaştıran amillerden de kısaca söz etmek yerinde olacaktır.
Tefsirlerde İsrâiliyyât
Kur’an-ı Kerim, kültür bakımından gelişmemiş saf bir zihne sahip olan Araplara inmiştir. Araplar ekseriyet itibariyle ümmi bir topluluktu. Bu durum çeşitli şekillerde Kur’an ve Sünnette ifade edilmiştir. Şurası bir gerçektir ki ilim bakımından fazla terakki etmemiş kişiler bir anlamda ümmi olanlar her şeye karşı merak ve tecessüs ile doludurlar. Merak ettiği şeyleri kendinden fazla bir şeyi bilene sormayı isterler. Nitekim böyle de oldu. Bu sayede ehli kitaptan birçok nakil yapılmaya başladı. Bu nakledilenler zamanla çoğaldı, kitapları doldurdu. Bu haberlerin İslamiyet’e girişi, Arapların kültürlerinin zayıf olmasında aranılacağı gibi İslamiyet’e yeni girenlerin şahsi durumlarında da aramak lazımdır. Fakat bunu söylerken bazı isimlerin de fazlaca istismar edilebileceğini gözden ırak tutmamalıyız.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra sahabe devrinden itibaren israiliyyat denilen haberler, ekseriya Kur’an-ı Kerimde kısa ve kapalı olarak zikredilen kıssalar etrafında meydana gelen boşlukları doldurmak içindi. Bu gaye ile diğer mukaddes kitap mensuplarına müracaat edilerek onların bu hususta kitaplarında bulunan tamamlayıcı bilgiler aktarılıyordu. İsrailiyat denen şeylerin bir kısmı da bizzat Müslümanlar kanalıyla yayılıp kitaplara geçmiştir. Buna misal olarak Abdullah b. Amr b. Ass’ın, Yermük harbinde iki deve tutarı ehli kitap eserini elde etmesini ve bunları okuyup etrafa anlatmasını söyleyebiliriz.
İsrâiliyyâtın Geçişini Kolaylaştıran Amiller
Kur’an-ı Kerim’in ehli kitaba karşı tutumu
İsrâiliyyâtın geçişini kolaylaştıran amillerin başında gelmektedir. İslamın iman esaslarından biri "Kitaplara İman"; diğeri de "Peygamberlere iman"dır. Bir müminin Allah’ın mukaddes kitaplarından hiçbirini inkar etmesi düşünülemez. Hatta onlar hakkında şüphe bile edemez. Çünkü böyle bir durum müminin imanını zedeleyecek bir davranıştır.
Kur’an-ı Kerim’in muhatabı bütün insanlar ve cinlerdir. İnsanların hiçbirisi Kur’an davetinden istisna edilmemiştir. Bu davet yapılırken muhataplardan asılları itibariyle kutsal kitaplara sahip olanlar arasında da bir fark gözetilmemiştir. Nitekim Kur’an, bu gerçeği şöyle dile getirir: "Andolsun ki biz israiloğullarına kitap, hüküm, (adaletle hükmetmeleri için) hikmet ve peygamberlik vermiş, onlara tertemiz rızıklardan bahşetmiş ve onları (zamanlarında) âlemlerin üstüne çıkarmış idik. Onlara dinin emirlerinden açık deliller vermiştik..." "Rasul kendisine Rabbinden indirilene iman etti müminler de. Hepsi de Allah’a meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etmiş ve şöyle demişlerdir: Allah’ın peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz."
Bunlardan ayrı olarak Kur’an-ı Kerim, Müslümanlara ehl-i kitaba iyi muamelede bulunmalarını emretmiş, onlara karşı girilecek herhangi bir mücadele ve münakaşada yine iyi tutum sergilemelerini istemiştir: "Ehl-i kitapla içlerinden zulmedenler hariç en iyi şekilde mücadele ediniz. Ve deyiniz ki: Biz, bize vahyolunana da size vahyolunana da inandık. Bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir. Biz ona teslim olmuşuzdur."
