Makale

Gelin Canlar Bir Olalım!

GÜNDEM

Gelin Canlar Bir Olalım!

Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
Bozok Üniversitesi Rektör Yardımcısı

İnsanlar arasında din, renk, ırk ve düşünce ayrımı yapmayan sufiler, insan denilen varlığı layıkıyla sevmeyi, onun hakkına riayet etmeyi, hata ve kusurlarını hoş görmeyi en önemli gaye bilmişlerdir. Âlemşumul sevgi, tasavvufi idrakin en bariz özelliğidir.

Tasavvuf erbabına göre, Allah’a giden yollar kulların nefesleri sayısı kadardır. Bütün tarikatlar müntesiplerini Allah’a götürmeyi hedeflemektedir. Tasavvuf erbabı, Kur’an-ı Kerim’in “Ey insanlar!” davetinin esprisine uygun olarak tüm insanlığı, hatta tüm mevcudatı muhatap kabul etmişlerdir. (Mustafa Kara, Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar, Sır Yayıncılık, İstanbul 2004, 292-293.)
Tasavvufi telakkiye göre insan, kâinat ağacının meyvesi, Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve ilahî emanetin taşıyıcısıdır. Sufilere göre insan, âlem-i sağir, mikrokozmos, zübde-i âlem ve vasat-ı camiadır. Yani, farklı unsurları toplayan, birleştiren bir varlıktır. Kısacası insan, âlemin kalbidir. İnsanı evrenin minyatür bir modeli olarak gören Şeyh Galip müsemmat gazelinde insana sufiyane bakış açısını şöyle beyan kılmaktadır:
Merteben ayn-ı müsemmâdadır, esma sanma,
Merci’in hâlık-ı eşyadadır, eşya sanma.
Gördüğün emr-i muhakkakları rü’ya sanma
Başkasın kendini sûretle heyûlâ sanma.
Hakkına söylenen evsâfı müdârâ sanma.
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.
(Şeyh Galib, Şeyh Gâlib Divanı’ndan Seçmeler, haz.: Abdülbâki Gölpınarlı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1971, s. 10.)
Tasavvuf, insana saygı temeli üstünde gelişmiş bir düşüncedir. İnsanlar arasında din, renk, ırk ve düşünce ayrımı yapmayan sufiler, insan denilen varlığı layıkıyla sevmeyi, onun hakkına riayet etmeyi, hata ve kusurlarını hoş görmeyi en önemli gaye bilmişlerdir. Âlemşumul sevgi, tasavvufi idrakin en bariz özelliğidir. İnsan ruhunun mahiyetini ve hakikatini doğruya en yakın şekilde teşhis eden genelde sufilerdir.
Dervişliğin gayesi Hakk’a vuslat ve fena hâlinin gerçekleşmesidir. Derviş, yaratılmışa Hak nazarı ile bakmadan Hakk’a ulaşamaz. Halkın sıkıntılarını yüklenmeden Hak şarabını yudumlayamaz.
Fikirleri ayrı, meşrepleri farklı, mezhepleri değişik olan kimseler arasındaki kavga ve sürtüşmelerin çözüm adreslerinden biri de tekkeler olmuştur. Zira tekke, her düşünceden olan kimselere kapılarını ardına kadar açan, mezhebi, meşrebi, dini ve siyasi görüşü tamamen değişik Müslümanları ortak potada buluşturan birlik atmosferidir.
