Makale

Toprak, tevazu ve yücelmek

Toprak, tevazu ve yücelmek


Doç. Dr. Halil Altuntaş

“Neşv-ü nema bulamaz düşmeyicek hâke nebât / Mütevazı olanı rahmet-i Rahman büyütür.”

“Arıların, böceklerin birinden öbürüne koşuştuğu sonsuz güzellikte, bin bir çeşidi ve rengârenk görüntüleri ile gözleri ve gönülleri mest eden bitkiler...” Sıradan bir gözün çiçek denilen harikaya biçeceği değer ölçüsü budur. Yaratılış hikmetini kavramış olan göz ise çiçekler de dâhil bütün bitkilere sonsuz ilahî kudretin birer vitrini olarak bakar. Üstelik o çiçeklerdeki renk cümbüşüne takılıp kalmaz; yaprağa ve gövdeye de aynı dikkat ve bilinçle yönelir. Orada da kalmaz, daha aşağıya, köklere iner ve toprak denilen hayat ortamı ile buluşur. Sebebi sonucun yerine koyarak toprak için “hayat ortamı” nitelemesini yaptım. İnsan dâhil hangi canlının toprağa borcu yoktur ki. Başka hangi iki şey arasındaki bağ toprakla olan bağımız kadar kuvvetlidir. Rızıklar ve geçimlikler son noktada her yönü ile toprak kökenlidir. Bunun için toprağa bağlıyız. Ancak gizliden gizliye ondan korkarız da. Çünkü mezar denilen çukur da toprağa açılıyor.

Toprak, cansız bedenleri yutan dipsiz bir kuyu olmaktan, vahyin hayata anlam veren soluğu ile çıkar; vakti geldiğinde aldıklarını geri verecek olan güvenilir bir emanetçiye dönüşür. Bu sebeple, toprağa bağlılığımızı, dünya-severliğimiz kadar emanet duygusuna atfettiğimiz değerle de açıklasak yanılmış olmayız. Emanet duygusu önemlidir, toprak da emin. O halde toprak değerlidir. Toprakla aramızdaki bu bağ beşer ruhunun derinliklerinde potansiyel halde var. Benim sadık yarim kara topraktır” (Âşık Veysel) mısraına bakınız. Kolay ve sade görünen ama yeniden söylenmesi zor olan bu beş kelimelik cümle insanlık macerasının toprakla olan kopmaz bağını hatırlatıyor.

Toprakla ilişkimizi gerçek mecrasına oturtan başka ifadeler de var şüphesiz, “Toprak post, Allah dost” gibi. Necip Fazıl merhumun “Kafiyeler” isimli şiiri bu iki mısra ile biter. Bizim kültürümüzde post, alnı secdeye koymak için temiz bir mekân sağlamanın pratik bir aracıdır. Aslında yeryüzü temiz ve secde etmeye müsaittir. Bu sebeple Kâinatın Efendisi “Yeryüzü benim için secde mahalli ve temiz/temizleyici kılındı” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 222.) buyurur. Ama biz yaşadığımız ortamı tahrip etmekle yetinmez, bir de kirletiriz. Kirlettiğimiz yerlerde namaz kılmak durumunda olduğumuzda posta, seccadeye ihtiyaç duyarız. Demek ki yeryüzü asli hüviyeti ile post yani Allah’a secde edilebilecek niteliktedir. Şairin demesi o ki, toprak yani yeryüzü post olursa Allah dost olur. Bunun için de nerede olursak olalım, hayatın bütününü namaz/ibadet bilinci içinde geçirmek, Allah’ı hatırdan çıkarmamak gerek. “Unuttuğun zaman Rabbini hatırla.” (Kehf, 24.) ayeti de bize bunu söylüyor.

Hep çiğnenip hep ezilmek, buna karşılık hep vaz geçilmez olmak nasıl bir şeydir? İnsan için, onun varlığı ile eş değer olup yine de tevazuun sembolü olmak, toprak olmak nasıl bir şey? Seyyid Nizamoğlu “Çiğnet beni yol olayım” derken neyi kastediyor? Topraktan mı isteyelim cevabını bu sorunun? O hal dili ile konuşur durur, ama dilinden anlayan pek azdır. İşimize gelmez de ondan mıdır? Fırsat buldukça gurura kapılmak, başkalarını küçümsemek işimize gelir; birilerini küçük görürken büyüyoruz sanırız, ondan mıdır? Belki de hepsi. Ama bütün bunların temelinde ruhumuza üflenen rahmet nefesini yitirmiş olmamız yatıyor sanki. Oysa “İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır, Âdem ise topraktan yaratılmıştır. İnsan ya yanlışlardan korunan bir mümin, ya da mutsuz bir günahkârdır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 120.) Birini ötekinden üstün kılacak nihai bir ayrıcalık yok. Ayrıcalığı oluşturacak olan kişinin kendisidir. İmanının gereği olan davranışları sergiliyorsa bir kimse soylu olmasa da üstündür. Sözü ile hali çelişki içinde ise değersizdir; soylu oluşu onu yüceltmez.