Kur’an-ı Kerim’in, kendisini kabul edenlere müsamahalı davrandığı gibi kabul etmeyenlere de aynı şekilde davrandığını söylemiştik. Bu arada ehli kitaba da çok müsamahalı davranmış ve bunun neticesinde onlara birkaç maddede özetleyebileceğimiz cizye, ehli kitabın kestikleri hayvanların Müslümanlar tarafından yenilmesi, ehli kitabın kadınlarıyla Müslüman erkeklerin evlenebilmeleri, ehli kitabın kaplarından Müslümanların yiyebilmeleri gibi ayrıcalıklar vermiştir.
Bir başka amil de Hz. Peygamber’in ve sahabenin ehli kitaba karşı tutumlarıdır.
Hz. Peygamber davetini bütün insanlara yöneltmişken bu davetten ehli kitabı ayrı tutamazdı. İslam’ın prensip olarak koyduğu bazı haller dışında Hz. Peygamber diğer din mensuplarıyla gayet hoş geçinmiş ve bize bunun çeşitli örneklerini bırakmıştır.
Sahabeden bazılarının Yahudi ve Hristiyan hizmetçileri ve köleleri vardı. Bunlar en yüksek seviyede insani muamele görüyorlardı. Zaman zaman Hz. Peygamber’e Medine civarında bulunan Hristiyan kolonilerinde yapılmış peynir ve emsali yiyecek maddeleri gelir, Efendimiz bunları kendi elleriyle keser ve yerdi.
Bir gün sayıları epeyce kalabalık olan bir Hristiyan delege heyeti Medine’ye gelmişti. İçlerinde meşhur bey ve keşişlerin de bulunduğu bu topluluğu Hz. Peygamber mescitte misafir etti ve onların kendi ibadetlerini orada yapmalarına müsaade etti.
Hz. Peygamber hasta olan gayri müslimleri de ziyaret eder, onların hal ve hatırını sorar, müsait bir zemin bulunca da onlara İslam’ı anlatırdı. Nitekim bir gün efendimizin tanıdığı genç bir Yahudi hastalanmıştı. Onu ziyaret eden Hz. Peygamber, kendisini İslam’a davet etti. Yahudi genç bu daveti kabul ederek şahadet getirdi ve müslüman oldu. Bu olaya sevinen Hz. Peygamber, evden çıkarken: “Onu cehennemden kurtaran Allah’a hamdolsun" şeklinde dua etti.
Hz. Peygamber vefat ettiği zaman zırhı bir Yahudi’de rehin idi. Bu da bize Hz. Peygamber’in onlardan borç aldığını göstermektedir.
Hz. Peygamber’in ve sahabenin Hristiyan ve Yahudilere karşı gösterdikleri bu insani muamele isrâiliyyât dediğimiz şeylerin Müslümanlar arasında yayılmasının ve benimsenmesinin sebeplerinden birisini teşkil etmiştir. Efendimizin kendilerine bu kadar iyi davrandığı insanların mukaddes kitaplarından nakledilen şeylerin benimseneceği ibret gayesi ile dinleneceği ve hatta kitaplara yazılacağı yolunda kuvvetli bir kanaat oluşmuştur. Bu kanaat, isrâiliyyâtın alınmayacağı, duyulanların tekzib ve tasdik edilmeyeceği yolundaki beyanları bir ölçüde gölgelemiştir. Oysa ki Hz. Peygamber’in ehl-i kitaba karşı gösterdiği bu insani muamele ayrıdır; onların haberlerini reddetmek ayrıdır. Bu sünnetlerden onların haberleri lehine bir netice çıkmaması gerekir ancak çıktığı da bir vakıadır.
İslam Düşmanlığı
İslam yayılıp güçlendiği zaman ona karşı olanlar kuvvetle karşı koyamayacaklarını anlayınca, hile yoluna sapmaktan başka çare bulamadılar. Bundan dolayı bazen açıktan, bazen hile ile İslam düşmanlığı yaptılar. İman edenlere düşmanlıkta en ileri gidenler Yahudilerdi. Çünkü onlar kendi kuruntularına göre Allah’ın seçkin kavimleri idiler. Kendilerinden başka kimselere bir fazilet tanımamakta, Hz. Musa’dan sonra kimseyi peygamber olarak kabul etmemekteydiler. Bazıları müslüman görünüp din ve itikatlarını içlerinde gizlemişler ve onlar vasıtasıyla da bir hayli isrâiliyyât kitaplarımıza geçmiş bulunmaktadır.
