Makale

Bireyin Kendi Dindarlığını Oluşturma Yeteneğini Geliştirmek

Bireyin Kendi Dindarlığını Oluşturma Yeteneğini Geliştirmek

Prof. Dr. M. Şevki Aydın

Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
Çoğulcu niteliği öne çıkan günümüz açık toplumlarında baş döndürücü bir hızda değişim yaşanmaktadır. Küreselleşme olgusu, bu değişimi tetiklemektedir. Bu hızlı değişim gerçeği, bireyi ve toplumu sürekli yeni yeni sorunlarla karşı karşıya bırakmaktadır, Yarın hangi sorunlarla karşılaşılacağını bugünden tahmin etmek pek mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla o sorunlara önceden özel hazırlık yapmak, âdeta imkânsızlaşmaktadır. Bu yüzden, gerçekte eğitim açısından asla arzu edilecek bir durum olmamakla birlikte, istense bile çocuklara/öğrencilere, ilerde karşılaşacakları her sorunun hazır cevabını, her problemin hazır çözümünü önceden vermek mümkün değildir.

Güncel duruma ilişkin dinî bilgiyi üretmek
Yeni sorunlara, eski bilgilerle, önceki davranış kalıplarıyla çözüm üretmek, her zaman mümkün değildir. Genelde yeni sorunlara yeni çözümler üretmek gerekmektedir. Din açısından dün yapılan yoruma göre belirlenmiş olan bir davranış kalıbı, bugün için aynen geçerli olamayabilir. Yapılması gereken şey, soruna uygun ve özgün dinî çözümü üretmektir. Bu ise, yeni bilgilerin üretilmesi ve kullanılmasıyla mümkündür. Yani sürekli mevcut dinî bilgilerin güncelleştirilmesi ve yenilerinin üretilmesine ihtiyaç duyulmaktadır.

Söz gelimi, anne babaya saygı gösterme, vahyin ortaya koyduğu bir değerdir; bu hiçbir zaman ve hiçbir yerde değişmeyecektir. Ama saygı anlayışımız, bu saygıyı göstermeye ilişkin davranış kalıplarımız kültüreldir; zamanla ve mekânla kayıtlıdır. Bu kültürel boyut çağdan çağa, yöreden yöreye değişmektedir/değişecektir. Hatta, bireye özel durum, içinde bulunduğu yöredeki diğer bireylerinkinden bile farklı olabilmektedir/olabilir. Müslüman birey, içinde bulunduğu şartlara ve imkânlara göre bunu belirleyerek dinin o genel ilkesini kendi özel durumlarına uygulamak durumundadır. Müftü de fetva verirken bu kişiye özel durumu iyi tanımakla yükümlüdür. Müftünün verdiği fetvanın, soran kişiye (müsteftî) özel olmasının nedeni de işte budur.

Kendi özel durumuna ilişkin mevcut dinî bilgiyi uyarlama veya yenisini elde etme/üretme yeteneği gelişmemiş bir dindar, değişen ve gelişen şartlarda dindarlığına ilişkin yeni ve uygun özel kararları alamaz. Farklı şartlarda karşılaşılan farklı etkilere uygun düşecek özel farklı tepkileri belirlemek, elbette birey için pek de kolay değildir; ama bu zoru başarmak mecburiyetindedir. Bunu yapamadığı takdirde, kendi dindarlığını bizzat oluşturan özne olamayacak, kendisini nesneleştirecek ve pek çok büyük yanlışları farkına varmadan yapabilecektir. Meselâ, başkasının hakkını hassasiyetle gözetmenin İslâm’ın öngördüğü temel ilke olduğundan haberdar olmasına rağmen Müslüman birey, yeni karşılaştığı durumlarda hiçbir huzursuzluk duymadan rahatlıkla haksızlık yapabilir. O zaman, iyi niyetle yanlış işler yapılacağından dolayı, hayat bahşeden dindarlık, hayat karartan dindarlığa dönüşebilir. Günümüzde birçok bireysel ve ailevî huzursuzlukların temelinde, dinî bilginin güncellenememesinden kaynaklanan yanlış din anlayışlarının yattığı görülmektedir.

Giderek karmaşıklaşan toplumsal hayatımızda ortaya çıkan yeni durumlar karşısında müslümanca tutum ve davranışın ne olacağını belirleme işi daha da zorlaşmıştır. Bu hususta gerekli yetkinliği kazanamamış olan dindar insan, din açısından çok önemli yanlışları, hiç sakınca yokmuşçasına rahatlıkla yapabilir. Nitekim, trafikten tutunuz telif haklarına, aile içi ilişkilerden komşuluk ilişkilerine kadar toplumsal hayatın farklı alanlarında işlenen bu tür günah sayılacak davranışlarla/hatalarla sürekli karşılaşılmaktadır.

