Makale

Prof. Dr. Mustafa KARA ile Söyleşi

SÖYLEŞİ

Mutlu DOĞAN

Prof. Dr. Mustafa KARA: “Gönüller yapmak için şefkat ve merhamet okullarına, bu okulları yaşatabilecek gönül dilini bilen gönül ehlinden âlim ve âriflere ihtiyacımız vardır.”

Hocam, gönül kavramı medeniyetimizde müstesna bir yeri haizdir. Düşünce geleneğimizde üzerine sistemler kurulan ve edebiyatımızda üzerine şiirler yazılan gönülden bahsedebilir misiniz, gönül nasıl bir varlıktır?
İlk sorunun cevabına dinî hayatın ilk cümlesiyle başlayalım: İman, dil ile ikrar kalp ile tasdiktir. Yani dinin temel terimi imandır ve imanın yeri kalptir, gönüldür. Şöyle bir tespit de yapılabilir: Kur’an-ı Kerim kalp merkezli bir kitaptır. Buradan hareketle din eğitimine gönül eğitimi demenin hiçbir mahzuru yoktur. Çünkü din eğitimi kalbin hastalıklarını, kir ve pasını, katılaşmasını, kabalaşmasını, taşlaşmasını giderme faaliyetidir. Gönül eğitimi gerçekleştiğinde yani yukarıdaki olumsuzluklar giderildiğinde kalbin ismi Kitab’ımıza göre kalbiselim olur. (Şuara, 36/89.) Evet, Allah Teala üç organ üzerine dikkatimizi çekiyor: Kulak, göz, gönül. Karşıtlarını da biliyoruz: İşitmeyen kulak, görmeyen göz, akletmeyen kalp. (A’raf, 7/179, 195.) Gönlü besleyen iki ana damar vardır: Kulak ve göz. Kulak ve göze hayatiyet kazandıran bir kaynak vardır: Kalp. Bizim Yunus, gönül gözü ve can kulağına bir terim daha ekleyerek “sacayağı”nı tamamlıyor:
Ey yârenler siz bu sözü dinlen gönül kulağıle
Can dudağı halis gerek birlik şarabın tutmağa
Bir beyit daha:
Yunus imdi sen Hakk’a er, dün ü günü de Hakka ver
Gönül gözü görmeyince bu baş gözü görmeyiser
Yunus Emre ile devam edelim isterseniz. Bir şiirinde:
“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil.” diyor. Bu şiirden yola çıkarak inancımızda gönül kavramının itikat ve ibadetler arasındaki ilişki nasıldır?
Peygamber Efendimiz’in ifadeleriyle Allah şekil ve suretimize değil, davranış ve kalplerimize bakacak. Gönlümüze nazar buyuracak… Onun için gönül erleri “Nazargâh-ı ilahîdir yıkma kalbin kimsenin.” demişlerdir. İbadetlerimize dikkat ettiğimiz kadar ahlaki davranışlarımıza da dikkat etmemiz gerekir. Ahlaki zaaflarımız çoğaldıkça ibadetlerimizin bereketi de azalır. İbadet dünyamız derinleştikçe ahlakımız da güzelleşir. İkisi birbirini besler. Namazımız gerçek namaz makamına tırmanırken, insanlarla olan ilişkilerimiz kemal devrini yaşar. “İncinme ve incitme” zevkine ulaşılır. Bu yol, bizi dünyaya gönül kırmak için değil gönül yapmak için geldiğimiz şuuruna taşır. Gönül doktoru Yunus’umuzun burada dikkatimizi çektiği tehlike ise ibadetlerimize güvenerek başkalarını hakir görmektir. Kabul edilip edilmediğini bilmediğimiz ibadetlerimize yaslanarak, diğer müminleri küçümsemek ana sermayemizi tüketen bir afettir. Hâlbuki her zaman başkalarını kendimizden daha üstün görmek gerekir.
Usta’yı dinleyelim:
Ey bana iyi diyen benim kamudan kemter
Şöyle mücrimem yolda, mücrimler benden server
Benim gibi mücrim kul gel işde bir dahi bul
Dilimde ilm u usûl gönlüm de dünya sever
Hz. Peygamber, “Din samimiyettir” buyuruyor. Bu noktada samimiyetten söz açılınca gönül kavramına da değinmek lüzumu doğuyor. Hocam, Hz. Peygamber’in kastettiği dindarlık anlayışını idrak edebilmek için samimi olarak gönül vermek, gönül gözüyle bakmak ve gönül diliyle konuşmanın öneminden bahsedebilir misiniz?
İhlas ve samimiyet bilindiği gibi dinimizin temel terimlerinden biridir. Zıddı ise riya ve gösteriştir. Dinî hayatımız riya ve gösterişle temas hâlinde ise yürüyüş merdivenimiz yukarıya doğru çıkmıyor demektir. Riya -Gazali’nin ifadesiyle- nefsin gizli tuzağıdır ve bu tuzak mümini gizli şirk durağına kadar sürükleyebilir. Bu tuzaklara düşmemek ve gönül merkezli bir hayat kurmak için Peygamber Efendimiz’in irşadına ihtiyacımız vardır. Yani onun önem verdiklerine önem vermek, onun gerilere ittiği konuları gerilere itmek gerekir. Bu Ahlak-ı Muhammedi’nin birinci maddesidir. Çünkü o, peygamber olarak niçin gönderildiğini bize izah ederken tek kelime kullanmıştır: Ahlak. Ahlak, dinî hayatımızın zeminidir. Zemin yoksa bina yapılamaz. Yapılsa da uzun ömürlü olamaz. Efendimiz’in ifadeleriyle, “imanın tadını tatmak” için bu tuzağa düşmemek için her an uyanık olmak gerekir.