İslamiyet daha Hz. Peygamber ve İlk dört halife devrinde geniş bir sahaya yayılmıştı. Bunun neticesinde Müslümanlar muhtelif din ve inanışlara mensup kavimlerle karşılaştılar. Bunlarla bir arada yaşama mecburiyeti yeni meseleler ortaya çıkardı. Devamlı bir arada yaşamak, doğal olarak bu kavimlere ait bazı görüş ve fikirlerin Müslümanlar arasında yayılmasına vesile oldu. Bu yayılmada, bilhassa kendi dinlerini terk edip İslam’a girenlerin rolü çok büyüktür. Bunlar İslam akaidini kabul etmekle birlikte eski akidelerinden tamamen sıyrılamıyorlardı. Çünkü dini inançların insan üzerindeki tesiri ve nüfuzu çok büyüktür ve bunları kolayca unutma imkanı yoktur. Bu sebeple İslam’ı kabul eden kimseler, herhangi bir kasıtları olmaksızın eski akide ve dini görüşlerinden bazılarını yeni girdikleri dine ve bu dinin mensuplarına naklediyorlardı.
Yahudilerden ve diğerlerinden İslam’a girmekle beraber içlerinde daha başka gayeler besleyenler de vardır. Bunlar ya elde edecekleri rütbeleri veya sahip olacakları bol serveti düşünüyorlardı. Müslümanları içten vurma çareleri arıyorlardı. Bu gaye ile düşmanlıklarını içlerinde saklayarak ve Müslüman görünerek Müslümanlara tesir etmeye hile ile İslam’ı yıkmaya çalışıyorlardı. Bunlar tarafından getirilen görüş ve fikirler zamanla Müslümanlar arasında yayıldı ve böylece islamî literatüre, özellikle de tefsirlere girme fırsatı buldu.
Burada Yahudiler başta olmak üzere Hristiyanların ve diğer din mensuplarının ortaya attıkları çeşitli fikirlerle, bazı kelam mezheplerine tesir ettikleri, bir ölçüde onların doğmasına, gelişip kuvvetlenmesine vesile oldukları, onları fiilen benimsedikleri ve böylece de yabancı olan fikirlerin İslam’a girdiği bilinmektedir.
Kâ’bu’l-Ahbâr’ın Rivayet Tefsirindeki Yeri
Kâ’b’tan tefsirle ilgili birçok haber rivayet edilmiştir. Çalışmamızın bu kısmında isrâiliyyâtın bir çoğunun ona nispet edilmesinden dolayı Kâ’b’ın kendisinden rivayet ettiği kimseleri, ondan rivayet edenleri ve özellikle de âlimlerin onun sikalığı/güvenilirliği konusundaki görüşlerini vererek rivayet ilmindeki yerini tespite çalışacağız.
Kâ’b, Resulullah’tan mürsel olarak rivayette bulunmuştur. Kâ’b’ın Hz. Ömer’le sıkı bir ilişkisi olduğu için, ondan çok rivayet etmiştir. Ayrıca Süheyb ve Aişe (r.a.) den de rivayetleri bilinmektedir.
Kâ’b’ın kendisinden rivayette bulunduğu kişiler sayılırken, sahabeden, Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr, Muaviye zikredilmektedir. Tabiilerden de Said b. Müseyyeb, Ata b. Yesar, Ebu Rebab Mutarrif b. Malik el- Kuşeyri, Hz. Ömer’in mevlası Esleme, Kâ’b’ın torunu Tubey’u’l-Himyeri, Ebu Sellam Esved, Malik b. Amir el-İsbahi, Ata b. Ebî Rabah, Abdullah b. Damre es-Selülî, Abdullah b. Rebah el-Ensari, Ebu Rafı’ es-Saiğ, Abdurrahman b. Muğis, Revh b. Zenba, Yezid b. Hımyer zikredilmektedir. Ayrıca Kâ’b’ı görmediği halde Şureyh b. Ubeyd, İbn Mevahin gibi şahıslar da onun ravileri arasında zikredilmektedir.
