Makale

Rasim ÖZDENÖREN

BUNU KONUŞALIM

Ali AYGÜN

Rasim ÖZDENÖREN: “Efendimizin (s.a.s.) Mekke’yi geride bıraktığı gibi, küfrün bütün kurumlarını, kavramlarını bir tarafa bırakacağız, kendi Medine’mize, zihinsel Medine’mize taşınacağız.”

Sayın Hocam, uzun yıllar bir derginin editör ya da yöneticisi olmaktan uzak durdunuz. Şu anda Hece dergisinin yayın yönetmenisiniz. Bu konuda neler söylersiniz?
Evet, uzun yıllar Mavera dergisinden sonra, her ne kadar dergilerde yazmaya devam etmiş olsam bile, yönetici olarak editör olarak yahut dergilerin yönetimiyle organik bir ilişkim olmamıştı ama Hece dergisi bize böyle bir teklifle geldiğinde bunu kabul ettim. Gerçi kabul ederken epey zorlandım. Acaba üstesinden gelebilir miyiz, acaba yeni akımlara, yeni anlayışlara kendimizi açabilir miyiz endişesi bana hâkim olmuştu. Ama netice itibarıyla kabul ettik. Bu benim kendimi yenilememin yolunu açtı. Bir yandan biz kendi düşündüklerimizi kendi yeniliklerimizi bu dergi çerçevesinde yansıtmaya çalışırken bir yandan da yenilikleri görmeye, tanımaya ve benimsemeye çalışmanın yolunu açmış oldu Hece dergisi.
Türk edebiyat ve düşünce tarihinde derin izler bırakan hepsi birbirinden değerli yedi güzel adamın ortak hikâyesinin ekrana taşınmasıyla özellikle genç nesiller yedi güzel adamdan haberdar oldu. Yedi güzel adamı günümüz gençliğine biraz anlatır mısınız? Yedi Güzel Adam’ın dünyaya karşı duruşu neydi, okuyucularına hangi mesajı vermekteydiler?
Bu arkadaşlar, lise 1. sınıftan itibaren birbirlerini tanıyan, birbirlerini tanıdıklarını zamanda da hepsi müstakil olarak, birbirinden bağımsız olarak edebiyata ilgi duyan genç adamlardı.
Bu arkadaşlar, birbirlerinden habersiz ve bilgisiz olarak hepsinin ortak paydası edebiyattı. Şiirle ilgileniyorlardı, ben bir tek öyküyle ilgileniyordum onların arasında. Tanışmamız gerçekleştiğinde bir süre sonra birbirimizin bu özelliklerini de tanımış olduk. Bu özelliklerimizi Maraş’ta oranın edebiyat, oranın mahalli gazetelerinde edebiyat sayfaları hazırlamaya yöneltti. Ali Kutlay ile ben Gençlik gazetesinde sanat ve edebiyat sayfaları düzenledik. Yıllarca da çıkardık. Alaattin Özdenören’le Cahit Zarifoğlu Hizmet gazetesinde, Erdem Bayazıt ile Cahit’in kardeşi, ağabeyi Sait Zarifoğlu Engizek gazetesinde sanat, edebiyat sayfası düzenlediler, uzun yıllar da devam ettiler. Ayrıca biz bu gazetelerde günlük yazılar yazıyorduk, lise öğrencisi olmamıza rağmen. Uzunca bir süre onları devam ettirdik. Sonra yeni edebiyat dergisi olarak 50 senelik yayın organı olan Hamle dergisini çıkarma teşebbüsümüz oldu. Üç beş sayı kadar onu çıkarma imkânımız oldu.
