Makale

Camdan cama değil, kalpten kalbe komşuluk

Camdan cama değil, kalpten kalbe komşuluk


Doç. Dr. Ahmet Ögke

Sağırın biri, hasta komşusunu ziyaret edip hal hatır soracak olmuş. Ziyaret edecek ama ona ne söyleyecek, ondan ne cevap gelecek? Kulakları duymadığı için, hasta komşusunun söylediklerini nasıl anlayacak? Konuşma sırasında gelişebilecek muhtemel soru ve cevapları kendi zihninde tasarlamış. Şöyle düşünmüş: “O, dudaklarını oynattıkça ben anlamış gibi yaparak başımı sallar, uygun bir karşılık veririm. Mesela, ben ona: “Nasılsın? İyi misin?” derim, o: “Allah’a şükür, iyiyim” der. Başka ne diyebilir ki! Ben de “Allah arttırsın!” derim. Sonra ne yiyip–içtiğini sorarım. O, ya mercimek çorbası yediğini ya da şerbet içtiğini söyler; ben de “Afiyet olsun!” derim. Sonra ona, hangi hekime muayene olduğunu sorarım; o da “Filanca hekime” diye cevap verir. Ben: “Onun ayağı pek uğurludur; o nereye ayak basarsa orada bütün dilekler gerçekleşir, derim.” Sağır adam, böylece bütün konuşmayı kendi zihninde kurgulayarak komşusunu ziyarete gider ve onun hâlini–hatırını sorar:

– Komşum, nasılsın, hâlin–keyfin nasıl?
– Hiç sorma komşu, ölü gibiyim.
– Oh oh, ne hoş, Allah’a çok şükür! Allah arttırsın!

Komşusundan bu cevabı alan hastanın suratı asılır. İçinden: “Bu nasıl teselli?! Demek ki komşum benim kötülüğümü istiyormuş.” diye düşünür. Bu kızgınlıkla: “Ne yiyip–içiyorsun?” diye soran komşuya:
– Yılan zehiri! diye karşılık verir. Sağır, yine gülerek:
– Ne güzel, ne güzel! Afiyet şifa olsun, cevabını verir. Hastanın morali iyice bozulur ve hiddetlenir. Sağır adam yine:
– Tedavi için hangi hekim geliyor? diye sorunca hasta:
– Azrail geliyor! Var git işine be adam! Beni kötü kötü konuşturma! diyerek iyice kızar. Sağır yine:
– O ne iyi hekimdir, sevinsene! O, işini çok iyi yapar! karşılığını verir.

Hasta komşu, içinden: “Meğer bu komşum benim dostum değil, düşmanımmış, ölümümü istemekteymiş, gerçek yüzünü şimdi gösterdi” diye düşünürken; sağır ise, hasta komşusunun hâlini hatırını sormanın huzuru içinde: “Bugün ne iyi bir iş yaptım, ne büyük sevaba girdim!” diye sevinerek evinin yolunu tutar. (Mesnevî, c. I, b.no: 3360-3383.)

Hz. Mevlana’nın, Mesnevî’de anlattığı bu hikâye, aslında bizim komşuluk ilişkilerimizin içler acısı durumunu bütün çıplaklığıyla ortaya seren ibret verici bir öyküdür. Bu, bizim hikâyemizdir. Kendi kendimize soralım: Hemen hepimiz, komşularımıza karşı buna benzer sağırlıklar ve körlükler yapmıyor muyuz? Kulaklarımız var; ama duymuyoruz komşumuzun feryadını! Gözlerimiz var; ama görmüyoruz komşumuzun hâlini! İçinde bulunduğumuz alabildiğine dünyevileşmiş modern çağda çoğumuz, komşularımızın dertlerinden, sıkıntılarından, tasalarından habersiz, kendi hayatımızı yaşayıp gitmiyor muyuz? Mânevî dinamikleri gündelik yaşamdan uzaklaştırılarak ruhsuzlaştırılmış devasa kentlerde, bizi alabildiğine sıkıştıran, daraltan ve bunaltan günümüzün apartman hayatında kaçımız, komşusunun kederine veya sevincine ortak oluyor; onun üzüntüsünü ya da sevincini paylaşıyor? Komşusunun kötü gününde yanında olan, yarasına merhem olabilen, yüreğine su serpebilen kaç kişi vardır? Ya da iyi gününde onun sevinç ve mutluluğuna ortak olabilen kaç kişi?.. Bunları başarabilenlerin sayısı azdır. Komşuluk ilişkilerinden o kadar uzaklaşmışız ki, durumu düzeltmeye çalışırken bile, hikâyede anlatılan sağır adam gibi, komşumuzu kırar dökeriz çoğu zaman. Çünkü komşumuzun dünyasına o kadar uzağızdır ki, onun hâlini anlamak ve durumunu düzeltmek bir yana, kaş yapayım derken göz çıkarırız hep.