Goldziher gibi müsteşrikler, Kâ’b’ın vasıtasıyla tefsire pek çok isrâiliyyât girdiğini iddia etmektedirler. Bu müsteşriklerin görüşlerini Ahmed Emin gibi müellifler kabul etmiş ve Kâ’b hakkında ağır ithamlarda bulunmuşlardır.
Kâ’b’ın rivayetleri hakkında Ahmed Emin şu ifadeleri kullanmaktadır: "Kâ’b’dan bize ancak ağızdan ağıza dolaşan rivayetler ulaşmıştır. Kendisinin eser yazdığı hiçbir yerde söylenmemekte ve ona atfedilen birçok rivayetlerin yanlış olarak kendisine isnat edildiği zannedilmektedir. Bunların birçoklarının, bilhassa Taberî tarafından nakledilmiş olanların kaynaklarının daha eski olduğu, gerek hahamların gerekse kilise büyüklerinin rivayetlerine ait bulundukları ispat edilmiştir. İbn Kuteybe ile Nevevî gibi mûteber tarihçiler Kâ’b’ı hiç zikretmezken Taberi gibileri de bunu nadiren yapmakta, buna mukabil menakıp hikayecileri Sa’lebi ve Kisai onu bir sened olarak almaktadırlar." Ahmed Emin’in bu ifadeleri, dikkat edilirse Kâ’b’ın rivayetleri ile ilgili yazılı bir eser bize ulaşmadığı gibi, rivayetlerin ona isnadının da şüpheli olduğunu belirtmektedir.
Zehebi de onun rivayetleri hakkında şu yorumu yapar: "Kâ’b’tan birçok şey rivayet edilmiştir. İsrâiliyyâtın birçoğu da ona nispet edilmiştir. Ona nispet edilen haberlerin bazısı doğrudur, bazısı da küçük düşürücü bir yalandan ibarettir. Bazı münekkitler ona nispet edilen her şeyin doğruluğuna inanarak ona rastgele ithamlarda bulunmuşlardır. Oysa ona nispet edilen rivayetlerin birçoğunda yalan ve batıllar görülür. Çeşitli zamanlarda leh ve aleyhinde muhtelif haberler ortaya atılmıştır. Fakat Kâ’b’ın İslam’a girdikten sonraki hayatına, sahabenin onun hakkındaki sözlerine, ondan rivayet edenlere, onun rivayetlerine ve de hadis âlimlerinin tasnif edilen eserlerinden, onun için çıkardıkları kıymetli bilgilere ve onun kuvvetli dindarlığı ve sağlam inançlılığına bakıldığında bu asılsız sözlerin çürütüldüğünü görürüz."
Bu noktada Kâ’b hakkında itham konusu olan rivayetlerden bir kaçını aktarıp, âlimlerin bunlara verdikleri cevaplarını ve Kâ’b’ın cerh ile tadili ile ilgili ifadelerini zikredelim.
Kâ’b’ın müslüman olduktan sonra da Yahudiliğini devam ettirdiğine dair rivayet; "Ebû Vâil’den rivayet edildiğine göre, İbn Mesud ile bir adam arasında geçen konuşmada İbn Mesud adama: "Nereden geldin?" deyince adam: "Şam’dan geldim." diye cevap verir. Bunun üzerine İbn Mesud: "Orada kiminle görüştün?" diye sorar. O da: "Kâ’bu’l-Ahbâr ile görüştüm." der. İbn Mesud, "Kâ’b, neler söylüyor?" diye sorar. "Bana semaların bir meleğin omuzlarında döndüğünü söyledi." deyince bunu duyan İbn Mesud: "Kâ’b, yalan söylemiş, o hala yahudiliğini terketmedi mi?" deyip "Allah, yıkılmamaları için gökleri ve yeri tutmaktadır. Andolsun gökler ve yer yıkılsa onları Allah’tan başka hiç kimse tutamaz. Şüphesiz O, halimdir, çok bağışlayandır." âyetini okumuştur. İbn Mesud’a isnad edilen bu rivayet, bazı kaynaklarda İbn Abbas’a da nispet edilmektedir. Bu rivayetten anlaşılıyor ki "O, hala Yahudiliğini terketmedi mi?" ihtarı onun daha önce de bu gibi şeylerle meşgul olduğu gibi bir halin mevcudiyetini ilk anda akla getirmektedir.
