Makale

Zor zamanda komşuluk

Zor zamanda komşuluk


Lamia Levent
Yalnızım dostlarım!

Yalnızlığın sessiz, karanlık ve soğuk kozasına kendini hapseden insan, neleri kaybettiğini görse, o kozayı yırtıp, bir an önce oradan çıkmak isterdi herhalde. Gelişen teknoloji sayesinde birbirimizle daha yakın iletişim içinde olmamıza rağmen hâlâ yalnızlığı derin şekilde yaşayabiliyoruz. Etrafımıza ördüğümüz kalın duvarlar öyle girift ki, âdeta bir labirenti andırıyorlar. Dünya global bir köye dönüşeli beri daha bir yalnızlaştık, tenhalaştık.

Her mit gibi, dünyanın global bir köye dönüştüğü algısı da içerisinde bir yanılsama taşımakta. Dünya, iletişim sayesinde küçüldü küçülmesine ama diğer taraftan insan, kendine ve çevresine yabancılaştı. Dünyanın bilmem hangi ucundaki biriyle çok kolay iletişim kuran insan, kapı komşusundan, yanı başındaki arkadaşından ve akrabasından bihaber olabiliyor çoğu zaman. O zaman durup düşünmek gerekiyor; dünya küçülürken, bizim dünyamız da mı küçülüyor, sanal ortamda sosyalleşmek adına insan kendini sosyal çevresinden izole edip, bilgisayarların dört duvarları arasına mı hapsediyor, karşımızda muhatap olarak samimi ve sıcak insan yüzleri yerine artık bilgisayarların soğuk yüzü mü olacak? Ve daha bir yığın soru peşi sıra geliyor aklıma…

Hâlbuki pencereyi biraz aralasak, çok tanıdık, çok sıcak çok içten ve bizden yüzler göreceğiz karşımızda. Hani sadece bir resimden veya bir isimden ibaret olmayan birilerini tanıyacağız. Belki kapısını çalmayı bekleyen komşumuz yalnızlığımızın çaresi olacaktır. Uzatılan bir sıcak el, samimi bir selam, bir tas çorba eritecektir buzları… İnsan kelimesi, ünsiyet kurmaktan, yakın olmaktan geliyor; bu yüzdendir ki insan, ancak insanla insanlığa erebilir ve insanca yaşayabilir zannımca.

Tebessümünü kaybetmiş dünya
Yüzler tebessümünü yitireli, dünya da grilerini giyinip tebessümünü kaybetti sanki. Dostluğumuzu, arkadaşlığımızı, komşuluğumuzu, insanlığımızı esirgediğimiz komşularımızdan, tebessümümüzü de esirgedik. Daha soğuk, daha mesafeli, daha ciddi bir dünyada kim yaşamak ister ki? Tebessümle yıkabileceğimiz duvarları, asık suratlarımızla daha da kalınlaştırıp insanlığımızı da oraya hapsediyoruz... Halbuki tanış olabilsek, yüzlerimiz gülecek ve dünyamız kaybettiği tebessüme tekrar kavuşacak.

İnsanlardan uzaklaşıp yalnızlaşırken biraz da insanlığımızdan uzaklaşıyoruz bir bakıma. Ama sorarsanız muhatabınıza doğru mudur, diye; sanırım kabul etmeyecek ve belki de; daha yakınlarda bilmem hangi kıtada, kaç bin kilometre uzaklıktaki bir adada tsunamiden zarar görenler için düzenlenen yardım kampanyasına katıldığını veya nesli tükenen kutup ayıları için oluşturulan bloğa üye olduğunu gururla söyleyecektir. Ancak 32 daireli apartmanında komşularından haberi yoktur çoğu zaman. Ara sıra merdivende, asansörde karşılaşılan komşular görmezden gelinir ya da baştan savma bir selamla geçiştirilir. Komşunun varlığından haberi yoktur ki; açlığından, tokluğundan, kederinden, sevincinden haberi olsun. “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir.” hadis-i şerifi yalnızca bir serlevha olarak süslemektedir duvarları.

Apartman blokları arasına sıkışmış gecekondudan yükselen ahlar duyulmaz olur. Sofrasına bir ekmek götürme savaşı veren komşular bilinmez… Kim bilir ne zorluklarla okumaya çalışan öğrenciler, yetimler, kimsesizler unutulanlar defterine yazılır. Kutuplara uzanan yardım eli yakındaki komşudan esirgenir. Birbirini duymayan, görmeyen, bilmeyen komşular sırt sırta yaşarlar ama birbirlerinin haliyle hallenmedikleri için duyarsızlık yaftasını hak ederler…

Hasılı kelam insan, dünyayı keşfetme, bilinmeyeni öğrenme, sınırları ortadan kaldırıp her kültüre, her ülkeye yakın olma arzusunu gerçekleştirirken bir şeyi gözden kaçırdı: Uzaklara gitme arzusu, yakın olanları görmesini engelledi!

