Güzel ahlakın kaybı mı kazanılmadığının açığa çıkması mı?
Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın
Müslümanlar olarak özellikle ahlak açısından çok eleştirilmekteyiz. Ahlaki zaafımızın altını çizen yazıların hem sayısı hem de yapılan eleştirilerin dozu son yıllarda iyice arttı. Mesela birkaç ay önce bir agnostik bilim adamı, dindarlığımızın ahlaki boyutunu da kapsayan şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Türkiye’de insanların büyük çoğunluğu itibari Müslümandır. Sorunca ‘elhamdülillah’ derler ama bunun gereği olarak söylenen şeyleri yerine getirmezler.” Kendini ateist olarak nitelendiren bir başka yazarımız ise şunları yazmıştı:
“Ne yazık ki dindarların kesinkes belli tercihleri yok. Dahası, onların neyi tercih edeceğini bize söyleyebilecek belirli “ölçüleri” de yok. Bu beni çok şaşırtıyor aslında. Çünkü dindarların, “ahlakla, hakkaniyetle, adaletle” ilgili çok kesin ilkelere sahip olmaları gerektiğini düşünüyorum. Ama her zaman öyle olmuyor.
Dindarların, müşfik, adil, mütevekkil, hakşinas olduklarını sanıyorum. Ama ben “din ve dindarlık” adına sahneye çıkanların çoğunda bu özellikleri görmedim. Ya onlar gerçek dindar değil ya da ben dindarlığın ne olduğunu hiç bilmiyorum. Bu, sizce dindarlar için övünülecek bir şey mi? Ben, dindar değilim ama dine ve dindarlığa çok önem veren, dinin toplumun en önemli kültür direklerinden biri olduğuna inanan biriyim. Benim görebildiğim kadarıyla, “ben dindarım” diye sahneye çıkanların çoğu bu direği acımasızca kırıyor. Bunun çok örnekleri var.
Öfke ve intikam isteği, insanın kendi inançlarının emirlerini unutmasına yol açabilir mi?”
Bunlardan kimileri, zaman zaman istatistiksel veriler de vererek dindarların ahlak alanındaki zaaflarını ortaya koyduktan sonra dinin/dindarlığın, ahlaklı olmaya, vicdanlı olmaya yetmediğini, insanın ahlaklı olmasını sağlayamadığını temellendirmeye çalışmaktadır. Dahası, Müslümanların değer erozyonuna maruz kaldığı, ahlakça İslam’ı temsil noktasından çok uzaklaştıkları, “Müslümanlığın ayırıcı vasıfları(nın) flulaşma tehlikesi altında” olduğu yönünde değerlendirmeleri, dindar kesimden entelektüeller ve akademisyenler de yapmaktadır. (Bk. Yapıcı, 2009.)
Bu değerlendirmelerin üslup ve içerikleri tartışılabilse de, bugün esasen tüm insanlık ciddi bir ahlak krizi içindedir; ancak bu yazıda sadece kendi ahlak sorununu konu ediniyoruz. Müslümanların genelde ciddi bir ahlak sorunu olduğu gerçeği, tartışılamayacak kadar ayan beyan ortadadır. Uzun lafa gerek yok; günlük hayatımızda olup bitenlere şöyle bir göz atmak bile bu gerçeği fark etmemize yeter. Ahlaki güzellikleri tamamlamak amacıyla gönderilmiş (Muvatta’, Hüsnü’l-Huluk, 8.) ve iyi mümin olmayı ahlak güzelliğine bağlamış (Buharî, Edeb, 39; Tirmizî, Birr, 47.) bir Peygamber (s.a.s.)’in ümmeti için bu fotoğraf, çok temel bir sorundur.
Bu soruna neden olarak vahşi kapitalizm, küreselleşme, modernite vb. çağdaş toplumları etkileyen gerçeklikler gösterilmektedir. Yapılan tasvirlerden zımnen şu sonuç çıkmaktadır: Yeni toplumsal atmosfer, Müslümanın sahip olması gereken İslam ahlakını yok ediyor; dolayısıyla bu yeni şartların olumsuz etkileri ortadan kaldırılmadıkça Müslüman birey İslam ahlakına göre yaşayamaz.
