Makale

Huzurlu bir ev düşlemesi

Huzurlu bir ev düşlemesi


Dr. Serpil Başar

Çalıştığım kurum, hayatının bir döneminde kendi huzurlu evinden çıkıp, huzurlu olması gerektiği için huzurevi adını almış mekânlara, gönüllülerden oluşan bir ekiple ziyaretler düzenlememi istiyor bir gün… Huzurevleri… Adını duyduğum ama içinde ne yaşanır diye o ana kadar pek düşünmediğim mekânlar… Huzurevleri…

Üç arkadaşla güneşli bir nisan günü, giriyorum huzurevinden içeri… Geniş bir giriş salon, her iki taraftan yukarı katlara çıkan merdivenler… Salonda kadın ve erkek misafirlerin ayrı ayrı grupları… Hanım misafirlere doğru ilerleyip selam veriyoruz sessizce… Ağır bir sessizliği bozuyor kendi sessizliğimiz… Gözlerim elinde örgüsü ile mütebessim nineye, gazete okuyan orta yaş teyzeye ve elinde tespihi ile dili dualı hanıma ilişiyor… Başımı kaldırıp karşıya baktığımda ise tanıdık diyebileceğim bir yüze... “Allah Allah, bu hanımın burada ne işi var?” diye soracak oluyorum... Fatma teyze… Evi, buranın iki otobüs durağı aşağı mesafede. İyi de burada oturmuş ne yapıyor? Beni görünce pek memnun olmadığını yüzünden anlıyor ama görüp de görmezden gelmemek için gidip elini öpüp selam veriyorum sessizce ve hiçbir şey sormadan, soramadan… İki arkadaşımla yanına oturuyoruz öylece. Birden anlatmaya başlıyor, oğlu kendi icra borcunu annesinin elindeki evi zorla alarak ödüyor bir sabah… Artık evsiz kalınınca kiraya tutulan eve alışamıyor Fatma teyze… Bunca yıllık evini, alıştığı yuvasını, anılarını kaybedince o sabah, oğlundan habersiz gelip başvuruyor huzurevine… “Beni buraya alın” diye ısrar ediyor sonra… Elinde kalan üç kuruşu da buraya yatırıp kendisini saklayacağı bir oda elde ediyor topu topu… Bir oda, sığınacağı, kaçacağı, yok olmak istediği bir oda… “Oğlumun rızası yok aslında, torunlarımı özlüyorum” diyor, bizi kendi hikâyesine inandırmak istiyor ısrarla. “Benim yanına gideceğim akrabam da çok aslında, hepsi bir ay bende kal diye ısrar ediyor ama istemiyorum” diyor buruk bir sesle… “Onlar geri dönmemi de istiyor ama ben istemiyorum”… “Tamam Fatma teyze, yorma kendini” diyorum sana inanıyoruzu ekleyen gözlerle… Sana inanıyoruz… “Arada bir gelin, bizi buralarda yalnız bırakmayın, e mi?”yi de ekliyor cümlelerine… “Bizi sakın yalnız bırakmayın!” Beni yerime mıhlayan sessiz bir çığlık işte, “bizi sakın yalnız bırakmayın!”

Müsaade isteyip, huzurevi sakini Fatma teyzeden, odaları gezmeye başlıyoruz arkadaşlarımla… Her bir odada, ayrı bir hayat ve ayrı bir hikâye… Bizi görünce odalarına davet etmek için kapıya çıkıyor hanımlar. Hepsinin gönlünü yapmak için ayak üstü her odaya girip selam veriyoruz bir bir sessizce… Koridorda bir hareketlilik başlıyor birden, ev sahibi-misafir diyalogları, ikram telaşları… İkramlıklarını bekletip bir kenarda, kendi hayatlarının hikayeleri ile birlikte sunma telaşındalar bir bir… Sanki ezberlenmiş bir hafızayla, bir çırpıda dinlediğimiz kırık dökük yaşam öyküleri. “Aslında benim çocuklarım, akrabalarım var..” diye başlayan cümleler, sitem yüklü bakışlar…

Huzurevinin musiki korosuna seçilişini, yıllık verdikleri konserleri, daha önce aldığı ses yarışma ödüllerini bize hemen göstermeye çalışan hanımı, hayatlarının ortasında birbirine tutunmak zorunda kalan iki kız kardeşi, seccadesinin üzerinde iki büklüm duada bekleyen teyzeyi unutmam mümkün değil. Bir çırpıda anlatılan hayatlar, bir çırpıda yaşanmış gibi sanki ve düşülen boşluk, değersizlik... Yüzlerden okunan hep “Ömür dediğin nedir ki?” ve “ben aslında bu odaya nasıl sığdım, hayatım bu odaya nasıl sığdı” sorusu...