Bir meslektaşım, kaçak elektrik kullananlar arasında hiç ummadığı bir tanıdığının da olduğunu duyunca, büyük bir düş kırıklığına uğrar. Dayanamaz ve gider ona özetle şunları söyler: “Sen böyle bir işi nasıl yaparsın! Sen helâl haram gözeten, kimsenin hakkını yememeye çalışan dindar bir insansın. Bu haramı nasıl içine sindirdin?”

Bu serzenişleri karşısında dostu, çevresindeki kişilere uyarak onlar gibi kaçak elektrik kullanmaya başladığını ve böyle yapmakta din açısından bir mahzur görmediğini dile getirir. Bunun üzerine meslektaşım, kullandığı elektriğin ücretini ödemediğinde bunun diğer milyonlarca insana ödetildiğini; dolayısıyla bunun milyonlarca insanın cebindeki parayı çalmak olduğunu dostuna anlatır ve dostu ancak o zaman hatasını anlar ve üzülür.

Dindar bireyin bu kadar rahat haksızlık yapabilmesinin temel nedeni, yaptığının tam bir hak ihlâli olduğunun farkına varamaması, bunu doğru anlam(landırm)asını sağlayacak formasyondan yoksun olmasıdır.

Bu tür davranışların yanlışlığı kendilerine söylendiğinde, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, ilgili kişilerin aslında günah olan o davranışları hiç de günah olarak algılamadıkları gerçeğiyle karşılaşılabilmektedir. Meseleyi biraz irdelemek bağlamında sohbet sürdürülünce bu kişilerin gerekli dinî bilgiden yoksun oldukları görülebilmekle birlikte, ilgili konuya dair dinî bilgiye sahip oldukları, ama elde ettikleri bu bilgileri kullanamadıkları, onları başka alanlara transfer edemedikleri gerçeği ile de karşılaşılmaktadır.

Daha önemlisi, bu bağlamda ciddi bir yöntem bilgi ve becerisinden mahrumiyet söz konusudur. Onların, ihtiyaç duyulduğunda ilgili kaynaklara başvurarak bilgi elde etme, onları kullanarak yenilerini keşfetme/üretme ve bunlardan yararlanarak sorunlarını çözme, uygun tutum ve davranışları belirleme yeteneğini geliştiremedikleri görülmektedir. Başka ifadeyle onlar, “öğrenme”yi öğrenmiş değiller.

Kullanılabilir dinî bilgi?
Böyle bir durum, hem o bireyin aldığı eğitimin, hem de sahip olduğu dinî bilgilerin niteliğini ele vermektedir. Demek ki, bu bilgiler, takrire dayalı empoze edici, ezberci bir din eğitimi anlayış ve uygulamalarının ürünleridir. Bu dinî bilgiler, pasif alıcı konumundaki birey tarafından anlamlandırılamamış, salt ezberlenmiş yalın malumattır. Böylesine salt ezber bilgiler, sadece istendiğinde sahibi tarafından aynen tekrar edilebilirler; karşılaşılan özel sorunun/sorunların bu bilgiler kullanılarak çözülmesi, sorulara cevap bulunması mümkün değildir. Çünkü ezber bilginin, kullanılabilirlik/uygulanabilirlik niteliği yoktur. Ancak bu bilgi, belli bir olguyla ilişkili olarak belletilmişse bu anlamda belki kullanılabilir; ama başka benzer olay ve olgulara transfer edilemez.

Bu bilgi, aslında gerçek bilgi değildir. Gerçekte bir şeyi bilmek demek, onu aklî çerçevede gerekçelendirip temellendirmek, başkalarına açıklayabilmek, savunmak demektir. Ve bu bilgi, bireyin bizzat kendi muhakeme gücünü kullanarak, sorgulayarak birtakım zihinsel işlemlerden geçirip kendine mal ettiği üründür. Bu bilgide anlam(landırm)a/kavrama vardır. Anlama, bilgi parçacıklarını birbiriyle irtibatlandırmayı, sistemin/bütünlüğün farkına varmayı, her parçanın bütün içindeki yerini görmeyi ve bu bilgi parçacıklarını bu yaklaşımla yeniden örgütlemeyi içerir. Birey tarafından anlamlandırılıp benimsenen bu bilgi kolay kolay bırakılamaz. Bu tür bir çaba harcanmadan kabul edilip onaylananlar sadece zan olabilir. Güzel sözlerin, güçlü takrirlerin etkisi altında bu tür kabullenmeler oluşabilir; ama bunlar bireyin üzerinde kafa yorup kendine mal etmediği emanet malumatlar olduğundan, daha etkileyici bir başka telkinle değiştirilebilirler.