Kuşkusuz bugünün çok kültürlü, çok dinli açık toplumunda her alanda, hızlı değişim ve dönüşümler cereyan etmektedir. Bu hızlı global sarsıntıların uzantısı olarak bugün tüm insanlık yepyeni sorunlarla cedelleşmektedir; onlara çözüm üretmekle başı derttedir. Başı dertte, çünkü eski bilgi ve beceriler tedavülden kalktı; onlar kullanılarak bu yeni sorunların üstesinden gelinemiyor; yepyeni bilgi ve beceri donanımına ihtiyaç var. İşte Müslümanlar da böyle bir ortamda diğer sorunlar yanında bir de ahlak sorunuyla karşı karşıya. Bu sorunun tek bir nedeni değil, nedenleri bulunmaktadır. Burada ben, bu nedenleri sayıp analiziyle meşgul olmak yerine, genelde göz ardı edilen ve sorunun can alıcı boyutu olduğunu düşündüğüm gerçekliğe işaret etmekle yetineceğim. O da şu: Müslüman bireyler, İslam ahlakını kazanmış, özümsemiş de, çağdaş dünyanın şartları onu yok etmiş değil. Meselenin can alıcı boyutu, bugün Müslüman bireylerin İslam’ın getirdiği ahlaki değerleri gerçekte kazan(a)mamış, onları içselleştir(e)memiş olmalarıdır. Kapalı toplumda kendini gizleyebilen bu ahlaki zaaf/yoksunluk, açık toplum şartlarında saklanamamakta, hemen deşifre olmaktadır. Onların kapalı toplumda ahlaklı görünmelerine imkân veren mevcut ahlaki müktesebatları, çoğulcu toplum ortamında Müslümanca tutum ve davranışlar sergilemelerine yetmemektedir. Yani Müslüman bireylerin maruz kaldıkları asıl sorun, sahip olduğu İslami ahlakı kaybetmeleri değil; gerçekte sahip olması gereken İslam ahlakını edin(e)memiş olmalarıdır. Sahip olunmayan bir şey, nasıl kaybedilir?
İşte bu boyutun altını çizmek istiyorum. Çünkü meselenin bu boyutu iyi kavranmadığında, dışarıdan bakanlar bunu İslam’ın yetersizliği şeklinde anlamlandırmaya kalkışırken, kimi Müslümanlar da bu yeni şartların etkilerini bir bakıma mutlaklaştırarak kendi ahlak zaafları için mazerete dönüştürmekte, onunla teselli bulmaya çabalayabilmekte; dolayısıyla kendi yetersizliklerinin nedenlerini sadece ve hep dışarıda arama yanlışına düş(ebil)mektedirler. Bu da onları, mazeret üretmeye kilitleyip çözüm üretemez hâle getirmektedir. Son zamanlarda özellikle cinsel ahlak alanındaki sorunlar tartışılırken “tahrik etme” kavramının, mazeret üretme bağlamında sıkça kullanılması, bu unsura sürekli vurgu yapılması da bu çerçevede değerlendirilebilir. Oysa şeytanın varlığı ve saptırıcılığı, bizim iyi ahlaklı olmayışımızın, kötülüklerimizin asla mazereti olamaz.
Bir ilçemizde dostlarla sohbet ederken, oraya yüksek okul açıldıktan sonra ilçede ahlaksızlıkların boy attığını söylediler. Özellikle cinsel ahlak alanında somut örnekler verdiler. Bir başka yerde, çok sayıda turistin akınından aynı gerekçeyle şikâyet ediliyordu. Şimdi bu olguyu nasıl değerlendirmek gerekir? Gerçekte o insanlar İslam’ın öngördüğü güzel ahlaka sahiptiler de, yeni şartlar/olumsuz çevre faktörleri onu dinamitleyip ortadan mı kaldırdı, yoksa güzel ahlaka sahip olmadıkları halde ahlaklı görünüyorlardı da gerçekte ne olduklarını su yüzüne mi çıkardı?
Biz genelde, başta insan olmak üzere yaratıkların hukukuna saygılı olma, dürüstlük, merhamet, sevgi, şefkat, hayâ, iffet, tokgözlülük, paylaşma, feragat, fedakârlık, cesaret, ağırbaşlılık, adalet, sabır… gibi İslami değerleri özümsemiş güzel ahlak sahibi idik de yeni dış şartlar mı birden bunları bizim dünyamızdan siliverdi? Mesela, temel ahlaki değerlerimizi tahrip ettiği belirtilen dizilerin, bu Müslüman toplumda izlenme rekoru kırmasını, arz ve talep arasındaki uygunluk/örtüşme gerçeğini yok sayarak mı izah edeceğiz? Değerlerimizle ters düşmememiz için, güllük gülistanlık bir ortamı birilerinin lütfetmesinden başka yol yok mu? İlahî beyan gayet açık: “Siz kendinizle ilgilenip kendinizi geliştiriniz. Siz hidayet üzere doğru yolda iseniz, sapıklar size zarar veremezler.” (Mâide, 105.)
