Makale

BU BAYRAM NEREYE KAÇALIM? DİNİ GÜNLERİN SEMBOLİK DÖNÜŞÜMÜ

BU BAYRAM NEREYE KAÇALIM?
DİNİ GÜNLERİN SEMBOLİK DÖNÜŞÜMÜ

Emin Yaşar Demirci

Bayramlar, bir toplumun kendisini sosyal ve kültürel anlamda yeniden üretmesinin vazgeçilmez araçlarından birini oluşturur. Bu önemli günlerde insanlar birkaç günlüğüne de olsa gündelik hayatın rutin akışının dışına çıkarak ülkenin toplumsal ve kültürel varoluşunun dayandığı temel değerleri paylaşırlar.
Ancak son yıllarda, bayramların bu önemli toplumsal kültürel işlevlerinin zayıfladığı, rutin iş hayatından ve kentin stresinden birkaç günlük bir kaçış olarak değerlendirilmeye başlandığı gözlemlenmektedir. Özellikle Ramazan ve Kurban Bayramlarının, kamu çalışanlarının idari izinli sayılmalarının neredeyse bir teamül haline gelmesinin de katkısı ile nispeten uzunca sayılabilecek tatillere dönüşmesi, bu bayramlar toplumsal kültürel sembollerin ve bu sembollerin temsil ettiği değerlerin yaşandığı, paylaşıldığı dinsel toplumsal içeriklerinden uzaklaştırmaya başlamıştır. Böylece modern yaşamın yalnızlaştırıcı, yalıtıcı etkisini telâfi edici bir tür sığınak olması gereken bu kutsal günlerin, telâfi bir yana, bizzat bu yalnızlığı yalıtılmışlığı artırmasından, katlanılmaz hale getirilişinden bile söz etmek mümkündür.
Dini bayramlarla ilgili olarak ortaya çıkan bu sorun, aslında çok daha önemli ve derin toplumsal sorunların bir yansımasından başka bir şey değildir. Modern toplumların yaşadıkları ve bizim de modernleştiğimiz ölçüde yaşayacağımız sorunlardır bu sorunlar. Ancak bir sorunun yaşanmaya başlanması ve/veya yaşanacağı öngörüsünde bulunulması, o sorunun kaçınılmazlığı - anlamına gelmemelidir. Tam aksine, yaşanan ya da i yaşanacağı öngörülen bir sorunun sorun olarak algılanmaya başlanmasını, o soruna ve o sorunla ilgili ‘ geleceğe yönelik öngörülere karşı çözüm üretmenin başlangıcı saymak daha doğru bir tutum olacaktır. Bizim dini bayramlar örneğinde somutlaştırmaya çalıştığımız sorunların sebebi modernleşme sürecinin çalışma ve çalışma dışı yaşamımızın örgütlenmesinde ortaya çıkardığı köklü dönüşümlerde aranmalıdır. Şimdi bu dönüşümlerin neler olduğunu ve nasıl sorun ürettiğini daha yakından görmeye çalışalım.
Sanılanın aksine, bizim iş, emek, çalışma ve çalışma hayatına yönelik tutum ve değerlerimiz nisbî olarak yeni sayılabilecek, sanayileşme-modernleşme sürecinin ürettiği tutum ve değerlerdir. Başka bir ifade ile söyleyecek olursak, günümüzde iş, emek, çalışma ve üretime yüklediğimiz anlam, modernlik öncesi toplumlarda yoktu, daha doğrusu bugünkü anlamında yoktu. Şüphesiz modernlik öncesinde de insanlar çalışıyorlardı ve ihtiyaçlarını emeklerinin ürettikleri ile gideriyorlardı. Ancak modernlik öncesi toplumlarda insanların üretimleri ihtiyaçları ile sınırlıydı ve çalışma ihtiyaçlar ekseninde örgütlenmişti. İnsanların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar ürettikten sonra çalışmalarını gerektirecek hiçbir sebep yoktu. Bu yüzdendir ki modernleşmenin erken dönemlerinin ilk sanayi patronları, istihdam ettikleri işçilerini gün boyu istikrarlı bir şekilde çalışmaya zorlamakta büyük sorunlarla karşılaşıyorlardı ki, bu durumun öncü patronların bazılarının iflası ile neticelendiği bile iddia edilmektedir. Modernleşmenin erken dönemlerinde iş ve çalışmaya yönelik tutumların olumsuz etkileri nihai olarak çözüme kavuşturulmasında iki etkili yol takip edilmiştir: Bir taraftan çalışanlar, üretim sürecini en ince detaylara kadar ayrın- tılandıran iş bölümüyle emeğin vasıfsızlaştırılması sonucu, ihtiyaçları için daha düşük ücretle daha uzun süre çalışmaya zorlanırken; diğer taraftan çalışmaya ihtiyaçtan bağımsız olarak bir değer ve anlam yükleyen yeni bir iş ahlâkının ve disiplininin gelişmesi sağlanmıştır. Böylece insanlık tarihinin o güne kadar görmediği bir üretim artışı ve sermaye birikimi sağlanarak bizim bugün modernleşme olarak adlandırdığımız sürece ilk hareket verildi.
Modernleşmeyi harekete geçirici ilk gücün üretimin (ve çalışmanın) ihtiyaçlardan bağımsızlaşması olmasına karşılık, modernleşmeye kendini istikrarlı bir şekilde üretebilmesini sağlayan esas etken tüketimin de (tıpkı üretim gibi) ihtiyaçlardan bağımsız hale gelmesidir. Daha doğru bir ifade ile, o güne kadar ihtiyaç ekseninde tanımlanan ve örgütlenen tüketim yerini tüketim ekseninde tanımlanan ve örgütlenen bir ihtiyaca bırakmıştır. Böylece ihtiyaçtan bağımsızlaşan üretim anlayışıyla harekete geçen modernleşme tüketimin de ihtiyaçtan bağımsızlaşması ile kendini istikrarlı bir şekilde üretebilen bir niteliğe kavuşmuştur.
