Makale

Bireysel Özgürlük ve BİREYCİLİK

Bireysel Özgürlük
ve BİREYCİLİK

Dr. Şenol Korkut

Kur’an insanın en güzel şekilde yaratıldığını bildirmekte, Allah’ın devamlı onun yanında bulunduğunu, ona şahdamarından bile daha yakın olduğunu ve yeryüzünde insanı Allah’ın halifesi kıldığını beyan etmektedir. Kur’an, anlamanın insanı şereflendirdiğini bildirmekte, aklını kullanmayanları sağır, dilsiz ve kör olarak vasıflandırmakta, göklerin ve yerin incelenmesinin düşünen insanlar için aydınlatıcı olduğunu, tabiatın ve diğer canlıların nasıl yaratıldığının araştırılması gerektiğini, geçmiş milletlerin kıssalarında anlayış sahibi insanlar için alınacak hisseler olduğunu bildirmektedir. İnsan ancak Allah’a karşı sorumlu olmalı, ancak O’na dua ve ibadet etmelidir. İnsanın iyiliklerine ve kötülüklerine karşı nihaî olarak müeyyide uygulayacak tek varlık Allah’tır. Kur’an, insanı kâinat, yaratılış ve ahirete yönelik olarak tefekkür etmeye devam etmektedir. İnsan doğuştan getirdiği istidatlarla fıtraten temiz bir yaratılışa sahiptir ve o nefsini ıslah etmekle mükelleftir. İnsanın gerek toplum hayatında gerekse bu dünya hayatında çeşitli hakları vardır. İslâm, insanın düşündüklerini ifade edebilme, yaşama, can, mal, namus ve aile hayatını güvence altına almıştır.

İslâm’ın sunduğu bu insan anlayışı onun yeryüzü serüvenine yeni bir boyut katmıştır. İslâm insan zihnini hurafe, batıl inanç ve mitoloji gibi unsurlardan ayıklayarak onun yerine topluma ve kâinata karşı makul, sağlıklı ve özgün bir şekilde bakabilmesini ve yaklaşabilmesini temin etmiştir. İnsan kâinattaki varlıklar içerisinde ayrı bir yere konulmakta, bilme işlevi ve tefekkür etmenin onu huzurlu ve mutlu kılacağı bildirilmekte ve ahlâkî olarak kötülüklerden kaçınarak fazîletlere davet edilmektedir. İnsanın Allah’ın bir kulu olması onun ferdî sorumluluk, özgürlük ve kâinata karşı bir birey olması ile çelişen bir durum değildir. Bu nedenle İslâm’da ilmî araştırma, tefekkür ve teemmül açısından bir bireysellik söz konusudur. Söz konusu bireyselliğin bütün insanlara nüfuz etmesi, her biri kendi ölçüsünde hakikat arayışının içerisine düşmüş bir toplum ahengini de beraberinde getirmektedir. Bu durum toplumun paylaşmasını, yardımlaşmasını ve ahlâkî olarak yapılanmasını kolaylaştırmaktadır. İslâm’ın sunduğu insan tipi her şart altında kendi ayakları üzerinde durabilen, zihnini bireysel keşiflere açabilen ve bu yönde her türden zorluklara göğüs gerebilen bir niteliktedir. Bu olgu insana her daim özgüven aşılamaktadır. Bu nedenle cahiliye ortamında bir köle muamelesi gören Hz. Bilâl-i Habeşi’nin İslâm’la beraber bir özgürlük abidesine dönüşmesi, cahiliyenin önde gelenleri tarafından kabul edilmesi imkânsız bir hâl olmuştur. Tarih bu tür numunelerin hızla dünya coğrafyasına yayılmasıyla kültürel, sosyal ve iktisadî açıdan yeni bir aydınlanmaya ve canlanışa şahit olmuştur. Bu nedenle İslâm, insan zihninin yeniden makul olana, güçlü bir metafiziğe ve kâinatın doğal işleyişine yönelmesini sağlamış, başka medeniyetlerin benzer dönüşümlerine ise öncülük etmiştir.

İnsanın bireyselliği her şeyden önce varlık düzeyinde gerçekleşen bir olgudur. Bu nedenle insan varlığını maddeye, nesneye ve aracılara değil, Allah’a borçludur. Dolayısıyla kâinat insana, insan da Allah’a hizmet etmelidir. İnsan yaratılışı gereği bir yönü ile her zaman doğal düzenin parçası olan bir varlıktır. Bu anlayış insanın doğa ile düzenli bir iletişim kurmasını beraberinde getirmektedir. İnsanın doğal düzen ve metafizik alanla dengeli bir ilişki kurabilmesi ise öncelikle yaratılışını, varlık yapısını ve bu dünyaya gönderiliş amacını tanımasına bağlıdır. Bu anlayışı İslâm âlimi ve Müslüman filozofların insan tasavvurunda da görebilmek mümkündür.