Kâ’b’ın yalancılıkla ve hata ile suçlanması; Hz. Osman tarafından sorulan bir soruya yanlış cevap verdiği için Ebu Zerr onu iterek elindeki sopa ile Kâ’b’ın başına vurmuş ve: "Ey Yahudi oğlu! Yalan söylüyorsun." diyerek yanlışlarını düzeltmiştir.
Bir başka rivayette de, Hz. Aişe’ye Kâ’b’ın "Allah, kelamını ve rüyetini iki nebisi arasında taksim etti. Hz. Musa Allah ile konuştu; Hz. Muhammed’e ise Allah’ı görmesine izin verildi." şeklinde konuştuğunu söylediklerinde Hz. Aişe, "Allah’a sığınırım. Eğer öyle söylersem saçlarım kurusun. Kim ki Hz. Muhammed Rabbini gördü, derse Allah’a en büyük yalanı söylemiş olur." demiştir. Bu haberde ise Hz. Aişe’nin Kâ’b’ın düşüncesini kabul etmediği ve yalan söylediğini dolaylı olarak ifade ettiği anlaşılmaktadır.
Hz. Muaviye, Medine’de Kureyş’ten bir topluluğa bir şeyler anlatıyordu. Söz arasında Kâ’b’tan bahsedilince Muaviye, Kâ’b için “Ehli kitaptan (nakil yapan mühtedilerin) en doğrusu olsa da biz onun yalanını yakaladık." dedi. Bu rivayet hakkında Abdullah Aydemir şunları zikretmektedir: "Buhari tarafından rivayet edilen bu hadis, Kâ’b hakkındaki en ağır ithamlardan biridir. Bazı müellifler hadisi te’vil etmeye uğraşmışlar ve "Onun yalanını yakaladık" ifadesindeki "aleyh"in zamirini Kâ’b’a değil, kitaba vermişlerdir. Bazıları da zamirin her iki şıkka da ihtimali olduğunu belirtmişlerdir. Kâ’b’ı bu ağır ithamlardan kurtarmak isteyenler onun kezzab olmadığını bilhassa eski kitaplardan anlattığı şeylerde bazen hata ettiğini, yalan isnadının kendisine değil, tahrif ve tebdil edilmiş kitaplara ait olduğunu iddia etmişlerdir."
Kâ’b’ın kıssa anlatmaktan menedildiğine dair rivayet: Kaynaklarda Avf b. Malik’in Kâ’b’ı kıssa anlatmaktan menettiğine dair rivayetler bulunmaktadır. Hatta sahabenin ileri gelenleri özellikle de Hz. Ömer tarafından Tevrat’tan nakil yapması engellenmiş, hatta bu yüzden Hz. Ömer tarafından dövülmüştür.