Zira dostluğumuz en iyi ihtimalle camdan camadır; candan cana değil! Eğer gerçekten kendimizi komşumuzun yerine koysak, empati yapabilsek, o zaman canıgönülden onun hâliyle halleşir, derdiyle dertleşirdik. Onun acısını yürekten hissedebilir, maddi yardımın ötesinde psikolojik ve manevi olarak da ona destek olur, en azından bir güler yüz gösterir, gönülden dualar ederdik. O zaman kalpten kalbe giden sayısız gizli yollar aracılığıyla komşuluklar pekişir, ilişkiler sağlamlaşır, kederler azalır, sevinçler çoğalırdı. Unutmayalım ki, başkaları bizim komşumuzsa, aynı şekilde biz de başkalarının komşusuyuz. Şimdi kendimize yine soralım: Acaba biz, şu üç türlü komşudan hangisiyiz: Öyle komşu vardır ki, ekmek gibi, su gibidir. Sen ona her zaman ihtiyaç duyarsın, onsuz yapamazsın; bir başka deyişle o, her zaman komşusunun yardımına koşar. İkinci tip bir komşu vardır ki, o da ilaç gibidir. Her zaman lazım olmaz, arada sırada hastalanınca tedavi için lazım olur. O da kendisine başvurulduğu zaman hemen komşusunun ihtiyacını karşılamaya koşar, ona faydalı olur. Üçüncü tip bir komşu da var ki, dert gibi, bela gibi, illet gibidir. Ondan uzak kalmak gerekir. Yaklaşırsan sana da dert ve bela bulaştırır, ondan hastalık kaparsın. Evet, şimdi soruyu tekrarlıyorum: “Biz ne tür bir komşuyuz?”

Ne hazin bir durumdur ki, günümüzde hızla yaşanan kentleşmeyle birlikte kat kat apartmanlarda üst üste, yan yana oturan insanlar, birbirlerinden bir selamı bile esirgemekte, hatta alt ya da üst komşusunun veya yan komşusunun kim olduğunu dahi bilmemektedirler. Yani çoğu yerde bırakın kalpten kalbe komşuluğu, camdan cama komşuluk bile kalmamıştır, artık. Yoğunlaşan iş hayatının yanı sıra, son hızla gelişen iletişim ve haberleşme araçlarının birbirinden koparıp yalnızlaştırdığı günümüz insanı, komşuluk hukukuna yakışmayan onca olayı da kanıksar olmuştur. Kendi evini temizlerken komşunun evinin kirlenmesine aldırış edilmemesi, komşunun namahremine göz atmalar, sesi sonuna kadar açılmış müzik, üst katta bitmek tükenmek bilmeyen yoğun bir gürültü, patırtı ve bağırtılar… Saymakla bitmeyecek pek çok örnek. Komşuluk ilişkilerinin zayıflamasıyla birlikte, birbirimize göstermemiz gereken inceliğin de aynı oranda azaldığını görüyoruz, maalesef.

