Makale

İslâm’ın BİREY ANLAYIŞI

İslâm’ın
BİREY ANLAYIŞI

Doç. Dr. Mustafa Ünver

İnsan, içinde yaşadığı zaman diliminin saldığı havayı nasıl solumak zorundaysa; özel bir korunma alanına alınmadığı sürece yaşadığı çağın ve çevresinin yaydığı her türlü fikrî, kültürel, ekonomik yayınlardan da etkilenmek zorundadır. Daha açık bir deyişle özel bir ilgi, eğitim ve öğretim görmeyen bir insanın dünya görüşü, içinde yaşadığı çağın egemen kültür, politika ve düşüncesi doğrultusunda yayınlanan internet, televizyon, gazete ve moda gibi yayınlarla şekillenmektedir. Bu itibarla insan çağının çocuğudur.

Öyle görünüyor ki, günümüz dünyasının saldığı küresel yayınların egemen dokusu, insanın kendisini tanrı gibi görme psikozu içerisinde sürekli kazanma ve çılgınca tüketme azmi ve kararlılığı hedefiyle bütünleşmiş durumdadır. Bu hedefin tanımlayıcılarından olan bireycilik, bu yazının konusudur ve İslâmî kaynakların bu yaklaşımı nasıl değerlendirip ele aldığını ortaya koymaya çalışacaktır.

Bireycilik genel olarak felsefede bireye ontolojik, mantıksal, metodolojik ve aksiyolojik anlamda bir öncelik veren ve bireyin somut olarak gerçekliğini vurgulayan görüş ya da anlayış olarak tanımlanır. Bireye üstün bir yer açan bu akım, doğası gereği, otoriteye dayalı bir toplumsal denetim mekanizması geliştiren ortaklaşacılık düşüncesine ve üretim araçlarının bölgesel, ulusal ya da evrensel düzeyde ortaklaşa kullanılmasını amaçlayan kollektivizm düşüncesine aykırıdır. Aynı zamanda bireycilik, ilke ya da uygulama olarak çevresinde kabul görmüş veya dış dünyada egemen durumda olan davranış modellerine, düşünce tarzlarına uyan kimsenin hareket tarzı ve toplumun değer yargılarına ve geleneklerine saygı duyma, onlara karşı çıkmama, onlarla barışık yaşama tavrı ya da eğilimi olarak tanımlanan konformizm düşüncesinin de karşısında yer alır. (Ahmet Cevizci, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2000, s. 54, 201) Buna göre bireyci bir insan, kendi hatırı için yaşar; kendisini kimseye feda etmez, kendi zihnî hükümranlığı doğrultusunda hayatını sürdürür ve her şeye, kendisine yararlı olması şartıyla değer verir. Ona göre duyguları belirleyen etken ahlâkî değerlerdir ve ahlâkî değerleri de bağımsız olan bireyci zihin belirler. Kendini merkeze koyan ve tüm varlıkların ona hizmet gayesiyle var oldukları düşüncesi üzerine kurulmuş olan bireyci zihniyetin belirlediği ahlâkî değerlerin ise, ilk insandan son peygambere kadar insanlığa ilâhî iradenin aşılamaya çalıştığı ahlâkî değerlerle mutabık kalamayacağı açıktır. Zira peygamberlerin tebliğ ettiği ahlâkî değerler düzleminde insan, eşref-i mahlukat olmakla birlikte bireyin sadece kendisinin değil, tüm insanların ve diğer varlıkların muhterem olduğunu düşünmesi gerekir. Bu itibarla ilâhî rehberliğin dokusu olarak altı çizilen hususla, her halükârda kendisini hep merkezde görüp başka her şeyi kendisinin tahakkümüne boyun eğmesi gereken varlıklar olarak görme eğilimindeki bireyci zihnin ahlâkî değerlerle örtüşmesi mümkün gözükmemektedir.