Kâ’b’la ilgili gerek sahabeden, gerekse diğer âlimlerden naklettiğimiz bu olumsuz haberlerden sonra Kâ’b’ın sika/güvenilir olduğuna dair görüşleri Muhammed Ebu Şehbe’nin ifadeleriyle verelim: "Hz. Muaviye’nin "Onun yalanını yakaladık" şeklindeki sözünden açıkça anlaşıldığına göre Kâ’b’ın bazı rivayetleri cerh edilmiştir. Ancak Ebu Reyye ve benzerlerinin söyledikleri gibi bu onun uydurmacı ve yalancı olduğuna delalet etmez. Hz. Muaviye’nin bu sözünün elbet bir kıymeti vardır. O insanları ve desiselerini hemen kavrayan bir dahi idi. Hz. Muaviye Kâ’b’dan korkmazdı. Ona aldanması da düşünülemez. Eğer hakkında bundan daha fazla bir şey bilseydi çekinmeden söylerdi. Kâ’b hakkında hüsn-ü zan besleyen bazı alimler, Hz. Muaviye’nin bu sözünü de iyiye yorumlamışlardır. Nitekim İbn Hıbban ‘Sikat’ adlı eserinde Hz. Muaviye, "Onun zaman zaman verdiği haberlerde hata ettiğini kastetmiştir. Yoksa yalancı olduğunu kastetmemiştir." der. İbnu’l-Cevzi ise "Bu sözün manası Kâ’bın ehl-i Kitabtan verdiği bazı haberlerin yalan olduğudur. Yoksa kasten yalan söylemiş demek değildir. Çünkü Kâ’b, Yahudi âlimlerinin en seçkini idi." demektedir."
Kevseri de bu hususta şöyle demektedir: "Ne kadar gizli olursa olsun, herhangi bir ravinin gerçek durumu kendilerine gizli kalmayan cerh ve ta’dil âlimleri onu uydurmacılıkla suçlamamışlardır. Cumhura göre o, sika bir râvîdir. Bunun için ‘Duafa’ ve ‘Metrukin’ kitaplarında onun ismine rastlamak mümkün değildir. Zehebi, ‘Tezkiretü’l-Huffaz’ adlı eserinde, kısaca hal tercemesine yer vermiş, İbn Asâkîr ise ‘Tarih-i Dımeşk’te bunu genişletmiştir. Ebu Nuaym ise ‘Hılyetü’l-Evliya’da onun haberlerine, vaazlarına ve Hz. Ömer’i korkutmasına uzun uzadıya yer vermiştir. İbn Hacer ‘el-İsâbe’ ve ‘Tehzibü’t-Tehzîb’ adlı eserlerinde hayatından bahsetmiştir. Bütün tenkitçiler sika olduğunda ittifak etmişlerdir."
Onun güvenilirliği hakkında Zehebi’de: "Biz Kâ’b’ın sika ve adil olduğunu söylüyor ve böyle inanıyoruz. Bazılarının yaptığı gibi onu ta’netmeye gücümüz yetmez. İbn Abbas ve Ebu Hüreyre gibi büyük sahabîler ondan rivayette bulunmuşlardır. Müslim’in Sahih’inde ondan tahric ettiğini ve Sahih’inin başka yerlerinde ve Kitabu’l-İman’ın sonlarında Kâ’b’ın rivayetlerini görürüz. Keza Ebu Dâvûd, Tirmîzî ve Nesâî Kâ’b’tan hadis nakletmişlerdir. Bütün bunlar yukarıda zikrettiğimiz görüşlerin yanında, Kâ’b’ın sika/güvenilir olduğuna delalet eder. Bu, hakkındaki haberlerle ilgili bu töhmetleri reddetmeye kafi bir şehadettir." demektedir.
Âlimlerin Kâ’b’ın sikalığı ile ilgili bu görüşlerine Hz. Aişe, Ebu Zer ve Hz. Muaviye’nin Kâ’b için söylediklerinin onun sikalığına zarar vermeyeceğini ifade ederek konuya son verelim. Hz. Aişe’nin Kâ’b’a, Allah Rasulü’nün Mirac’ta Allah’ı gördüğü konusundaki görüşüne karşı çıkması ise kanaatimizce bir ictihattır ve Kâ’b için onun sikalığını zedeleyecek bir durum değildir. Kaldı ki Kâ’b’ın dışında İbn Abbas, İbn Ömer gibi sahabiler de onun görüşüne katılmaktadır. Üstelik Resulullah’ın miraçta Allah’ı bir nur olarak gördüğünü ifade eden hadisler de Müslim ve Tirmizi’de mevcuttur.
Ebu Zer ve Muaviye’nin ifadelerini de o dönem âlimlerinin kişisel olarak farklı görüşlere sahip olmaları dolayısıyla içtihadî farklılık olduğu için aynı şekilde değerlendirmek gerekir kanaatindeyiz. Nitekim sahabelerin birbirlerini farklı görüşleriyle eleştirdikleri de bunu göstermektedir.