Gönül rehberimiz elimizden tutuyor:
Âşıklar ortasında sofuluk satmayalar
İhlas ile bu aşka riyayı katmayalar.
Medeniyetimizin inşa edilmesinde Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlana ve İbn Arabi gibi gönül sultanlarının rolü büyüktür. Anadolu’nun İslamlaşması sürecinde de toprakların savaşlar yoluyla fethedilmesinden ziyade gönüllerin fethedilmesi ana etmen olmuştur. Hocam Ahmet Yesevi’ler, Yunus Emre’ler gönülleri nasıl fethetmiştir?
Nefs-i emmareyi nefs-i mutmainne hâline yükseltmek tasavvufi eğitimin temel hedefidir. Bazen salih insan, bazen evliyaullah bazen de gönül erleri diye isimlenen insanlar bu “büyük savaş”tan galip çıkmış insanlardır. Söz konusu şahsiyetler Allah ile dost olmanın yolunun Rasulüllah’tan geçtiğini öğrendikten sonra bu muhabbetin peşine düşmüşlerdir. Kalbiselim sahibi insanları arayıp bulmuş onların rehberliğinde gönül yolculuğuna çıkmışlardır. Birileri toprakların fethiyle meşgul olurken onlar gönülleri fethetmenin yollarını aramışlardır. Allah ve Rasulüllah aşkıyla gerçekleşen bu fetihlerin “şifre”si nedir diye bendenize sorarsanız selim kalbin sergilediği tevazudur/alçak gönüllülüktür derim. Topraklar zaman içinde el değiştirmiştir. Bundan sonra da değiştirecektir. Fakat gönüllerin fethiyle okunmaya başlanan Ezan-ı Muhammedi –çağıldayan ırmaklar gibi- kıyamete kadar susmayacaktır. Gönül erlerinin eserleri de böyledir. Hiç eskimezler. Her gün yazarlarıyla birlikte yeniden doğarlar. Aşkın yoluna düşenler de susuzluklarını o eserlerle giderirler.
Gönüldaş Yunus bütün meslektaşları adına davetiyesini sekiz asır önce Anadolu’da yazdı ve bütün insanlığa gönderdi:
Yoldaş olalım ikimiz gel dosta gidelim gönül
Haldaş olalım ikimiz gel dosta gidelim gönül
Bu dünyaya kalmayalım fanidir aldanmayalım
Bir iken ayrılmayalım gel dosta gidelim gönül
Hocam, çağımızda gönül kavramının yerine güç kavramı ön plana çıkartılmaktadır. Kariyer basamaklarını bir bir çıkarken ardımızda kırık gönüller bırakıyoruz. Sosyal yaşantımızda gönül hukukunu göz ardı ederek kolaylıkla gönüller kırabiliyoruz. Modern insanın kronik yalnızlığında gönül hukukunu gözetmemesi ne kadar etkilidir?
Her asırda insanın dengesini bozan, sapmasına sebep olan farklı “hastalık”lar vardır. Asrımızın üç “veba”sı ise; materyalizm, kapitalizm ve sekülerizmdir. Hastalıklarımıza, zaaflarımıza doğru teşhis koyabilmek için bu konuyu büyüteç altına almak gerekir. Materyalizmin tek derdi vardır: madde. Kapitalizmin tek değeri vardır: para. Sekülerizmin tek putu vardır: dünya. İletişim araçlarının da olağanüstü desteği ile bu üçlü ahtapot yedi iklim dört köşeyi tehdit ediyor. Oluşturduğu “tsunami” ile hepimizin ayaklarını yerden kesiyor. Gönlümüzün hakikatle temasını engelliyor. Biz de bazen farkında olmadan onların değirmenine su taşır hâle geliyoruz.
Dünya malına tamah, daha çok kazanma hırsı, gittikçe büyüyen israf deliğini kapatma telaşı bizleri aşırılığa ölçüsüzlüğe sevk ediyor, gönül yapmak yerine gönül kırmaya yönlendiriyor. Dünyanın aldatıcı, parıltılı hedeflerine doğru koşarken kırdığımız kalplerin farkına bile varamıyoruz. Çünkü bu yalancı hedefler hepimizi “sarhoş” yapmıştır. Tepkilerimiz şuursuzdur. Dünyaya dönük gözümüzü dört açtık, gönül gözümüzü ise kör ettik.
Dünya gözün rûşen edip gönül gözün kör eyledin
Zulmet dolucak gönlüne aşk neylesin senin ile
Hocam gençlerimizin yaşadığı en ciddi sorunlardan birisi de kimlik bunalımı. Kimlik bunalımı nedeniyle gençlerimiz alkol ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıkların ağına düşebiliyor. Gençlerimizin yaşadığı kimlik bunalımından kurtulabilmesi için gönül bir çıkış kapısı olabilir mi?