Tekkeler aslına sadık kaldığı ve kendilerinden beklenen işlevi yürüttükleri dönemlerde toplumun her kesimine hitap etmişlerdir. Onlar, köylüsü şehirlisi, kadını erkeği, yerlisi yabancısı, genci yaşlısı, âlimi cahili, fakiri zengini ile birlik mekânı konumuna gelmişlerdir. Camilerde yakalanan birlik ruhu tekkelerdeki eğitimle daha fazla güçlendirilmiştir. İslam coğrafyasının her tarafına yayılan tekkeleri ile aynı tarikatın mensupları farklı mezhep ve coğrafyaya ait olsalar da rahatlıkla kaynaşabilmişlerdir. Tahkiki imana ermek isteyen dervişler dinin merasim boyutundan ziyade özünü yakalamayı gaye edinmişlerdir. Bu nedenle mezhep farklılıklarını gündeme taşımamış, mezhep taassubuna bürünmemişler, mezhep taklitçiliğine düşmekten kurtulmaya çalışmışlardır. Örneğin, İslam birliği siyasetini/ittihad-ı İslam düşüncesini benimseyen II. Abdülhamit bu hedefini gerçekleştirirken daha çok tekkelerin birleştirici ruhundan, tarikat şeyhlerinin saygın kişiliğinden ve derviş zümrelerinin hasbi gayretlerinden faydalanmaya çalışmıştır. (Özköse, “Vahdette Kesreti Kesrette Vahdeti Görmek”, Somuncu Baba, Yıl: 14, Sayı: 88, s. 26.)
Dervişlik yolunun bidayetinde salikin fena fi’l-ihvan/aynı şeyhe intisap eden kardeşlerini candan benimsemesi duygusuna bürünmesi istenir. Farklı bedenlerde ortak ruhun tecelli etmesi sağlanır. Bu duyguyla o, başkalarını sevebilmeyi, ötekini kendinden bilmeyi, başkasını görebilmeyi, nefsani arzular yerine Rahmani duygularla hareket edebilmeyi öğrenir. Sürekli eleştiri oklarını başkalarına yöneltmek yerine, iç muhasebe eğitimi almaya, özeleştiri yapmaya başlar. Ortada bir sorun varsa, öncelikli olarak kendi kusurunu görmeye çalışır. “Eller yahşi biz yaman” anlayışı ile başkasına karşı optimist olurken, kendisine karşı kuşku duygularını depreştirir. Kendi egosunu tatmine koyulan günümüz insanının iflah olmaz hastalığı yerine nefsini eğitmeyi, hatasını görebilmeyi ve kendi kusurunun farkında olabilmeyi öğrenir. Elindekini kardeşi ile paylaşmayı, gönlünü ve sofrasını kardeşine açabilmeyi, verebilmeyi şiar edinir. Karz-ı hasen (Allah rızası için borçlanma) usulüyle ya da gönüllü destekleri ile kardeşinin ekonomik sıkıntılarına tercüman olduğu kadar, hâldaşı, gönüldaşı ve sohbetdaşı bir dost olarak da onun iç sıkıntılarına, yalnızlığına ve her türlü bunalımına hayat iksiri olur. İncitmeyen sözleri, yerinde uyarıları, dirilten muştuları ve güç veren duaları ile kardeşini taşımaya çalışır. Zira onun dünyasında bâr olmak/yük olmak değil, yâr olmak esastır. Onlar, aynı şeyhin meclisinde ortak atan kalp ritimlerine sahiptirler. Aralarındaki uhuvvet bilinci kendine değil kardeşine paye vermeyi gerektirir. Her biri bir diğerinin aynası ve dayanağı olmaları hasebiyle toplu atan yürekler mesabesindedirler. Dolayısıyla iki padişah koca bir cihana sığmazken, kırk derviş bir postta oturur hâle gelmiştir. Gönülde yer edinenlerin sığamayacakları mekân yoktur. Herkesin hakkını yerli yerince yerine getirmeyi ilke edinen derviş, farklılıkları bünyesinde toplamaya, zıtların ahengini sağlamaya, yani camiu’l-ezdad olmaya başlar. (Özköse, age. s. 24.)