SONUÇ
Kur’an-ı Kerim son inen hak kitaptır. Nüzulünden itibaren on dört asır gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen tek bir harfi değişmemiş, değiştirilememiştir. Kur’an’ın böyle tağyir ve tahriften uzak kalmasına karşılık, iniş tarihi itibariyle Kur’an’dan önce olan Tevrat, İncil ve diğer mukaddes kitaplar ya tamamen kaybolmuşlar veya kendi mensupları tarafından değiştirilerek ilahi olma özelliğini yitirmişlerdir.
Araplarla ehli kitap, Hz. Peygamber’den önce birlikte yaşadıkları, seyahat, ticaret ve bunun gibi sebeplerle birbirleriyle ilişkili oldukları gibi, İslami dönemde de Medine ve civarında da birçok Yahudi vardı ve Müslümanlarla sıkı ilişki içerisinde idiler. Ayrıca Yemen, Necran, Suriye ve civarlarında çokça Hristiyan vardı. Müslümanlar, Hristiyanlarla da gerek aynı şehirde yaşama, ticaret ve gerekse bazen dostane bazen de düşmanca bir hava içinde geçen siyasi ve idari münasebetler kurmuşlardı. Aralarında hızlı bir kültür alışverişi olmuştur. Arapların okuma yazma bilmemeleri bunda etkiliydi. Müslüman olan Yahudi ve Hristiyanlarla, zahiren müslüman olup da, İslam’ı yok etmeyi düşünen grupların faaliyetleri bu kültür alışverişini hızlandırdı.
Hz. Peygamber’in "Ehli kitaba bir şeyler sormayınız.", "Onlar tarafından anlatılanları ne tasdik ne de tekzip ediniz." gibi açık yasaklarına rağmen, bir kısım dini konular ehli kitaba sorulmuştur. Bu sorma işinde belki de Hz. Peygamber’in üzerinde geniş ve açıklamalar yapılmaya müsait olan "Beni israilden haber nakletmenizde bir beis yoktur." hadisi ölçü olarak alınmıştır.
Hz. Peygamber ve sahabenin ehli kitaba karşı tavırları, Kur’an-ı Kerim’in ehli kitaba karşı tutumu ve bunun gibi sebeplerle isrâiliyyât yayıldı ve tefsire girdi. İsrâiliyyâtın tefsire girişine kaynak olarak bazı şahıslar gösterilmiştir. Bunlardan birisi de Muhadramûndan olan Kâ’bu’l-Ahbârdır. Kâ’bu’l-Ahbâr ve diğer şahıslar hakkında leh ve aleyhte birçok şey söylenmiş ve ithamlarda bulunulmuştur. Özellikle bu konuda müsteşriklerin büyük gayretleri bilinmektedir. Ancak İbn Hacer ve Zehebi gibi müelliflerimizin de ifade ettikleri gibi bu ithamların kabul edilmesi mümkün değildir.
Kâ’bu’l-Ahbâr, rivayet açısından cumhur tarafından sika olduğunda ittifak edilmiş olup hakkındaki olumsuz ithamların kabul edilmesi mümkün değildir. Onun Tevrat’tan rivayetler naklettiği, doğru olmakla beraber, hatalı olan metnin muhtevasıdır; yoksa Kâ’b’ın rivayetteki sika/güvenilirliğini zorlayacak bir durum değildir.
İsrâiliyyâtın nakli meselesinde âlimlerimizin ölçüsü, Zehebî’nin de ifade ettiği gibi, İslam’a uygun olanların rivayeti caiz; nakle ve akla aykırı olanların rivayeti caiz değildir. İslam’ın sükût ettiği; yalana da doğruya da muhtemel olan konularda hüküm ise kabul veya reddi tercih etmemektir. Ancak bu tür haberleri mutlak olarak doğru ve yanlış olarak nitelemeksizin nakil ise, nakletmenin cevazı çerçevesinde değerlendirilmelidir.