Halbuki dinimizin yüce değerleriyle yaşantısına yön vermiş insanımız, komşuluğun ne demek olduğunu çok iyi bilir esasında. Birlikte ağlamanın ve birlikte gülmenin hazzını tatmış ve tattırmıştır her vesileyle. Çünkü üzerinde yaşadığımız topraklar, komşuluk ilişkilerinin en güzel hâliyle ve en üst düzeyde yaşandığı yüksek irfani değerlerle mayalanmıştır. Her şeyden önce dilimizdeki “komşu” kelimesi, “konuşmak, birlikte yakın yerlere konmak, yan yana yerleşmek” gibi anlamlara gelmektedir. Bir zamanlar çok revaçta olan şu terimi hatırlayalım: “Konuşlanmak.” Yani “yer-leş-mek.” Müşareket, yâni ortaklık manası ifâde eder. İşte, “evleri ve arazileri birbirine sınır ya da yakın” anlamındaki “komşu” kelimesi, öz Türkçemizdeki telaffuzuyla “konşu” ya da “konşı”dan gelmektedir. Dolayısıyla komşuluk, evden eve, tarladan tarlaya olabildiği gibi, ilçeden ilçeye, ilden ile ve ülkeden ülkeye de olabilir. Geleneğimizde komşuluk, bu fiziki sınırdaşlığın ve yakınlığın yanı sıra paylaşma, yardımlaşma, dayanışma, ortak değerler etrafında birleşme ve gönül yakınlığı gibi yüce değerleri de ifade etmektedir.

Bizim kültür ve geleneğimiz, komşulukla ilgili ayet ve hadislerin hakkıyla yaşanmasıyla yoğrularak oluşmuştur. Atasözlerimiz, şiirlerimiz, hikayelerimiz, hatta masallarımız bile hep ya bir ayetin, ya da bir hadisin anlamını içermektedir. Mesela, Anadolu’da bir söz vardır: “Hısımın kim? Yakın komşun” der halkımız. Aslında bu ifade, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şu kutlu sözünden ilham alınarak söylenmiştir: “Cebrâil (a.s.), komşuya iyilik yapmayı bana o kadar tavsiye etti ki, neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.” (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140.) Yine Yunus Emre’nin şu dizeleri, aşağıdaki hadis-i şerîfin Türkçesi değildir de nedir: “Eğer konşı hak’ı boynundayısa / Cehennemde yarın bâkî kalasın” (Yunus Emre Dîvânı, Haz.: Mustafa Tatcı, 279/12.) Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.)’e: “Ey Allah’ın Rasulü! Falanca kadın gündüz oruç tutuyor, gece namaz kılıyor; ama diliyle komşusuna eziyet ediyor, onlara musallat oluyor.” denilince, Efendimiz (s.a.s.): “Onda hiçbir hayır yoktur; o cehennemdedir” buyurmuştu. (Hâkim, el-Müstedrek, IV/126.) Bir başka hadis de şöyledir: “Komşusu şerrinden emin olmayan kimse cennete giremez.” (Müslim, Îmân, 73.)

Bu bilinçle yetişmiş incelik timsali arif bir zat, birgün dostlarına, evini farelerin istila ettiğinden söz eder. Arkadaşlarından biri, evine kedi almasını tavsiye edince şöyle der: “Bunu yapamam; çünkü kedinin varlığını hisseden farelerin benim evimi terk edip komşunun evine gitmesinden korkarım. Kendim için hoşlanmadığım bir durumun, komşumun başına gelmesini istemem.”

Allah’ın arif kulları, diğer İslam âlimlerinden farklı olarak komşuluğun bambaşka boyutlarına da dikkat çekmişlerdir. Mesela, komşuluk ilişkileriyle ölüm arasında ilginç bir bağlantı kuran Hz. Mevlana, “Komşumun ölümü, bana vaaz edici (vaiz) olarak yeter!” der ve sözlerini şöyle sürdürür: Bu öğüt (komşumun ölümü), benim bütün kazancımı, dükkânımı yıktı, mahvetti. Madem ki öldükten sonra bu dünyadan ayrılıp tek başıma kabre konacağım, öyleyse Allah ile beraberliği, O’nunla komşuluğu seçeyim, O’nunla dost olayım. Madem ki ben ölünce çenemi bağlayacaklar, öyleyse şimdi az çene çalayım da boş ve anlamsız sözler söyleyip durmayayım. Madem ki topraktan gelen bedenimiz yine toprağa dönecek, öyleyse hayattayken ölümü düşünelim de bize vefası olmayan şeylere kalplerimizi bağlayıp anlamsız yere sevgi beslemeyelim. (Mesnevî, c. VI, b.no: 440-447.) Her geçen gün görüyorsun ki, sağındaki solundaki komşuların, yaşlı, genç, çocuk, erkek, kadın demeden birer birer ölüp durmaktalar. Öyleyse günün birinde ölümün sana da gelivereceğini düşün de Allah’a kulluğa sımsıkı sarıl! Komşunun ölümünden ibret al, ders çıkar! (Ahmed Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. VI, s. 513.) Aynı mana, Yunus Emre’nin dilinden ise şöyle dökülür: “Günde birin gide-durur, konşun sefer ide-durur / Ecel bir bir yuta-durur, bu dünyaya mağrur nedür?” (Dîvan, 56/6.)