Bilindiği gibi insan, fizik bünyesi yanında, bir de bu yönünü mutlaka aşması gereken ufukluluk veya derunîlik olarak tanımlanabilecek olan manevî tarafa sahip bir varlıktır. İnsanın bahsi geçen bu fizik ve metafizik yönünü okyanusun üstünde görünen ve altında görünmeyip gizli kalan kısmıyla bir buzdağına benzetmek mümkündür. Şayet sadece suyun üstündeki kütle görülür ve bütün hakkında bu kadarlık bir zahirle hüküm verilirse, bu karar isabet kaydetme noktasında ciddî bir yanılgı ihtimaline açık hâle gelir. Bunun gibi şayet insana da sadece fizik özellikleri itibariyle yaklaşılarak tümü birkaç damla kan olan bir varlık gözüyle bakılırsa insana yazık edilmiş olur. Bütün hakkında verilecek hükümlerde muhakkak aysbergin görünmeyen kütlesi hesaba katılmalı, bu yönü keşfedilmeye çalışılmalıdır. Nitekim Hz. Ali’nin şu sözü çok manidardır: “Sen kendini evrende küçücük bir nokta sanırsın, bilmezsin ki; bütün evren senin içinde saklıdır.” Bu itibarla her insan bir âlemdir ve bir insanın bile olduğu yerde konuşulacak çok şey vardır. Aslında insan şairin iddia ettiği gibi, sadece üç beş damla kandan müteşekkil değildir, aynı zamanda üç beş damlalık da gözyaşına sahiptir. İnsanın birkaç damlalık kanı buzdağının suyun yüzeyinde görülen kütlesinin, birkaç damlalık gözyaşı da okyanusun karanlıklarına uzanan derin kütlesinin bir işaretçisi olarak görülebilir. Bu yüzden insan hep keşfedilmeli ve aşılmaya çalışılmalıdır. İnsanda müheyya kılınan bu zahir ve batın tabiatı, “kendini bilen Rabbini bilir” sözüyle daha bir anlamlı boyuta yükselmekte ve keşfedilmesi sonunda ulaşacağı kutlu hedef gösterilmektedir. Aksi takdirde insana, onun manevî boyutu diyebileceğimiz batın yönü dikkate alınmadan, sadece yiyip içen ve şehevî arzularını yerine getiren bir varlık gözüyle bakılması durumunda, yükselerek ufuklar ötesiyle kurabileceği kutlu ilişkiler adına çok büyük kayıplara mahkum edilmiş olacaktır. Yükseklere ve yücelere varabilecek kapasiteye sahip bir insana deyiş yerindeyse paçasından çekerek, “hayır hiçbir yere gitme, sen buraya aitsin” diyerek, onu yüzeysel ve alelâde zeminlere bağlı kalmaya mahkum etmek, ona yapılabilecek kötülüklerin en büyüğü olsa gerektir. Nura, aydınlığa ve cennete yükseleceğim diyen birisinin ellerini ve ayaklarını kelepçeleyerek, onu karanlığa, zindana ve ateşe mahkum etmek elbette en büyük kötülüktür. Kaldı ki insana yapılan bu kötülük, aslında sadece kâinatın efendisi olarak yaratılmış bu varlığa değil, aynı zamanda kendi dışındaki tüm diğer varlıklara da yapılmış olacaktır. Bu yüzden sadece maddî ihtiyaçları üst düzeyde karşılanan insanlar, yine de mutlu olamamakta ve mutluluk arayışı içinde pek çok yerli yersiz seçeneği denemektedir. O halde İmam-ı Gazali’nin dediği gibi, “Kâmil insan odur ki, zahiri ve batını tamamen cem eder.” takibi yapılmalıdır, zira bu vasfa sahip insan, hem kendi cinslerine hem de evrendeki tüm varlıklara huzur ve saadet götürür.