Edebiyat ortak paydasında buluştular, fakat bununla yetinmediler, onlar aynı zamanda birbirleriyle bir dava arkadaşlığı diyeceğim ama bu kelime şimdi farklı camiaların nerdeyse malı hâline gelmeye başladığı için o kelimeyi de kullanmak istemiyorum. Bunlar hayatları boyunca bir dayanışma içinde oldular. Bunların cepleri birbirinden farklı olmadı. Birinin cebi, hepsinin cebiydi. Birbirlerinden ödünç aldıkları şeyi geri vermemecesine alırlardı veya almamacasına verirlerdi. Dolayısıyla onların tuzları, aşları, evleri, mutfakları birbirlerine sürekli açık kalmıştır, sürekli dayanışma içinde kalmışlardır. Bu arkadaşlarımızın en güzel özelliklerinden biri cömert olmalarıydı. Daha da önemlisi bunlar birbirlerinin başarısını asla kıskanmadılar. Bilakis birinin başarısına şahit olunduğunda, o başarı, bu arkadaşların tamamının ortak sevinci olarak yaşandı. Böyle bir dayanış, anlayış içinde ömürlerini sürdürdüler. 1955 yılında başlayıp bu arkadaşlarımızın her birinin ölüm anına kadar devam etmiş olan bu dayanışma sürecinde birbirlerine karşı bir defa olsun birbirleriyle yüksek sesle konuştuklarını hatırlamam.
“Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler”, “Müslümanca Yaşamak”, “Yeniden İnanmak” adlı eserleriniz, sizin düşünce dünyanızın yapı taşları konumunda. Bize bu eserler çerçevesinde neler söylersiniz?
Biz bu eserlerle şöyle bir şeyi denemeye gayret ettik. Şimdi günümüzün kurulu düzeninde, bunu Türkiye olarak bizim kendi ülkemiz olarak kabul ettiğimizde. Bu ülkede İslam hayata geçirilmiş mi, hayır. Münferit Müslümanlar bu ülkede 70 küsur milyon insan yaşıyor, fakat bunların ayak bastığı zemin İslami bir ortam mıdır, hayır. İslam dışı bir ortam içinde yaşıyoruz. Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler’de bunu anlatmaya çalıştım. Müslümanca Yaşamak’ta da bunun hayata nasıl geçirebileceğinin yollarını göstermeye çalıştım, bunun tabii bir reçetesi yok, keşke reçetesi olsa da onu yazabilsem, Yeniden İnanmak’ta ise bize örnek olabilecek modellerin ne olduğu üzerine düşünmeye çalıştık, o modelin de asr-ı saadet insanı, yani sahabilerin olduğunu düşündük. Sahabiler nasıl yaşıyordu, sahabiler kendilerine bir tebliğ geldiğinde namaz kılacaksın, zekât vereceksin, şarap içmeyeceksin tebliği geldiğinde bunun müzakeresini yapmazlardı. Bunu yapacaksın denildiği anda her şey bir tarafa o emir bir tarafa diye düşünülürdü. Bugün peki Müslümanın ne yapması lazım? Bugün Müslümanın hicretini ikmal etmesi lazım. Efendimizin yaşadığı hicret, farz hicret, bir defaya mahsus yaşandı bitti. Bütün Müslümanları da içine aldı o hicret. Fakat bugün bizim yerine getirmemiz gereken bir başka hicretin olduğunu düşünüyorum o da bizim zihinsel hicretimiz. Küfrün bize telkin ettiği bütün kurumları, kavramları Efendimizin (s.a.s.) Mekke’yi geride bıraktığı gibi, küfrün bütün kurumlarını, kavramlarını bir tarafa bırakacağız, kendi Medine’mize, zihinsel Medine’mize taşınacağız. Yeniden inanmanın yolunun da bu zihinsel hicret olduğunu düşünüyorum.
Müslümanların daha da dünyevileştiğini mi düşünüyorsunuz?
Daha fazla dünyevileştik ya da dünyevileşmedik, hepimiz modern hayatın darbesini bir şekilde yemişiz. Ama bunun farkında olmamız gerekiyor. Ben bunu öneriyorum. Şayet bunun farkına varırsak modern hayatın bizim zihnimizi ne ölçüde darbelemiş olduğunun farkına varırsak teşhisimizi doğru yapabilirsek tedavimizi de aynı istikamette, doğru bir şekilde yapabiliriz diye düşünüyorum.
Günümüz Müslüman sanatçısının dünya algısı nasıl olmalıdır? Edebiyat ve estetik nedir, İslam estetiği nasıl algılanmaktadır?