Artık şu gerçeği sağır sultan da duydu: Problemli gençlerin büyük bir kısmı sevgi ve saygı ortamını oluşturamayan ailelerin üyesidir. Anne baba arasında gönül iletişimi bozulmuşsa, ebeveyn arasında bir insan yetiştirme şuuru yoksa faturanın büyük kısmı, bu atmosferi teneffüs etmek zorunda olan küçüklere kesilmektedir. Alması gereken sevgi gıdasını alamadığı için, tatması gereken muhabbet mayasıyla tanışamadığı için ruhen topal, hissen çolak, fikren alil olmaktadır. İlk iş bu açlığı gidermektir. Bu da merhametli, hizmetten zevk alan gönüllerin sohbetleriyle, hiçbir maddi beklentisi olmayan fedakâr insanların gayretleriyle gerçekleşebilir.
Maalesef kötü alışkanlıklara müptela olan gençlerin adedi artmaktadır. Elimizi çabuk tutmazsak geç kalmış olabiliriz. Üç-beş kuruş kazanabilmek için bu gençlere bir “şeyler” satanların putu da paradır. Bu insanlara gerçek zenginliğin yolunu kim, nerede, ne zaman, nasıl gösterecek?
Gençlerle ilgili sorular hepimizin uykularını kaçıracak mahiyettedir. Meselenin, bazı genelgeler yayınlamakla, bir iki bina yapmakla, sekiz-beş mesaisiyle çözülebileceğine inananlar yanılıyorlar. Topyekûn bir gönül seferberliğine başlamak gerekir. Bunu da âşıklar ordusu yapabilir. Bu “ordu”nun birinci özelliği yaptığını Hak rızası için yapmasıdır. O, vitrinlere, tribünlere, alkışlara oynamaz. İpek böceği gibi kozasını örerken gösteri yapmaz. Sessiz ve derinden yürür. Onun en büyük ödülü Hakka âşık olmak, onun “yüz”ünü görmek, onun en mükemmel varlığı olan insanı sevmektir.
Bu dünyaya “gönüller yapmaya” geldiğini söyleyen gönül mimarı şöyle diyor:
Pinhan edenler kendözin onlar görürler Hak yüzün
Görmek dilersen Hak yüzün ikrar eden gelsin beri
Hocam gönül coğrafyamız olan İslam dünyamızda gönül birlikteliğini kaybetmiş durumdayız. İslam ülkelerinde gönül kıblesi bir olan ve aynı secdeye baş koyan Müslümanlar birbirlerini öldürmektedir. Ramazan ayının birleştirici ve bütünleştirici ruhunu yaşadığımız günlerde İslam dünyasının gönül birliğinin sağlamak adına ne tür mesajlar vermek istersiniz?
Az önce “yakıcı” bir konudan bahsettik. Bu ateş evimizin içinde. Bir ateş de komşularımızda var. İslam ümmeti ateşler içinde bir ramazan daha karşılıyor. Dervişlerin ifadeleriyle celali tecelli… Müslümanlar birbirini öldürüyor. Mehmet Akif’in deyişiyle “dindaş öldüren biçare dindaşlar”… Cinnet hâli devam ediyor. İslam dünyası bu hâlde iken biz hâlâ “Ramazan Eğlenceleri” adıyla âdeta ibadetlerle alay etmeye devam ediyoruz.
İnsan öyle bir varlıktır ki usulünce terbiye edilir esaslarına uygun olarak eğitilirse gerçekten karıncayı bile incitmeyen bir noktaya yükselebilir. Kin ve düşmanlıkla beslenince canavarlardan, sırtlanlardan daha yırtıcı hâle gelebilir.
Meselenin çözümü kolay değildir, imkânsız da değildir.
İlk soru şu: Neyi paylaşamıyoruz? Paylaşılamayan şeyler yukarıda zikredilen üç putla ilgilidir. Ya maddi bir şey, ya mali bir şey veya dünyevi.
İkinci soru: Dünyaya bunlar için mi geldik? Kin ve hunharlık damarını bu kadar tahrik etmenin manası nedir? Düşmanlık duygusunu bu kadar beslemenin anlamı var mıdır? Milyonlarca insanın kaderini bu “put”ların emrine vermenin izahı nedir? İki-üç kovboyun düellosu için bu kadar insan kanı akıtmanın makul bir gerekçesi var mıdır? İnsan, insan öldürmek için bu kadar güçlü silahları nasıl üretti?
Son soru: Vahşi hayvanlar bile günlük ihtiyacı ile yetinirken insanoğlunu bu derece saldıran hâle iten sebepler nelerdir?
İş dönüp dolaşıp aynı yere geliyor. Yani olmamız gereken yerde değiliz. Sınırları aştık. Hudutları tarumar ettik... Sarhoş bir vaziyette bize ait olmayan yerlerde, bize ait olmayan değerler için sağa sola saldırıyoruz.
Erenler doğruyu söyler:
Bu dünyanın meseli benzer murdar gövdeye
İtler murdara üşdü Hak dostu kodu kaçtı
En çok düşündürücü/can yakıcı soruyu yine Hz. Yunus soruyor, cevabı da içinde:
Kimde ki şefkat vardır rahmet dahi ondadır
Şimdi bir gönlü açık sünnî müsülman k’anı
Gönüller yapmak için şefkat ve merhamet okullarına, bu okulları yaşatabilecek gönül dilini bilen gönül ehliâlim ve âriflere ihtiyacımız vardır. Allah sayılarını çoğaltsın!