Bir ömür boyu bedenin yükünü taşımalarına rağmen ayakları beden ikliminin en düşük konumuna layık görmüşüzdür. Buna karşılık bedenin en üst bölgesinde yer alan ve daima “yükseklerde” olan baş ve onun da en itibarlı bölgesi olan alın için biçtiğimiz değer ise en üst düzeyde. Bu sebeple değerlerin alt üst olduğu durumlarda “ayaklar baş olmuş” deriz. Toprakta gezinmesi gerekenler layık olmadıkları yerde bulunuyor, demek isteriz. Gerçekten aşağıda olmak; yer ile, toprak ile hemhal olmak değersizlik sebebi midir? Öyle olsaydı bırakınız yerde olmayı, yerin altında uyuyan defineler maceracı hayalleri süsler durur muydu? Fakat yine de algı dünyamızın bir tarafında yere yakın olmayı, yerde olmayı küçümseyen bir damar bulunur.

Toprağı çiğner, kazır, atar, deler, didik didik ederiz. O yine mütevazı ve itaatkârdır. Bu niteliği hoşumuza gider, işimize gelir. Ancak bu memnun oluş temelde bir hizmetkâra karşı duyduğumuz memnuniyete çok benzer. Hizmetkâr iyidir, ama hizmetkâr olarak. “Hizmetkâr hizmetkârdır, efendi de efendidir. Efendi hizmetkârın yanına, yerine inemez” tavrındayız. Düşmek, biraz da yeri, toprağı çağrıştırdığı için kötü bir şeydir. “Düşersen yere düşersin, toprakla bir olursun” diye fısıldanır benliğimize. İşte tam bu noktada toplumsal irfanımız devreye girer ve “Altın yere düşmekle kıymetinden bir şey kaybetmez” diye bizi uyarır. Demesi o ki atasözümüzün, düşmek değer kaybettirmez. Cevher gerdanlıkta da olsa, yerde de olsa, yerin altında da olsa yine cevherdir. Problem toprağa inmekte değil, değer kaybı değil söz konusu olan. Problem düşenin zaten değersiz oluşundadır.

Yanılgılar dünyasında ürettiğimiz bu dik başlı halden bizi kurtaracak yegâne şey secde ve onun temsil ettiği bilinç ve tevazu halidir. Secde, Allah’ı tanıyıp O’nun sonsuz kudretine teslim oluşun en güçlü ifadesi. İnsan bedeninin en şerefli cüzü olan alnın, her gün ayağı ile çiğneyip durduğu toprakla buluşturulmasıdır. Secde, içimizde taşıdığımız kudret vehminin ve her türlü beşeri zaafın bize yüklediği enaniyet geriliminin toprağa boşaltıldığı tevazu ve teslimiyet halidir. Toprak, bu teslimiyet ve tevazunun sembol unsurudur. Ne var ki benliğine yenik düşmüş ruh bu gerçeğe yabancıdır. Mevlana, “Tevazuda toprak gibi ol”diye böyle ruhlara seslenir.

Allah’ın Rasulü, Necm suresini okumuş ve surede geçen secde ayetinden dolayı secde etmişti. Yanındakiler de onunla birlikte secde ettiler. Ancak yaşlı bir müşrik, Ümeyye b. Halef secde etmek yerine bir avuç toprak alıp alnına götürür ve der:
-Bu bana yeter. (Müslim, Mesacid, Sücüdü’t-Tilave, 105.)

Kur’an’ın harika üslubu karşısında hayran kalan fakat yine de iman etmediği için beraberindekiler gibi yapıp secdeye varmayı gururuna yediremeyen kibir heykelinin ürettiği çözüm “durumu idare etmek”ten ibaret.

