Makale

İman-amel ilişkisi bağlamında ahlak

İman-amel ilişkisi bağlamında ahlak


Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın

Kelam kitaplarımızda mutlaka yer verilen ana konulardan biri de amel-iman ilişkisidir. Ne var ki, bu ilişki, âdeta külliyet-cüziyyet boyutuna indirgenmiştir. Temel soru şudur: “Amel imandan bir cüz müdür, değil midir?” O günkü konjonktür, böyle sınırlı açıdan meseleye bakmaya bir bakıma zorlamıştır. Çünkü asıl mesele, siyasi mücadeleler içinde gündeme getirilen büyük günah meselesidir. Büyük günah işleyen kişi, dinden çıkar mı çıkmaz mı? “Büyük günah işleyen dinden çıkar” görüşüne ehlisünnet karşı çıkmış ve büyük günah işleyen kişinin, fasık/günahkâr olmakla birlikte dinden çıkmayacağını söylemiştir.

Bu iki anlayıştan birinciler görüşlerini “amel imandan bir cüzdür” kabulüyle temellendirirken ikinciler, tam aksine amelin imandan bir cüz olmadığı görüşüne dayandırmışlardır. “Amel imandan bir cüz değildir.” yargısının altında şöyle bir açıklama yer almaktadır: Amel ayrı, iman ayrıdır. Bunlar arasında, külliyet-cüziyyet ilişkisi yoktur. Biri diğerinin cüz’ü değildir. Dolayısıyla, inandığı halde imanın öngördüğü amelleri yapmayanın imanında bir eksilme olmaz. Yeter ki, işlediği günahın, günah olduğunu inkâr etmesin. Söz gelimi, alkollü içki içmenin haram olduğuna inanmakla birlikte içki içen kimse, günahkâr bir mümindir. İman, bir bütündür; onda eksilme-artma olmaz. Kur’an’ın bir ayetini inkâr etmekle bütününü inkâr etme arasında fark yoktur.

“Amel, imandan bir cüz değildir.” görüşü, sağlam delillere dayanmaktadır: Kısaca, pek çok ayette yer alan “İman eden ve salih amel işleyenler” ifadesinde (Bakara, 277; Yunus, 9; Hud, 23.) imana amelin “ve” bağlacıyla bağlanması, başka ayet ve hadisler (Bk. Muslim, İman, 13.; Malik, Husnu’l-Huluk, 8.) imanın amelden ayrı bir şey olduğunu ortaya koymaktadır. Yine, Kur’an’da bireyin amelinin geçerli olmasının imana bağlanmış olması; (Taha, 112; Maide, 5; A’râf, 147; En’am, 88; Bakara, 217; Kehf, 105.) büyük günahın imanla birlikte bir kişide bulunabileceğinin dile getirilmesi (Hucurat, 9. Ayrıca bk. Bakara, 178; Tahrim, 8.) amelin imandan bir cüz olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Bu konuda asıl altını çizmek istediğim nokta şudur: Kelam literatüründe iman-amel ilişkisi, genelde cüz’iyyet-külliyet bağlamında ele alınıp bu ilişkiye öylesine odaklanılmıştır ki, iman-amel ilişkisinin diğer boyutlarıyla ele alınması âdeta gölgede kalmıştır. Bu yaklaşım, on beş asırlık gelenek içinde varlığını sürdürerek günümüze kadar gelmiştir. Son derece önem arz eden bu meselenin, böylesine indirgemeci bir dille ele alınması, hakikatin bir boyutunu ifade ederken, diğer boyutlarının en azından yeterince fark edilmemesine kapı aralamıştır.