İslam estetiği denildiğinde bir çıkış yolu bulmamız hemen hemen imkânsız gibi bir şey olur. Nitekim bizim mezheplerimizde de İslam’a göre budur demiyoruz dikkat edersek. İmam-ı Azam böyle söylemiştir, İmam Şafii böyle söylemiştir, İmam Malik böyle söylemiştir diyoruz. İmamların ismine nispet ediyoruz, İslam böyle söylemiştir demiyoruz. O insanlar neye göre konuşuyor, o insanlar da hadis-i şerifleri, ayet-i kerimeleri zikretmek suretiyle bunu ben böyle anlıyorum diyorlar. Bunun mutlak manası budur demiyorlar. Nitekim hepsi kendi fikrini der-beyan ettikten sonra Allahü âlem diye bitiriyor kanaatini. Bunun manası nedir, ben bunu böyle yorumluyorum arkadaşlar, benim bu yorumuma katılıyorsan katılırsın. İslam böyle diyor diye bir şey yok.
İslam estetiği, benim kendi yorumum var, falanca arkadaşımızın başka bir yorumu var, dolayısıyla İslami estetikten ziyade Müslümanca bir estetiği ön görüyoruz. Nitekim bizim kitabımızın adı: “Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler.” Biz onu İslam’a izafe ettiğimiz takdirde, Allah muhafaza, kendi yanlışımızı da İslam’a izafe etmiş oluruz. Bizler hatalıyız İslam’da hata yok. Bizler İslam’ı yanlış anlayabilir, yanlış uygulayabiliriz, o yanlış bize aittir, İslam’a değil. İslam estetiği dediğimizde de yine konuyu bu şekilde İslam’a mal etmeye teşebbüs etmiş oluruz. Biz hatadan müstağni kalırız, kendi yaptığımız hatayı İslam’a izafe etmiş oluruz. Onun için ben elimden geldiği kadar, bir sürçülisan etmedikçe İslami düşünce demekten, İslam estetiği demekten geri duruyorum. Ama Müslüman dediğimiz takdirde hatalar, kusurlar kula ait kalır, İslam münezzeh olarak kalır. Benden daha iyi düşünen, daha iyi mütalaa sahibi olanlar benden daha iyi yorumlar, o yorumlara da açık tutulur olay. Bu girişten sonra şunu söyleyebilirim: İslam bize belli bir devlet düzeni ön görmemiş, ama belli bir devleti yönetmemiz için ilkeler ön görmüş. Adalet ilkesini ön görmüş. İslam estetiği, bizi önceden sınırlamamış, şiiri şöyle yazacaksın, konusu şu olacak, şekli bu olacak, böyle bir şiirin vezniyle, kafiyesiyle gelmemiş, ama güzelliği ön görmüş. Hikâye, roman yazacaksın veya yazmayacaksın dememiş. Ama bunların ilkesini ön görmüş. Bize bir ahlak ön görmüş, bize bir estetik ilkesi ön görmüş. Efendimizin (s.a.s.) bütün hadis-i şerifleri gerek fiili gerek şifahi, çok enteresandır, hangisinden hareket edersek edelim interaktif şekilde bir hadis-i şerif bizi diğer bütün hadis-i şeriflere iletiyor, bize onların yolunu açıyor, ayrıca Kur’an’ın yolunu açıyor. İnteraktif şekilde. Nasıl ki kitabın bütün her bir ayeti en somut gibi görünen bir ayeti bile nasıl ki bize diğer bütüne ulaşmanın anahtarını veriyor ise hadis-i şeriflerin de böyle çok ilginç bir özelliği var bize diğer bütün hadis-i şeriflerin yolunu açıyor. Çok sade bir örnek aktarayım: Mezarı kazmışlar, mevtayı defnetmişler, defin esnasında küçük bir çıkıntı varmış Efendimiz mübarek eliyle o çıkıntıyı düzeltmiş. Ashabın da dikkatini çekmiş, bilahare sormuşlar Efendimize: “Ya Rasulallah o çıkıntının ölüye bir zararı var mıydı?” O da demiş ki: “Hayır, ölüye zararı da faydası da yoktu. Ama gözü rahatsız ediyordu.” İşte bize bir estetik kural: “Gözü rahatsız etmemek.” Türkçedeki güzel kelimesi aslında “gözel”dir. Göz, gözden, göze uygun