“Allah sizi buraya düşürmesin” cümlesini bize “hoş geldiniz” diyenler arasına sıkıştırıp, hayatı bana sorgulatan o hanıma gelince; herkesin yeni birilerini görme ve kendini anlatma telaşından farklı olarak odasının kapısında duruyor ve kendisini görmemizi bekliyordu sessizce… Görüp ona yöneldiğimizde ise birden bire şimdi bile kulaklarımda yankılanan o cümle dökülüveriyor dilinden: “Allah, sizi buraya düşürmesin!” ilk defa bir duaya karşılık ne diyeceğimi bilemez bir halde yüzüne baktığım dakikalarda hayatım gözlerimin önünden akıp gidiyor. “Amin” desem, içlerinde bulundukları mekânda hiç de huzurlu olmadıklarını onaylayacak, “yok, öyle değil” desem, kendi gerçeklerini görmezden gelecektim… Ve sustum… susmanın bir kaçış olduğunu bile bile sustum… Koridorlardaki o misafir ağırlama telaşları ve neşeli seslerle birlikte sustum… Ayaküstü yapılan bir ziyarette bu kırık dökük yaşamların bana tutunamayacağı gerçeği ile yüzleşerek… Tutunacakları hiçbir dalları kalmadığı için buralara sürüklendiklerini bile bile sustum… Ve susmanın en acı olduğu yerdeydim, bir huzur evindeydim… Merhametsizlik rüzgarına kapılanları, bağrına basan yerde…

“Hergün tanıdığım bir yüze bakarak uyanmayı ve ona günaydın demeyi özledim” dedi bir başkası… Ne kadar isterdim, kendi canımdan birine “günaydın” diyebilmeyi.. “Ama sağolsun bize iyi bakıyorlar” demese, hakka girer korkusuyla da ekliyor bu cümleyi.. “Bize iyi bakıyorlar, ama…” “Buraya yerleşmek, oda bulmak çok zor” diyor diğeri… “Ne zaman biri Hakkın Rahmeti’ne kavuşur, o zaman bekleyenlere bir yer daha açılır, öyle istese de gelemeyen çok kişi var” diyor “dışarıda, gelmek isteyip de gelemeyen çok kişi var, umutsuz, çaresiz, bir sıcak yemeğe, bir sıcak yatağa muhtaç… evinde bakılıyor zannedilen ama kuru bir odaya ve kimsesizliğe terk edilen pek çok yaşlı var aslında, biz burada iyiyiz” diyor hüzünlü bir gülümsemeyle… Sanki “Biz burada iyiyiz, merak etmeyin” der gibi… “İyi de biz size moral olmaya gelmiştik, siz bizi teselli eder oldunuz” diyorum içimden… Ne umduk, ne bulduk hesabı…

Güneşli bir günde, güneşin her yeri sarıp sarmalayacağına inanarak geldiğim bu mekana, öyle güneşin hesapsızca giremediğini görmüştüm o gün… Nisan nerede, bahar kimlere takılıp kalıyor da her yerden görülemiyor diye düşündüğüm bir gün… Baharlarını uğruna hesapsızca harcadıkları tarafından, kışında yalnızlığa mahkum edilen hayatlar… Tam da olgun başak tanelerini etrafının hayrına kullanacakları, tecrübelerini gelecek nesillere aktaracakları bir zamanda içi sıcak odalara ama gönüllerinin soğukluğuna terk edilmiş durumdaydılar o teyzeler, nineler… Miniklere masallarını anlatacak, gençlere hikâyelerini aktaracak, “kızım, eşin öyle demek istememiştir, o seni incitmek istemez” diye nasihat edip aileler kurtaracaklardı bir bir, ama olmadı… Mahallenin kızlarının istendiği akşamlarda hatırı sayılır büyükler olarak yerlerini alacak, kurdeleler keseceklerdi hayatlara… tatlılar ikram edeceklerdi bayramlara… harçlıklar çıkaracaklardı katlı mendiller arasından torunlara… Hayır dualar edeceklerdi gençlere, bereket getireceklerdi evlere… Hayır sahipleri ile muhtaçları buluşturacaklardı tek tek… Cumaları çıkıp dışarıya, Cuma vakti ziyaret edeceklerdi kimsesizleri, kimsesiz kalmışları… “Yüreği iyi kızdır, pek beceriklidir maşallah” diyerek gelin olmaya adayları işaret edeceklerdi hiç aksatmadan… Ev-yuva sahibi yapacaklardı hep, olmadı…

Yuvasız, evsiz kaldılar kendileri bir gün, hem de hiç akıllarında yokken… Hele kendilerine kimsesizliği hiç konduramazken… Komşuları; yakın oda arkadaşları, caddeleri; odalarının açıldığı koridorlardı. Misafirleri ise, ayaküstü koridordan geçen mütebessim çehreler… “Nasılsınız” sorusunu görev bilinci ile soran, “iyiyim” kelimesini belki duyacak kadar durup dinleyecek vakti olmayan mütebessim çehreler… Bir gün odaya uğrayan olur diye kenarda bekletilen şekerler, gül suları bu mütebessim çehrelere ikram ediliyor en içten duygularla… Ama bu duyguların bir karşılığının olmadığını da bile bile…

Şimdi müsaadenizle diyelim size… Bir-iki dakika daha kalsak kendi hayatlarımıza dönemeyiz endişesiyle… Ne yazık, acıyı dindirecek gücümüz, yüzünüzü güldürecek kuvvetimiz yok… Son bir saatinizi paylaştınız bizlerle, o bir saate sığdırdığınız hayatlarınızı dinlemekten öteye gidemeyen, selametle kalın deyip, huzur ve afiyet dileyen bizlerle… Huzurevine huzur diledik, ayrıldık oradan yine sessizce…