“İman başka, amel başka şeydir.” sözü, hiç alakası olmasa da kimilerinin zihninde, âdeta “imanla amel arasında bir ilişki yoktur” anlamını ima edecek şekilde anlaşılabilmektedir. “Benim kalbim temiz”, “Sen kalbime bak” gibi sözlerle, amelsiz imanın yeterliliğinin altını çizme, amelsizliği tolere etme, ameli “olmasa da olur” noktasına çekme çabası görülmektedir. Bu perspektiften ahlak meselesine bakınca, onun da imanla bağı koparılacaktır. Dolayısıyla, müminin güzel ahlaki tutum ve davranışlara sahip olmaması, sorun olarak görülmeyecektir. Elbette bu anlayışı Kur’an’a ve sünnete onaylatmak mümkün değildir ve bu noktada sormak gerekir: O halde iman ne işe yaramaktadır?

Amelin imandan bir cüz olmaması gerçeğinin, bunlar arasında başka tür ilişkinin olmadığı şeklinde anlamlandırılması, iman algısının yanlışlığına işaret etmektedir. Bu algıya göre iman, bireyin içinde kalan, dışarıdan görülebilir tezahürleri bulunmayan pasif bir kabullenişten ibarettir. İmanı böyle anlamlandırma, imanı olduğu kadar, bireyin davranışlarının nasıl oluştuğu gerçeğini de tanımamak demektir.

Şöyle ki, bireyin tutum ve davranışlarıyla, onun iç dünyası, yani duygu ve düşünceleri arasında organik bağ vardır. Bireyin isteyerek gerçekleştirdiği tutum ve davranışlarının arkasında, onun beyninin verdiği komutlar yatmaktadır. Beyin ise, sahip olduğu bilgi, duygu ve düşünceleri kullanarak bireyin biyolojik ve ruhsal taleplerini, dürtülerinden ve dış dünyasından gelen etkileri değerlendirip kararlarını oluşturur. Bu karar verme süreci oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir; zıt güçlerin acımasız çatışması/savaşı söz konusudur. Özellikle bilgi ve düşünce düzeyi gelişmiş bireylerde her bir kararın arkasında çok önemli girift işlemler yatmaktadır. Bütün bu işlemlerde ve kararın oluşmasında bireyin duygu ve düşünce dünyası, başat ve baskın role sahiptir. “Dervişin fikri neyse zikri odur”, “Küp, içindekini sızdırır.” öz deyişlerimiz de bu gerçekliği dile getirmektedir.

Gazzalî gibi İslam bilgin ve düşünürlerinin ahlak tanımları da, insanın duygu ve düşünce dünyasıyla davranışları arasındaki bu organik bağa işaret etmektedir. Onların tanımına göre gerçekte ahlak, bireyin dışarıdan müşahede edilen tutum ve davranışları değil de, onların kaynağı, etmeni olan iç dünyasındaki yetenek haline gelmiş kanaatleridir, oluşturduğu değerleridir. Bütün ahlakî tutum ve davranışlar, bireyin iç dünyasında oluşturduğu ve özümseyip benimsediği, içselleştirip kendi varlığının unsuru haline dönüştürdüğü bu değerlerin dışa yansımalarıdır. Şayet güzel ahlak sayılacak bir tutum ve davranış, bireyin bu iç dünyasının yansıması değil de dürtülerinin veya dış etmenlerin eseri ise, o güzel ahlaktan sayılmamakta, bir değeri bulunmamaktadır. “Ameller niyetlere göredir.” (Buharî, Bed’u’l-Vahy, 1.), “Müminin niyeti, amelinden daha hayırlıdır.” (Kenzu’l-Ummal, c. 3., s. 419, H.7236, 7237.) ve benzeri hadisler ile birçok ayet, bu gerçeği dile getirmektedir.