İyilik ve kötülük yolları mayasında açılmış olan insanın (Şems, 8) bireyci bir zihniyete sahip olması, kendisini Allah Teâlâ’nın bir kulu olarak yaratılmış olduğu gerçeğini kabule değil, kendisini merkez olarak görüp her şeyi kendi etrafında dönen, deyiş yerindeyse bir tanrı gibi kabul edip davranmaya başlamasına götürür. Oysa insan yaratıcının bildirmiş olduğu talimatlar doğrultusunda fıtratında var olan zaafiyetlerini ıslah ederek dünyayı imar etmek, yardıma ve katkıya ihtiyacı olan tüm mahlukata el uzatmak göreviyle yaratılmıştır. Şayet insan bireyci zihniyetine teslim olur ve ilâhî rehberliği göz ardı ederse, nankörlük, kibirlilik, dünyaya düşkünlük, hırslılık, sabır ve tahammülde zayıflık gibi zaafiyetleri bireyci zihin ve bu zihnin pratik hayatını daha da karanlıklaştıracak, kendisine ve çevresine dünyayı zindan edecektir. Bireyci insanın böyle bir zaafiyeti Kur’an’da şöyle dile getirilir: “Eğer insana tarafımızdan bir rahmet (nimet) tattırır da, sonra bunu ondan çekip alırsak, şüphesiz o ümitsiz ve nankör oluverir. Ama kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet tattırırsak mutlaka, “Kötülükler benden gitti” diyecektir. Çünkü o şımarık ve böbürlenen biridir.” (Hud, 9-10) İnsan tabiatı gereği olayları derinlemesine değerlendirmekten kaçınan sathî bir yapıya sahiptir. Bu itibarla refaha erip kudret sahibi olduğunda zevkine düşkün ve kibirli bir hâle geçmesi kolaylıkla gerçekleşir. Hatta kendisini bu hâle o kadar kaptırır ki, herhangi bir ihtimalin bu mutlu şartları sona erdirebileceğini hayal bile etmek istemez. İşler tersine gittiğinde ise ümitsizlik ve üzüntü abidesi hâline geliverir ve dövünüp yakınmaya başlar. Tekrar selâmete çıktığında ise yeniden bilgi ve başarısıyla övünmeye ve gururlanmaya başlar. Görüldüğü gibi ontolojik anlamda kendini merkeze koyan bireyci zihniyete sahip bir kimsenin, ayette ifade edilen nankörlük, gurur, kibir ve şımarıklık gibi kötü huylarını düzelterek saadete ulaşması, ilâhî rehberlikten istifade etmedikçe, daha açık bir deyişle alanın da verenin de Allah olduğu gerçeğine teslim olmadıkça mümkün görünmemektedir. “O, insanı bir damla sudan yarattı, bir de bakarsın ki o apaçık bir hasım olup çıkmış.” (Nahl, 4) mealindeki ayet de, insanın bir başka zayıf noktasına işaret etmekte, alçak gönüllü olması, nereden nereye nasıl geldiğini unutmaması, bir damla değersiz sudan bu hâle geldiğini hatırlaması gerektiğini belirtmektedir. Bu uyarılardan nasip alamayan bireyci bir insan, kendisini ve çevresini amansız bir mücadele ve sıkıntı girdabının içine atmakta ve belki istediği yere de bir türlü ulaşamamaktadır. “Gerçekten insan cimri ve hırslı yaratılmıştır. Ona kötülük dokundu mu, mızıkçılık yapar, iyilik dokundu mu, cimrilik eder.” (Mearic, 19-21) İnsanı, dünya ve ahiret hayatında sıkıntı yaşamasına sebep olan hususlardan birisi (de) mal mülk yığma hırsı içinde cimrilik etmesidir. İnsanın zatındaki bu zayıflıktan iman edenler ve dosdoğru yolda olanlar istisna edilmiştir. “İnsan mal mülk istemekten bıkmaz. Ama kendisine bir fenalık dokundu mu hemen ümidini keser yaygarayı koparır.” (Nisa, 49) Unutulmamalıdır ki, inanç maddî güçten daha üstündür. Maddî gücü kendisi için yeterli gören insanlar, hayatta başlarına gelebilecek farklı sahnelerde acze ve isyana düşebilirler. İnanca sahip olanlar ise kendi zayıflıklarının farkında olduklarından daha dikkatli olur, hayatın farklı esintileri karşısında inançları sayesinde savrulmamakta, bu tür olayla, karşısında direncini daha da perçinlemiş olmaktadır.