Modernleşme sürecinde, üretim ve tüketim faaliyetleri ihtiyaçtan ayrıştığında, ya da kendilerini ihtiyaçlardan bağımsız olarak var kıldığında ortaya çıkan temel sorun bu sürecin bizim üretim ve tüketim faaliyetleri dışında kalan, kendimize ait kıldığımız serbest zamanlarımıza da nüfuz ederek onları tüketilebilen meta haline dönüştürmesidir. Üretim ve tüketim faaliyetlerimiz kendimizi biyolojik anlamda yeniden ürettiğimiz faali- yetlerimizdir. Ancak sanılanın aksine bizi doğadaki diğer canlı türlerinden ayıran üretim ve tüketim faaliyetlerimiz değil, biyolojik canlılığımızı sürdürmek ve yeniden üretmek için zaruri olan bu faaliyetlerin zorlayıcılığı dışında kalan zaman ve bu zamanı doldurduğumuz faaliyetlerimizdir. Başka bir ifade ile, bizler ihtiyaçlarımıza bağımlı üretim ve tüketim faaliyetlerimizle biyolojik varlığımızı sürdürür ve yeniden üretirken, bunların dışında kalan faaliyetlerimizle doğadaki diğer canlı türlerinden ayrışarak insan oluruz ve insan olarak kendimizi gerçekleştiririz.
Üretim ve tüketim faaliyetleri dışında kalan zamanımızı iki ana gruba ayırabiliriz: Bunlardan birincisi üretim ve tüketim faaliyetleri ile doğrudan ilişkili olan, bu faaliyetleri sürdürülebilir kılan ve boş zaman, tatil ya da dinlenme olarak adlandırabileceğimiz zamandır. Bu zaman bizim üretim sürecinde harcadığımız enerjimizi telâfi etme imkânı sunar. Tüketim ve üretim faaliyetleri dışındaki diğer zaman ise doğrudan üretim ve/veya tüketime bağlı olmayan, varlık olarak kendimizi ürettiğimiz, gerçekleştirdiğimiz serbest zamandır. Serbest zamanın boş zaman ya da tatilden farkı, sadece üretim sürecinde harcadığımız bedensel ve zihinsel enerjimizi telâfi etmekle sınırlı olmayıp aynı zamanda modern iş hayatının ve modern tüketim alışkanlıklarının üretim sürecine ve toplumsal ilişkilere yabancılaştırıcı etkisini telâfi ederek bize İnsanî varoluş üzerine düşünebilme ve toplumsal ilişkilerimizi bu varoluş ekseninde yeniden kurabilme imkânı sunmasıdır.
İşte insanı asıl özgürleştiren zaman, üretim ve tüketimin biyolojik zaruretlerden bağımsız olarak var olan ve üretim ve tüketim faaliyetlerine nispetiyle bizi üretim ve tüketimin zaruretlerinden bağımsızlaştıran bu serbest zamandır. Bu açıdan bakıldığında bayramlar bir serbest zaman faaliyetidir. Yani biyolojik ihtiyaçlarımızı zaruret bağlarından kurtardığımız ve böylece kendimize ait kıldığımız zamana karşılık gelir bayramlar.
Şüphesiz üretim ve tüketimin zaruretinden bağımsız olan serbest zaman faaliyetleri sadece bayramlarla sınırlı değildir. Serbest zaman faaliyetlerinin örgütlenmesi ve kullanımı kişiden kişiye, ilgi ve tercihlerine göre değişen, farklılıklar gösterir. Spor, müzik, resim, edebiyat, seyahat gibi hobilerimiz; dernek, vakıf, hayır kurumlan gibi kurumlardaki değişik düzeylerdeki faaliyetlerimiz, üretim ve tüketim zaruretinin dışında kalan serbest zamanlarımızı örgütlediğimiz ve kendimizi gerçekleştirdiğimiz faaliyetlerden sadece birkaçını oluşturur. Ancak kişisel ilgi ve tercihlerimizi yansıtan bu türden serbest zaman faaliyetleri ile mukayese edildiklerinde, bayramların ortaya çıkan en temel özelliği serbest zaman faaliyetlerinin en kapsamlısı olmasıdır. Yani bayramlar bizim her türden serbest zaman faaliyetlerimize yer verdiğimiz ve/veya yer bulduğumuz zamanlardır. Bayramlar ayrıca dargınların barışması, eş, dost, akraba ziyareti, zayıf ve düşkünlere yardım gibi değerleri bizlere tekrar tekrar hatırlatarak, aslında modern toplumun üretim ve tüketim alışkanlıklarının kaçınılmaz bir şekilde çözdüğü ve yabancılaştırdığı toplumsal ilişkilerin onarılması ve yeniden inşası için önemli fırsatlarda sunmaktadır. Bu yüzden bayramlar hem neş’e kaynağı şenliktir, hem hayırların kaynağı ibadettir, hem ziyaretin kaynağı seyahattir, hem de toplumsallaşmanın kaynağı dostluktur. Bayramların sadece birer tatil fırsatı olarak algılanmaya başlama eğilimi, bayramların çağrıştırdığı zengin semboller dünyasındaki değişmenin ve yoksullaşmanın da habercisidir. Her ne kadar bu eğilim yön belirleyecek kadar yaygın görünmese de toplumun önemli bir kesiminin bayramları bir tatil, bir kaçış fırsatı olarak değerlendirmeye başlamış olması, bu sorun üzerinde şimdiden düşünmeye başlamanın lüzumuna işaret etmektedir.