Bireyin kafa ve kalp dünyasındaki bu kanaatler/değerler, fizik ötesiyle irtibatlı, vahiyle destekli olunca, tutum ve davranışlarını belirleme, yönetme/denetleme gücü daha da katmerlenmektedir. Zira söz konusu bu kanaatler, sıradan kararlar olmaktan çıkıp imana dönüşmektedir. Müslüman birey, ahlaki ilkelerini kutsal metnin otoritesi altında, vahyin anlam dünyasından beslenerek şekillendirme durumundadır. Tabii ki, o bunu kendi özgür iradesiyle, müktesebatının elverdiği kadar ve içinde olduğu şartlara göre gerçekleştirebilmektedir. Sonuçta bu ilkeler, mümin bireyin içtenlikle benimseyerek inanıp bağlandığı değerlerdir. Bu inanılan değerler, artık müminin varoluş sürecini, hayatını ve doğal olarak bu arada ahlaki tutum ve davranışlarını yönlendiren, belirleyen unsurlar olmaktadır. Bu yüzden İslam’da iman ile ahlaki amel, farklı şeyler olsalar da, aralarında çok sıkı bir ilişki ve karşılıklı etkileşim söz konusudur.

Kur’an’a göre iman, insanın tüm varlığını çok yakından ilgilendiren ve onun varoluşunu belirleyecek olan asli bir hadisedir. İman, her şeyden önce bireye bir ‘bakış açısı’/‘perspektif’ kazandırmaktadır. İmanla bir “görme biçimi” kazanan Müslüman birey, bir “hakikati” tasdik ile sorumluluk yüklenmiş olmaktadır. Zira İslam’da iman, Allah ile doğru bir söze dayalı olarak ahit yapmaktır. (A’raf, 172; Ahzab, 7-8, 23-24; Fetih, 10.) Herhangi bir zorlamaya maruz kalmaksızın gerçekleşen bu antlaşma (Bakara, 256; Şûra, 8; Kafirun, 6.) sayesinde mümin birey, sorumluluk üstlenmektedir. Yapıp ettiklerine göre muamele göreceğine inanmaktadır. (Tevbe, 94; Yasin, 54; Mümin, 17; Kaf, 29.) Allah’a inanma ve bunun uzantısı olarak ahirete, ahirette hesaba çekilmeye inanmakla bütünleşen iman, bireyin hayatını yönlendiren en güçlü etmen olmakta, tutum ve davranışlar olarak açığa çıkmaktadır.

Bu yüzden, Müslüman bireyin, imanın sağladığı perspektiften kendi dünya görüşünü, hayat anlayışını üretmesi ve bu çerçevede kendi ahlaki değerlerini oluşturması beklenir. Bu değerler, o bireyin ahlaki tutum ve davranışlarını belirleyen, yönlendiren, yöneten ilkeler konumundadır. Sonuçta imanın gerçek statüsü eylemlerle açığa çıkmaktadır. Hz. Aişe’nin Hz. Peygamber’in ahlakının Kur’an olduğuna dair meşhur sözü, (Müslim, “Müsafirîn”, 139.) imanın perspektifinden hareketle bireyin tutum ve davranışlarının, bu arada ahlakının şekillenebildiğini açıkça göstermektedir. Kur’an’ın genelde imanla salih ameli bir arada zikretmesi de, bunlar arasındaki sıkı ilişkiye; ilke olarak birincisi bulununca diğerinin de bulunacağına işaret etmektedir.

Bütün bunlar, imanın etkin dinamik gücünü ortaya koymaktadır. Bu dinamizmin düzeyi, imanın gücüyle paralellik arz etmektedir. Onun için İslam, imana “anlamadan gerçekleşen bir kör kabulleniş” olarak yaklaşmamaktadır. Taklidî iman zarureten caiz görülmekle birlikte İslam, naklive akli delillerle temellendirilerek iyice içselleştirilmiş tahkiki imanı ön görmektedir. İslam’a göre aslolan, her zaman imanın bilgiyle, “anlama” yeteneği ve faaliyetiyle gerçekleşmesini sağlamaktır. Bu sayede oluşan iman, zaman içinde farklı boyutlar ve derinlikler (ilme’l-yakîn, ayne’l-yakin, hakka’l-yakin), kazanmaktadır. İman güçlendikçe, bireyin tutum ve davranışlarını belirleme/yönlendirme/yönetme gücü de artmaktadır. Birilerinin empozesi veya sıradan bir alışkanlık şeklinde ortaya çıkmış bir imanın etkinliği ise, çok zayıf kalmaktadır. Ahlaken yetkinlik, imani yetkinliğin sonucudur. Nitekim, Efendimiz, ahlakça insanların en güzeliydi. (Müslim, Mesacid, 267; Ebû Davud, Edeb, 1.) “Sizin en iyiniz, ahlakı en güzel olanınızdır.” (Buharî, Edeb, 39; Tirmizî, Birr, 47. Ayrıca bk. Ebû Davud, Sünnet, 14. Tirmizî, Radâ, 11.)