İbn Sina varlık âleminin açıklanabilmesinde, kişinin kendi nefsini tanımasının ve benlik bilincinin önemli rolü olduğunu belirtmiştir. (Ali Durusoy, İbn Sinâ Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri, İstanbul,1993, s.50) Fârâbî ise, varlıklar hiyerarşisinde insanî alanı ilmin, ahlâkın ve entelektüel işlevin yeniden ortaya çıktığı bir odak olarak belirlemiş, insanın ortaya çıkışını metafizik varlık alanı ile bağlantılı bir şekilde açıklamış ve insanı bir düzene göre gerçekleşen çeşitli karışım aşamalarının en son ve en mükemmel varlığı olarak kabul etmiştir. (Yaşar Aydınlı, Fârâbî’de Tanrı ve İnsan, İstanbul, 2000, s.77-79)

İslâm’ın ana kaynaklarında ve İslâm âlimlerinin teliflerinde sunulan insan tipi zihnini mistik, hurafe ve boş inançlardan temizlemiş güçlü bir metafizik arka plânın eşliğinde ilmi ve mantığı esas alan, devamlı müteyakkız ve bilfiil halde bulunarak üretmeyi amaç edinen bir varlıktır.

İçinde yaşadığı toplumun her yönüyle mükemmel olması, kötü bir kişinin kurtuluşu, selâmeti ve huzuru için yeterli bir durum değildir. Bu durumun tersi de söz konusudur. Ahlâkî meziyetler açısından en kötü bir toplumda dahi en güzel örnekliğini Peygamberimizin hayatında da görebileceğimiz gibi karakteri düzgün, erdem sahibi, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getiren, kalbi mutmain olan bir insandan bahsedebilmek mümkündür. Bu olgunun teorik atmosferini Endülüs filozofu İbn Bâcce’nin, ‘Yalnız İnsanın Kendini Yönetmesi’ olarak çevrilen Kitâb Tedbîr el-Mütevahhid adlı eserinde görebilmek mümkündür. İbn Bâcce tedbîr terimi ile kişinin gerek gerçekleşmiş gerekse henüz düşünce aşamasında olan eylemlerini amaçlanmış bir gaye doğrultusunda tertip etmesi ve yönlendirmesi olarak anlamlandırmış (Yaşar Aydınlı, İbn Bâcce’nin İnsan Görüşü, İstanbul, 1997, s.257), böylece kötü bir toplum içerisinde erdemli bir insanın yetişebileceğinin imkânına işaret etmiş ve insanın ontik yapısındaki güce ve özgürlüğe dikkat çekmiştir.

İslâm’ın insan onurunu merkeze alan söz konusu bireysellik anlayışı yeryüzünün inşa, imar ve ıslah edilmesinde önemli bir unsur olmuştur. Bu olgunun en somut yansımalarını ilim ve sanat sahasında görebilmek mümkündür. İslâm tarihi boyunca her türden insanî etkinlik hiçbir zaman belirli bir kitlenin tekelinde olmamıştır. Birûnî’ye büyük bir azim ve şevkle yeryüzü incelemeleri yaptıran, Uluğ Bey’e bilinenle yetinmeyip bilinenden bilinmeyenleri çıkartmak için Semerkant Rasathanesinde geceler boyu gözlem yaptıran, İslâm coğrafyacılarını yeryüzünde gezip görmek ve her mekânı ibret vesikası olarak gelecek kuşaklara aktarmak için zor şartlar altında diyar diyar dolaştıran, Yunus Emre’nin gönlüne bir aşk olarak girip Türkçe’nin en güzel şiirlerini yazdıran, Ahmed Yesevî’de insan sevgisini tomurcuklaştıran, Mimar Sinan’ı nesne karşısında özgünleştiren, Şair Nigâr Hanım’ı şiir geleneğimizde güzîde bir konuma oturtan, günümüzde dahi birçok âlimi hikmet evleri ve kütüphanelerde geceli-gündüzlü çalıştıran, büyük projelerin ancak komisyonlar vasıtasıyla gerçekleştiği modern dünyada kendine özgü bir metot geliştirerek Fuat Sezgin Hoca’ya İslâm biliminin eşsiz numunelerini günümüze taşıtan, sözünü ettiğimiz bireysel özgünlükten başka bir şey değildir aslında. Bu nedenle bireyselliği bir bakıma her insanda fıtraten ve öz olarak aynı olan hakikatin, biçim olarak farklı renklerde temayüz etmesi olarak da değerlendirebiliriz.