Tasavvuf, ilm-i zevk olduğu ve seçkinler yolu kabul edildiği için bu yolda dışlamak, reddetmek, kovmak yoktur. Sufilerin gönülleri engin, dergâhları esenlik vericidir. Onlar dar kalıplara, kendi kliklerine, kendi dünyalarına hapsolmayı değil içinde bulunduğumuz dünyanın yaşanabilir bir huzur adası hâline gelmesine öncülük etmişlerdir. Sonsuzluk yolcusu olan bu şahsiyetlerin hakikati kendilerinden ibaret görmeleri düşünülebilir mi? Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmeye çalışanların bağnazlığı, körlüğü ve taassubu olur mu? Hakk’ın ve haklının yanında yer alan bu erdemliler, “Gel, ne olursan ol yine gel, bu dergâh umutsuzluk dergâhı değildir.” diyerek buluşmaya, kaynaşmaya ve birlikte yaşamaya davet etmişler, Hakk’ın ışığını kararan kalplere taşımaya koyulmuşlardır. Sufi kitleler orduların beldeleri fethe koyulmadan önce belde halklarının gönüllerini fethetmeye, onların kalplerini İslam’a açmaya çalışmışlardır. Onlar hiçlik ve mahviyet duygusunu esas kabul etmişlerdir. Zıtları özlerinde barındırdıkları ve zıtların ahengini sağladıkları için kendilerine camiu’l-ezdad adı verilmiştir. Hâl dilinden anlarlar, her derdin devasını fark ederler, herkese anlayacağı dilden konuşurlar, sözlerinde derinlik, yüzlerinde nuranilik ve nazarlarında basiret vardır. Bu özellikleri nedeniyle onların kapısını çalan herkes, o dünyadan bir şeyler alabilmiş, konumuna göre istifade edebilmiş, meramını giderebilmiş ve kendisini oraya ait görebilmiştir.
Tasavvuf düşüncesinde birlik esas, çokluk izafidir. Var diyebileceğimiz yegâne varlık Hak Teala’dır. O’nun varlığı asli, diğerlerinin mevcudiyeti O’na bağlıdır. Çokluk aynasında yansıyan Hakk’ın isim ve sıfatlarıdır. Kesret âlemine baktığımızda her şey aslında Hak’tan geldiğini, Hakk’a ait olduğunu ve Hakk’a işaret ettiğini göstermektedir. Varlıklar arasında anlamsız, faydasız ve gereksiz olan söz konusu değildir. Zira Allah’ın yaratmasında abes yoktur. Kozmik düzendeki bu ahengi fark ettikten sonra insanoğlu olarak bize düşen de bu birliği idrak edebilmektir. Zarfın içindeki mazrufu fark edebilmektir. O zaman tüm varlıkların gereksinimlerini Allah’tan karşıladıklarını, çokluk olarak gördüğümüz, farklılıklar diye bildiğimiz tüm ayrılıkların bir olan Allah’tan farklı yansımalar olduğunu bilmiş oluruz. Hakk’ın celal ve cemal tecellisini, kahır ve lütfunu, mihnet ve nimetini bir gördüğümüz zaman kozmik gerçeği idrak etmiş oluruz. Çünkü insan-ı kȃamiller, eşyanın hakikatini idrak edenlerdir.
Sonuç olarak tasavvuf düşüncesine göre insan-ı kâmil toplayıcı ve ara bir varlıktır. Hakk’a bakan yönü ile Hakk’ın vasıflarını kazanmış, mahlukata bakan yönü ile de yaratılmışların vasıflarını yüklenmiştir. Âlemin tüm kodları insan denilen sırda saklıdır. İnsan kendini bildiği, hakikatini idrak ettiği takdirde konumunu da belirlemiş olacaktır. O zaman kan döken, bozgunculuk çıkararak, fesada ve yıkıma yol açan değil diriltmeye, yaşatmaya, düzeltmeye ve düzenlemeye koyulan varlık olacaktır. Bu özelliği ile meleklere öğretmenlik yapacak, gaye varlık özelliğini gerçekleştirecektir. Yetkin insanların olmadığı, kalıbı ile değil adamlığı ile temayüz eden şahsiyetler bulunmadığı zamanlarda insanlık kaos ve bunalıma sürüklenmiştir. (Özköse, age. s. 26-27.)