Yine komşuluk ile Allah dostlarıyla beraber olmak arasında da ilgi çekici bir bağlantı kuran Mevlana, “Artık sen, ‘önce komşu gerek, sonra ev’ de ve gönlün varsa eğer, yürü, gönül sahibi bir dost ara!” tavsiyesinde bulunur. Yani iyi kimselere komşu ol! Kâmil / olgun insanlarla beraber ol! “Önce komşu, sonra ev; önce arkadaş, sonra yol” bul da yoldan kalma! (Mesnevî, c. I, b.no: 3010-3013; Konuk, a.g.e., c. XII, ss. 348-350.)

Hz. Mevlana’nın komşuluk kavramından çıkardığı en zirve mana ise, “Gönül evi ve onun gizli komşuları” benzetmesidir. O der ki: Gönül, büyük bir ev gibidir; gönül evinin gizli komşuları vardır. O komşular, pencere ve duvarların aralığından çeşitli sırlara vâkıf olurlar. Yani kalp penceresinin ve duvarlarının aralığından, o gizli komşular birçok sırları öğrenirler. Âriflerin kalpleri, gizli komşulardır. Olgun insanın bir bakışı, asla vehme gelmeyecek olan aralıklardan, kalplerin en derin köşelerine kadar nüfuz edip durumunu bilir. Olgun insan, nefsin içgüdüsel duygularıyla dolu sahte gönül ile yalnız Allah aşkıyla dolu olan hakiki gönlü birbirinden rahatlıkla ayırt edebilir. Öyleyse gönül sahibi Allah dostlarıyla gönül evlerimizi komşu eyleyelim de nefsin ve şeytanın hile ve tuzaklarından uzak kalabilelim. (Mesnevî, c. IV, b.no.: 1777-1793; Konuk, a.g.e., c. VII, ss. 523-525.)

Şimdi, Hz. Mevlana’nın söylediklerini yazımızın başlığıyla irtibatlandıralım: Camdan cama değil, kalpten kalbe komşuluk. Yani, hem fiziki anlamda birlikte yaşadığımız komşularımızla komşuluk hukuku çerçevesinde güzel geçinmek ve hem de iyi kimselerle, salihlerle beraber olmak. Hem ev ya da arâzi komşularımızdan uzak kalmamak, hem de Allah dostlarından. Hem komşularımızın halleriyle hemhâl olmak, hem de gönüllerimizi Allah dostlarının gönüllerine açmak. Hem komşularımızı gönülden / kalpten / yürekten sevmek, hem de salih kullara kalpten muhabbet beslemek, her zaman onlarla yürekten beraber olmak.

Henüz insanların bedensel varlıkları yaratılmamışken, Elest bezminde / Kalu bela anında ruhlarımızın birbirine komşu olduklarını, dolayısıyla komşuluğumuzu yeniden hatırlamamız gerektiğini anımsatan Yunus Emre ne güzel söylemiş: “Ne oğul vardı ne kız, vâhid idük anda biz / Konşıyıduk cümlemüz, nûr dağın yaylar iken.” (Dîvan, 243/8.)

Ruhlarımız / canlarımız komşuydu; geliniz, kalıplarımızla birlikte kalplerimizi de birbirine komşu eyleyelim!