Bunu söylerken, bireyi kuşatan toplumsal şartların etkisini küçümsüyor veya görmezden geliyor değilim. Ancak, sorunun doğru tahlil, teşhis ve tedavisine katkı sağlamak için, genelde göz ardı edilen temel boyuta dikkatleri çekmeye çabalıyorum. Gerçekten toplumumuz, açık toplumun dindarının elinden tutacak nitelikte ahlak üret(e)miyor. Dindarlıkla ahlak arasında Kur’an ve sünnetin öngördüğü nitelikte bir ilişki kurabilmiş değiliz. Bizde genelde dinî değerlerden kalıp bilgiler şeklinde sözü ediliyor. Ahlak kavramının içinin boşaltıldığı, içeriğinin iyice daraltıldığı, hatta yer yer içeriksizleştirildiği söylenebilir. Haliyle ahlak, sınırlı alanla ve belli meselelerle kayıtlandırılmakta, bir şekil meselesi olarak ele alınıp şekle indirgenmekte, şeklî boyutuyla hayatta görünür kılınmaktadır. Anlamlı bir içerikten yoksun kalan ahlak, Müslüman bireyin çoğulcu toplum şartlarında varlığı ve hayatı anlamlandırmasının, dolayısıyla tutarlı bir kişilik geliştirip kendini gerçekleştirmesinin ürünü olarak ortaya çık(a)mamaktadır. (Bk. Aydın, Ağustos, 2011; Ekim, 2011.) İslami içerikten ve derinlikten pek nasibini alamayan böyle bir ahlak anlayışıyla, Müslüman bireyin, ahlaki değerleri kavrayıp içselleştirerek dürtülerinin ve dış çevrenin güdümünden çıkmak suretiyle ahlaki özgürlüğü kazanması; dolayısıyla varoluşsal bütünlük ve tutarlılığa kavuşup Kur’an’ın şiddetle karşı çıktığı çelişkili tutum ve davranışlar sergilemekten kurtulması mümkün değildir: “Onlar aslında kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla/dilleriyle söylüyorlar.” (Âl-i İmran,167; Fetih, 11; ayrıca bk. Mâide, 41; Saf, 2-3.)
Ahlaki değerleri kazanamayışımızın nedenlerini çözümlerken öncelikle eğitim sistemimizi silkelemek, sorgulamak zorundayız. Merak etme, eleştirel düşünme, sorgulama, anlamlandırma yeteneğini bastıran, empoze edici, ezberci bir zihniyete sahip olan eğitim sistemimiz, bu konuda katkı şöyle dursun, engelleyicidir. Eğitim sistemimiz, bütün olarak sorun edinmesi gereken ahlak/değer eğitimini âdeta din öğretimine havale etmiştir. Genel eğitimin bir alt birimi olan her kademedeki din öğretimi de, ezberci olduğundan dolayı ahlaki değerler eğitimi konusunda, genelde tarihî hazır bilgi kalıplarının aktarımından öteye geçilememektedir. Uygulanan din eğitimi, İslam ahlak teorisini, bu teorinin ışığında ahlaki değerlerin içeriğini ve onların günlük hayatta tutum ve davranışlar olarak somut açılımlarını hâlâ güncelleyebilmiş değildir. Bunu yapamamış din öğretimimiz, bu ahlaki değerlerin bireyler tarafından anlamlandırılıp özümsenerek içselleştirilmesini sağlayacak bir eğitim sürecini bilimsel bir yaklaşımla yeterince kılavuzladığını da söyleyememekteyiz.
Örgün eğitim kurumlarının yürüttüğü eğitim ve din eğitiminin yetersizliğinin olumsuzlukları, ister istemez diğer birimleri de olumsuz etkilemektedir. Bu yüzdendir ki, ülkemizde eğitimsiz veya böyle bir eğitimden geçmiş bireylerin kurduğu aileler de, ahlaki değer üretme ve onları yeni neslin kazanmasına rehberlik etmede başarılı değiller. Üstelik dünden miras aldıkları kapalı topluma ait müktesebatı kullanarak, sosyal kontrolün yok olduğu çoğulcu/açık toplumun çocuk ve gencini eğitmeye çalıştıkları için, genelde kaş yaparken göz çıkarabilmektedirler. Bu durum, öğretmenler/öğretim üyeleri için de genelde söz konusudur. (Bk. Aydın, 2011, 15 vd.)
2005 yılında Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı Kur’an kursu ve eğitim merkezlerinde yürürlüğe konulan ve hâlâ sürdürülen din eğitimi anlayışı/paradigması, açık toplumda kendi dindarlığını bizzat inşa eden ve onu koruyabilecek donanımda, ahlakça özgür dindar bireyin yetişmesini hedefleyen bir yaklaşımı öngörmektedir.
Kaynaklar:
Aydın, Muhammet Şevki, Açık Toplumda Din Eğitimi/Yeni Paradigma İhtiyacı, Nobel Yayınları, 2011.
Aydın, Muhammet Şevki, “İman-Amel İlişkisi Bağlamında Ahlak”, Diyanet Aylık Dergi, Ağustos, 2011.
Aydın, Muhammet Şevki, “Ahlakta Niyyet”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim, 2011.
Yapıcı, Asım, “Küreselleşme ve Değer Krizi”, Dem Dergi, 7, 2009.