Böylelikle İslâm’ın bireysellik anlayışı önceki kuşağın kifayetsiz kaldığı problem alanlarını, projeleri ve sorunları çözüme kavuşturmayı, ait olduğu ilim dalını hocasından en az bir derece daha ileri taşımayı, karşı çıktığı öğretiyi onun temsilcilerinden daha ileri bir şekilde öğrendikten sonra reddiyesine başlamayı, yıkmak yerine yapmayı, reddetmek yerine sorgulayıp ıslah etmeyi, saklamak yerine paylaşmayı, tembellikten ziyade üretmeyi, kibirden ziyade diğerkâmlığı, taklitten ziyade özne olmayı salık vermektedir. Bu tür insan tipinde beden ve ruhun, dünya ile ahiretin, ilahî ile insanî olanın, birey ve toplumun tam bir bütünlük oluşturduğunu görebilmek mümkündür.

Keza İslâm’ın getirdiği bireysellik anlayışı kişiyi toplumdan soyutlayan bir olgu değil, tersine bizzat onu toplumsallaştıran bir unsurdur. İslâm tarihi boyunca bireyler kendi alanlarında kolayca sorumluluk ve inisiyatif almışlar, yardımlaşma, merhamet ve paylaşma konusunda öncülük yapmışlardır. Günümüze kadar geldiği şekliyle İslâm medeniyetinin ana ögeleri olan vakıf müesseselerinin, yonca teşkilatlarının ve meslek kuruluşlarının çok yaygın bir şekilde toplumsal hayatta yerini almasında andığımız tarzda bireysel tutumların, yaklaşımların ve öncülüğün önemli bir payı vardır. Böylelikle İslâm sadece bireyi odak olarak alıp, toplumsal olan her şeyi dışlamayı veya bunun tersini kabul etmemektedir.

İslâm’ın insan anlayışı vasıtasıyla bireysel tutum ve tarzlara açtığı alan modern dönemde ortaya çıkan bir tasavvur olarak bireycilikle tenakuz oluşturmaktadır. Çünkü bireycilik sadece bireylerin gerçek olduğunu, geride kalan unsurların ise bağımsız gerçekler olmadıklarını savunmaktadır. Bireycilikte insan kendisini merkeze koyarak nesneyi, varlık idrakini ve sosyal yaşantısını buna göre tanzim etmektedir. Bu durum İslâm’ın insan algısına tenakuz oluşturmaktadır. İslâm’ın insan tasavvuru aynı şekilde tek tek insanları birbirleriyle herhangi bir ilişkisi olmayacak şekilde ayrı bir nesne olarak kabul eden bireyleşimle de çelişmektedir. Bireyleşimin sonucunda bencillik ve menfaatçilik doğmaktadır. Bu hâliyle bencillik, paylaşmaktan, hakikat arayışından, üretmekten ve yardımlaşmaktan uzaktır. Bireycilik, toplumdaki sosyal bağları kopararak kendisi için üreten, kazanan ve tüketen bir insan tipi ortaya çıkarmaktadır. Bireycilikte dinî ilkelerin ve ibadetlerin sosyal boyutu ikinci plânda kalmakta, millî örf ve âdetler değersizleşmekte, işbirliği, yardımlaşma ve dayanışma sahasındaki toplumsal şuur önemini kaybetmektedir. Bencillik ve bireycilik kişinin maddî çıkarını her şeyin üstünde tutarak insana doyumsuz bir tüketim duygusu aşılamakta, onu daha fazla maddeye bağımlı hâle getirmekte, ayrıca insanda adalet, diğerkâmlık, mütevazılık ve hoşgörürlük erdemlerini sönükleştirerek; onu kibir sahibi, müsrif ve savurgan yapmaktadır. Oysa dinimiz kazancımızda yoksulun, yetimin ve sahipsizin hakkı olduğunu bildirmekte ve Müslüman’ın kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe, tam olarak iman etmiş olamayacağını beyan etmektedir. Bireyciliğin getirdiği başka bir olumsuz durum ise, hayatın her alanında insanı hem zihinsel hem de pratik olarak tembelliğe, vurdum duymazlığa, taklitçiliğe ve tüketmeye alıştırıyor olmasıdır. Böylece insanlar şehirlerde yaşasa bile daha fazla yalnızlaşmaktadır.