olan demek. Göze uygun olması yani göze güzel görünsün. Göze güzel görünen şey, kulağa çirkin görünebilir mi? Hayır, kulağa da güzel görünür, görünmesi gerekir. Kulağımıza güzel olan şey, söze aykırı olabilir mi? Hayır, sözü de güzel olacak. Bunların hepsi birbiriyle interaktif şekilde bağlantılıdır. Cenab-ı Allah insanoğluna üç temel sembol bahşetmiş: notalar (sesler), rakamlar (matematik) ve harfler (kelimeler). Bu üçünün birbiriyle ilişkisi vardır. Biz bu üç sembol dünyası içinde kendi estetiğimizi inşa ederiz. Şimdi bir anlayış tarzı, müzik mi kaç. Hayır, öyle şey olur mu? Kâinat bir ritim üzere dönüyor. Bir hesap üzere, şayet kâinat kendi ekseni etrafında dönüyorsa, bu hesabın içinde matematik, ritim, melodi ve kelime hesabı var. Bunun üçü de birbiriyle ilgili. O hâlde biz estetiğimizi bu üç temel üzerine kurmalıyız. Şiirimiz, matematikle, melodiyle ahenkli olmalı. Sözümüz, kelamımız, matematikle ve notayla ahenkli olmalı. Notamız, kelamla, matematikle, ritimle ahenkli olmalı. Velhasıl bunların üçü birbiriyle interaktif bir şekilde rabıtalı olmalı ve biz kendi estetik dünyamızı bunun içinde kurmalıyız. Kurarken de bize sınır yok. Biz batıdan da doğudan da kuzeyden de güneyden de yerden de gökten de arzdan da istifade ederiz. Yeryüzünün bize mescit kılınması, biz sadece bunu eğer namaz kılma biçiminde anlarsak olayı çok daraltmış oluruz. Yeryüzünün bize mescit kılınması, bize toprak kılınmış olması, bize zemin kılınmış olması; biz yeryüzünün bütün nimetlerinden istifade edeceğiz, oraya ayağımızı basacağız. O zeminde kıyamda duracağız, o zeminde rükûda duracağız ve secdeye varacağız. Bunların her biri bizim estetik dünyamıza katkısı olan şeyler. Yeryüzünün bize mescit kılınmış olmasını sadece ibadet bağlamında değil, ibadeti de içine alan ama bizi rakamlar, notalar, kelam dünyasına iletmenin zemini olarak da düşünmeliyiz. Öyle geniş bir alana yaymamız mümkün diye düşünüyorum Müslümanın estetik yaşantısını.
2015 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödüllerinin edebiyat alanındaki ödülüne; 2015 Necip Fazıl Kısakürek Saygı Ödülüne layık görüldünüz. Duygu ve düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
İkisi de ülkemizin önde gelen edebiyat ödüllerinden. Ben bunların içinde Cumhurbaşkanlığı ödülünü özellikle önemsiyorum, bana verildiği için değil. Farklı bir bağlamda önemsiyorum. Tabii bana verilmiş olmasını da ayrıca önemsiyorum, onun sebebini bu münasebetle söylemiş olayım. Şimdi biz yazı hayatına ta baştan itibaren muhalif olarak başladık. Kurulu düzene bizim bir muhalefetimiz var. Entelektüel adam da zaten muhalif adam demektir. Biz kurulu düzenin neyine muhalefet ediyoruz. Kurulu düzenin temel ilkelerine muhalefet ediyoruz. Bizim az önce adını andığımız veya anmadığımız hangi kitabımıza bakılırsa bakılsın öykülerimizde, deneme kitaplarımızda bu muhalefeti dile getirdiğimizi görürsünüz. Cumhurbaşkanlığı gibi ülkenin en üst düzeydeki yönetim makamı, şayet bizim bu muhalefetimize ödül veriyorsa ben bunu kıvançla karşılarım hatta teşekkürle karşılarım. Bu şu manaya geliyor. Demek ki Cumhurbaşkanlığı katı bu muhalefeti ödüllendirecek kadar bilinç sahibi. Bu muhalefete sahip çıkmayı kendine şiar edinmiş bir olgunluk, bir kemal düzeyine gelmiş manasını görüyorum ben