Evet, imanın muhtevasında artma ve eksilme olmaz. Bu yönüyle iman bir bütündür parçalanamaz. “Bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz” tavrını Kur’an asla onaylamamaktadır (Nisa, 150.) Ayetlerde dile getirilen artma ve eksilme, (Bk. Enfal, 2; Fetih, 4.) imanın gücüyle ilgilidir. İlgili bilgi artıp tefekkürde derinleşme ilerledikçe iman farklı boyutlar kazanır, gücü artar. İman güçlendikçe, müminin hayatını/tutum ve davranışlarını etkileyici, yönlendirici ve yönetici gücü artar. İşlevsellik düzeyi artan iman, etkin gücünü daha da artırmış olur. Bu daire, böyle çevrilip durur. Bunun aksi de söz konusudur: İman zayıf kaldıkça, etkileme gücü zayıflar. Müminin hayatında imanın etkili olamadığı durumlarda, onun dürtüleri, dış faktörler etkin konuma geçerler; bunlar müminin hayatını/tutum ve davranışlarını, ahlakını yönlendirir ve yönetirler. İman edilgen duruma itildikçe git gide zayıflar, zamanla yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.

Kimse doğruluğuna kani olmadığı bir şeyi kolay kolay yap(a)maz. Çünkü nefsanî eğilimlerinin ve dış faktörlerin baskıları sonucunda bireyin imanının onaylamadığı ameli yapması, kişinin kendi varlığına karşı çıkması demektir. Böyle bir davranış, kişinin kendi varlık bütünlüğünün parçalanmasına, dengenin bozulmasına; dolayısıyla çelişkiyi bünyesinde taşımasına yol açar. Hiç kimse, bu iç çelişkiye, varoluşsal bütünlüğün parçalanmasına tahammül edemez; vicdanen müthiş rahatsız olur. Mümin birey, kalp ve kafa dünyasıyla eylemleri arasında oluşan çelişkinin/ varlık bölünmesinin neden olduğu bu tahammül edilemez varoluşsal rahatsızlığı hemen giderip dengeye kavuşturmak (tevbe) ve bu suretle rahatlamak için çabalar. Amelini imanına uygun hale getirme kararı alarak kısa bir süreliğine maruz kaldığı çelişkiyi giderip yeniden denge haline kavuşur (Bk. Aydın, Kasım, 2010.)

İmanıyla çelişen amel karşısında vicdani rahatsızlık duymasını sağlayacak kadar imanı güçlü değilse o mümin, bu yanlış ameli devam ettirebilir. Başlangıçta yaptığı şeyin doğru olmadığını düşünse bile, bu mümin birey onu yapmaya devam ettiğinde –yaşadığı gibi inanmanın kaçınılmaz sonucu olarak- “kabul ettikleri”nin değil de artık “yaptıkları”nın doğru olduğunu söylemeye, kabul etmeye başlar ki bu süreç, imanı değiştirmekle/kaybetmekle de sonuçlanabilir. Demek ki, iman bireyin tutum ve davranışlarını belirleyip yönlendiren bir kaynak olmakla birlikte onlarla gelişip güçlenmektedir de. Meselenin bu boyutunu da ayrıca ele almak gerekir.

Kaynak:
Aydın, M. Şevki, “Biliyor Ama Yapmıyor mu”, Diyanet Aylık Dergi, Kasım, 2010.