Hammaddemiz toprak bizim. Atamız Hz. Âdem topraktan yaratıldı. Bütün semavi dinlerin ortak öğretisi olan bu olgu insan zihninin bazı sorular üretmesine sebep olagelmiştir. Bu sorularının kaynağı toprağın “kupkuru”luğu ile canlı insan bedeni arasındaki zahiri zıtlıktır. Toprak heykel olacak, heykel bir şekilde canlanacak, eti, kemiği, canı kanı olacak. Sebep sonuç ilişkilerinin esiri olan düz akıl buna “evet” demekte zorlanır. İnanan akıl bile tüm teslimiyetine rağmen derinlerde bir yerde bu açmazı yaşayabilir. İşin zorluğu, toprağın doğrudan insan-canlıya dönüşmesinin varlık dünyasında sadece bir kere gerçekleşmiş olmasından ileri geliyor. Hz. Âdem örneğinin dışında bir daha gerçekleşmeyen bir olay... Bundan sonra insan soyunun sürmesi biyolojik yapı üzerinden devam ilkesine bağlanmıştır. İşte ne oldu ise bu aşamada oldu. “Âdem’in çocukları” çoğalıp farklı topluluklar halinde yaşamaya başlayınca, babalarının Âdem olduğunu belki unutmadılar ama o babanın çocuklarının kendilerinden ibaret olmadığını, aslında hemcinslerinin aynı zamanda kardeşleri olduğunu ve asıl önemlisi toprak kökenli olduklarını unuttular. Boyların, soyların “birkaç adım geride” toprak paydasında birleştiğini dikkate almadan herkes kendi geçmişi ile övünmeğe başladı; sırf o geçmişe ait oldukları için. Gün gelecek Kâinatın Efendisi bu temelsiz tutum hakkında nihai hükmü getirecekti: “Allah sizden cahiliye dönemi kibrini ve atalarla övünme hastalığını gidermiştir.” (Ebû Davud, Edeb, 120.)

İnsandaki sahip olmak tutkusunun en güçlü biçimde yöneldiği şey topraktır. Toprak sahibi olmak, tarihin her döneminde olduğu gibi günümüzde de başlıca güç göstergesidir. Askeri, siyasal ya da bireysel nice cinayetler toprak sahibi olma tutkusu yüzünden işlendi, işleniyor. Bu tutkunun altında garip bir çelişki var. İnsan, ait olduğu toprağı kendine ait kılmaya çalışıyor. Onu yağmalıyor, tahrip ediyor, öldürüyor ve kendi sonunu hazırlıyor. Oysa Amerikan liderinin kendilerine toprak satmasını teklif ettiği Kızılderili reisi Seattle’ın cevabında dediği gibi “Toprak insana değil, insan toprağa aittir… Toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır! Beyaz adam topraktan istediğini alınca, başka serüvenlere atılır. Beyaz adam, annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar.”

Aslında Reis, “beyaz insan” söylemi ile insanın içindeki büyüklenme, sahip olma, istekleri uğruna yıkıp tahrip etme şeklinde kendini gösteren “soysuz” ve kuytu bir köşeyi meydana çıkarmış oluyor. Kaf dağlarında gezip dev aynalarına bakacağı yerde “insan, neden yaratıldığına bir baksın”; (Tarık, 5.) göreceği şey bir damla tiksinti verici meni suyu olacaktır. Yükselen “büyüdüm, oldum” sanır. Bu yüzden yükselmek değil, yücelmek gerek. Yücelmek için de bir tohum gibi olmalı, öyle davranmalıdır. Tohum hayat gibi bir sırrı içinde saklayan harikadır. Ancak bunu gösterebilmek için aşağıya, yere inmek, toprakla buluşmak, toprağa karışmak, tevazu göstermek zorunda. Kim olduğunu hatırlamadığım hikmet yüklü bir kalem şöyle yazmış: “Neşv-ü nema bulamaz düşmeyicek hâke nebât / Mütevazı olanı rahmet-i Rahman büyütür.” Yani tohum toprağa düşmedikçe, bitki gelişip büyüyemez. İşte, aynı şekilde, insan da yücelmek için toprağa atılan tohum misali mütevazı olmalı. Zira mütevazı olanı Allah’ın rahmeti büyütür. Şairin ilhamını Hz. Peygamber’in şu hadisinden aldığı ne kadar da açık:

“Bir kimse tevazu gösterirse Allah onu yüceltir.” (Tirmizi, Birr, 83.)