Bizim mahallemiz… Bizim komşuluklarımız…

Bizim çocukluğumuzda, çok da uzak olmayan zamanlarda, mahallemiz ve komşularımız vardı. Evlerimiz bahçeli, en fazla iki katlı olurdu. Daha apartmanlar dikilip, devasa siteler kurulmamış, komşuluklar sayılara indirgenmemişti. İnsanların hafızalarından komşuluk diye bir değer henüz silinmemişti. Komşu evlerde yaşayan komşu annelerimiz, komşu teyzelerimiz, ablalarımız vardı. Onları ailelerimizden biri gibi bilir, severdik.

Ev almadan önce komşu alınırdı ve bu komşuluklar uzun öyle uzun sürerdi ki, başka semtlere, mahallelere taşınsalar bile, eski komşular unutulmaz, arada yoklanırdı. Yakın komşu evin halkından sayılırdı, hakkına hukukuna riayet edilirdi. Bazılarıyla ahiret kardeşliği gibi daha derin bağlar kurulur, bu dünyada başlayan komşuluk, ahirette de sürdürülmek istenirdi.

Bir derdi mi var komşu teyzenin, hemen annemiz bir kahve yapar, derin sohbetlere dalınır, kahvenin telvesinde eritilirdi cümle sıkıntılar… Şimdi olsa psikiyatrlar buna “komşu terapisi” derlerdi herhalde. Her fırsatta komşular bir araya gelir, akşamları bir manileri yoksa ailecek görüşülürdü.

Hele komşunun başı sıkışsın, hasta olsun, cenazesi olsun, önce komşular seferber olur; yaralar sarılır, acılar paylaşılır ve elden ne geliyorsa yapılırdı. Düğünler, sünnetler, doğumlar hep beraber kutlanır, acılar kadar sevinçler, mutluluklar da paylaşılırdı. İşler imece ile yapılır, herkes birbirinin yardımına koşardı.

Mahalleye yeni biri taşınmayıversin, hemen yardıma koşulur, yemekler hazırlanır, evlerine gönderilirdi. Üç- beş gün geçince “hoşgeldin”e gidilir, yeni komşularla tanışılıp kaynaşılırdı. Böylelikle uyum sorunları yaşanmaz, bunalımlara girilmezdi. Komşuluklar öyle eften püften değildi ki, bir üflemeyle sönsün; sabır, hoşgörü ve sevecenlikle her sorun halledilirdi.

Komşuda pişen mutlaka komşuya düşerdi. Bilhassa fakir fukara, garip gureba gözetilir, onlar mahalle komşularının bu dayanışması sayesinde gül gibi geçinir giderdi. Komşu hakkı, esastan tanınır, bu kadirşinaslık sebebiyle kusurlar, hatalar hoş görülür, huzur ve sukûnet içerisinde yaşanırdı.

Ramazanlar komşuluk ilişkilerinin daha bir perçinleştiği zamanlardı. Rahmetin dalga dalga yayıldığı Ramazan ayında paylaşma, kardeşlik ve dayanışma doruğa çıkardı. İftar ve sahur sofraları kurulur, konu komşu davet edilir, hep beraber coşku içerisinde yenir içilirdi. İftara yakın yemek tabakları gidip gelirdi komşu evler arasında. Çocuklar iftar topu atılıncaya kadar sokakta bekler, topun sesiyle beraber herkes evine doğru koşmaya başlardı.

Komşu komşuya o kadar bağlı ve iç içeydi ki, bu samimiyet ve fedakârlık “komşu komşunun külüne muhtaçtır” atasözüyle çok güzel ifade edilmiş. İnsan olarak pek çok şeye sahip olabiliriz, ancak iyi ve sağlam ilişkiler, dostluklar sayesinde bu dünyada ayakta kalabilir, huzur ve barışı tesis edebiliriz.

Yazımızı bir zamanların huzur ve sükûnet dolu evlerini, güzel komşuluklarını tasvir eden şairin şu dizleriyle bitirelim:

Bir köşende annanem, dalgın Kur’an okurdu;
Ve karşısında annem, sessiz gergef dokurdu.
Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı;
Asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı...
Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş;
Sular cömert, ‘temizlik imandandır’ bilinmiş...
Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler.
Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler...
Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu;
Komşuluk, mana ve ruh, ne varsa heder oldu.
N. F. Kısakürek