bunda. Bunun manası nedir, bu cümlenin manası şudur: Cumhurbaşkanlığı, yani bu ülkenin en üst düzey yönetim makamı, kendini öz eleştiriye açıyor. Hocam bu çok önemli bir şey. Hâlbuki benim bu kitaplarda terennüm ettiğim bir başka fikir vardı. O fikir beni tekzip ediyor olmasına rağmen ben o tekzibi yemekten mutluyum. O tekzip şu: Ben kurulu düzenin kendini öz eleştiriye tabi tutacağına kani değildim. Ama bu öz eleştirinin şu anda yapılmakta olduğunun veya yapılacağının ipucunu veriyor bana bu ödül. Bir ülke, gâvur Müslüman fark etmez, bir yönetim diyelim ülke demeyelim, bir yönetim kendini öz eleştiriye kapatmışsa kendisinin yıkımını hazırlıyor demektir, batacak demektir. İki kere iki dörttür, bunun istisnası da yoktur. En yakın örneğini Sovyetler Birliği’nde yaşadık gördük. 1917’de Bolşevik İhtilali oldu. Kısa bir süre içinde kendisini öz eleştiriye kapattı, yenilenemedi, yenilenemediği için de yıkılıp gitti. 1917-1989, 72 sene geçmiş. 72 sene sonra batıp gitti Sovyetler Birliği. Bunun en temel sebeplerinden biri kendisini yenileyemedi. Yenileyebilmesi için öz eleştiriye açmış olması lazımdı kendisini. İslam 1400 senedir hâlâ hayatta. Müslümanlarla kaim değil onun hayatta kalması. Müslümanları aşıyor, Cenab-ı Allah’ın eli var, bu ayrı, işin manevi tarafını söylemiyorum, ama İslam her yüzyılda yenileniyor, tecdide uğruyor. Tecdit, yenilenme demek, yenilenme öz eleştiri demek, kendini öz eleştiriye tabi tutuyor. Öz eleştiriyi yanlış anlamayalım. Reform değil, öz eleştiri. Batılıların, Hristiyan dünyasının yaptığı reformlar, İslam’ın asla tasvip etmeyeceği bir olay. Reform, bidatleri dinde içselleştirmenin yolunu açıyor, hâlbuki İslam’ın tecdidi kendini bidatlerden arındırıyor.
Peki, son olarak dergimiz vasıtasıyla okuyucularımıza iletmek istediğiniz bir mesaj var mı?
Ben genelde şunu söylüyorum: Herkes ne iş yapıyorsa en iyisini yapmaya çalışsın. Yönetici mi? En iyisini yapmaya çalışsın. Yazar mı? En iyisini yazmaya çalışsın. Aylaklık mı yapıyor? En iyisini yapmaya çalışsın. İstirahat mı ediyor? En iyi şekilde dinlensin. Her ne yapıyorsa en iyisini yapmaya çalışsın. Uykunun da çalışmanın da hakkını versin. Selamın da hakkını versin. Selam almanın da hakkını versin. Ne yapıyorsa en iyisini yapmaya çalışsın.

Rasim ÖZDENÖREN

1940’ta Maraş’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Maraş, Malatya, Tunceli gibi güney ve doğu şehirlerinde tamamladı. İ. Ü. Hukuk Fakültesini ve İ. Ü. Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak çalıştı. Bir ara araştırma amacıyla ABD’nin çeşitli eyaletlerinde, 1970-1971’de iki yıl kadar kaldı. 1975 yılında Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevine geldi. Aynı bakanlıkta bir yıl da müfettişlik yaptı. 1978’de istifa ederek ayrıldığı devlet memurluğuna bir süre sonra tekrar döndü.
Türk öykücülüğünün ve deneme yazarlığının gelmiş geçmiş en usta kalemlerinden biri olarak temayüz etti.
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, 2015 yılında kendisine tevdi edilmiştir. Ayrıca Star gazetesinin geleneksel “Necip Fazıl Kısakürek Ödülleri”nde “Saygı Ödülü”ne layık bulunmuştur (2015).
Hakkında çok sayıda tez, özel sayı ve kitap hazırlanmış seçkin bir öykü ve deneme yazarı Özdenören, Hece dergisinin genel yayın yönetmenliğini sürdürmektedir.