Prof. Dr. Mustafa KARA

1951 yılında Rize’de doğdu. Güneyce İlkokulundan 1960 yılında mezun olan Mustafa Kara Kutuz Hoca diye meşhur olan babasının yanında hafızlığını tamamladıktan sonra eğitim hayatına İstanbul İmam Hatip Okulunda devam etti. 1974 yılında Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsünden mezuniyetinin akabinde Şebinkarahisar ve İspir Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. 1977’de Bursa Yüksek İslâm Enstitüsü Tasavvuf Tarihi asistanı oldu. 1983’te “ İbn Teymiye’ye Göre İbn Arabî “ konulu teziyle doktorasını tamamlayarak 1989’da doçent, 1994’te profesör oldu. Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Tarihi Ana Bilim Dalı Başkanı olarak çalışmalarını sürdüren Mustafa Kara’nın ilk eseri Tekkeler ve zaviyeler’i kırk yıl önce kaleme aldı. Tasavvuf ve Tarikatlar tarihi 1985 de basıldı. Anabilimdalı ile ilgili araştırmalarını üç kitapta bir araya getirdi: Türk Tasavvuf Tarihi Araştırmaları,Dervişin Hayatı Sûfinin Kelâmı,Buhara Bursa Bosna. Tercüme ve sadeleştirmelerin dışında Gençlerle Gönül Gönüle, Gönül Kabesini Tavaf Etmek, Gönül Mektupları, İstiklalimizin Bülbülü Mehmet Akif Ersoy, Eşrefoğlu Rûmî Niyazî-i Mısrî Hz.Üftade,Miraciyye gibi yayınlanmış birçok kitap ve makalesi bulunmaktadır.