Yukarıda anlatılan örnek olayda belirtilen dindar, din adına birtakım mekânik bilgileri, davranış kalıplarını ezberlemenin ötesine pek geçememiş; dolayısıyla dinin değerlerini yeterince anlamlandıramamış olduğu için, karşılaştığı yeni durumlarda dindar olarak nasıl davranacağını o değerlere göre isabetli belirleyememektedir. Söz gelimi, “hak” kavramının genel geçerlik arz eden çerçevesini iyi belirleyememiş olan birey, onun içeriğini belirlemede de isabetli davranamayacaktır. Kavramın içini iyi dolduramayan kişinin, değişik alanlarda karşılaştığı farklı durumlarda bu kavramın(hak) neyi ifade ettiğini doğru anlaması mümkün olamamaktadır.

Dinin ilkelerini doğru anlamlandırma hususunda son derece önem arz eden; ama genelde önemi pek fark edilmeyen bir boyuta daha bu noktada işaret etmekte yarar var: Dinin değerlerini/ilkelerini anlamlandırırken mutlaka bunların hayatla, varlık dünyasıyla, özellikle de ilgili bireyin bu varlık dünyasındaki hayatıyla irtibatını sağlamak gerekmektedir. Bunu yapabilmek ise, yeterli düzeyde kültürel birikime sahip olmadan mümkün değildir. Bu alana ait bilgiler kullanılarak dinin öngördüğü değerleri anlama, onları uygulanabilir nitelikte anlamlandırma imkânı elde edilebilir. Onun için yetkin Müslüman dindar bireyi yetiştirmek isteyenler, onun hayat ve varlık konusundaki bilgi ve bilinç düzeyini yükseltmeyi ihmal etmemelidirler. Bunu ihmal edenler, o nitelikli dindar bireyi yetiştiremezler. Din eğitimi, dinî değerleri, hayata, varlık dünyasına ilişkin bilgilerden hareketle, onlardan yararlanarak, onlarla bütünleştirerek anlamanın önünü açmalıdır. Din eğitimi, dini böyle bir yaklaşımla ele alıp öğretime konu etmek mecburiyetindedir. Bunu yapmadığı müddetçe, başarılı olması mümkün değildir. Bu ihtiyaç, görmezlikten gelinemez.

Kendi dindarlığını oluşturmak
Aslında İslâm’ın dindar insan anlayışı (Bkz.Aydın, Eylül, 2008), nasıl bir din eğitimi anlayış ve uygulamasını öngördüğünü açıkça göstermektedir. İslâm’a göre her dindar birey, kendi hayatının etkin bir yöneticisi olmalıdır. Çünkü, yapıp ettiklerinden şahsen sorumludur; hesabını kendisi verecektir. Onun için İslâm, Müslüman bireyin kendi dindarlık kararlarını bizzat oluşturmasını, dindarlık tutum ve davranışlarının belirleyicisi olmasını istemektedir. Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.s.) bir sözünde şöyle buyurmaktadır: “Müftüler sana fetva verseler bile sen fetvayı kalbinden (bir başka rivayette, nefsinden/kendinden) al.” (Ahmed b.Hanbel, c.4, 227.; Darimî, Buyu’, 2) Müftü, meseleye dışardan bakan kimsedir. O, kendisine ne anlatılırsa, ne kadar ve nasıl bilgi sunulursa o kadarıyla meseleyi anlayabilir. Oysa fetvayı soran kişi, meselenin içindedir; bizzat yaşayarak doğrudan algılayan, bizzat hisseden öznedir; meselenin bütün boyutlarından haberdardır. Sözle ifade edilemeyecek hususları da bilmektedir. Söz konusu meselenin ne olduğunu, o daha iyi anlama imkanına sahip olduğundan dolayı o konuda en uygun kararı o verebilecektir.

Tabiî ki, dinî değerleri/ilkeleri anlamlandırarak onlara uygun tutum ve davranışları belirleme, bu bağlamda uygun kararlar alma, belli bir bilgi birikimini, bireysel gelişmişliği, yetkinliği, kendi değerlerini oluşturmuş olmayı gerektirmektedir. Anlama/kavrama ve sorun çözme yeteneğini, kalbini, kafasını, vicdanını geliştirebilmiş, öğrenmeyi öğrenmiş olmak gereklidir.

Bireyin bu donanımı kazanması, uygun eğitimle mümkündür. Ancak öğrencilerde sorgulayıcı eleştirel düşünme yeteneğini geliştirerek anlamlı öğrenmeyi gerçekleştirmelerini hedefleyen bir din eğitimi anlayış ve uygulamaları, bu güçlü, özgür dindar bireyi yetiştirebilir. Sadece din eğitiminin değil, genel eğitimin de, bu güçlü bireyi yetiştirecek nitelikte formatlanması gerekmektedir. Hazır bilgi aktarımını ve depolatmayı öngören öğrenciyi pasif alıcı konumuna iten öğretici merkezli ve sonuçta itaat kültürünü oluşturan ezberci eğitim anlayışından yana olan bir eğitim sisteminin, dolayısıyla bu genel eğitim sisteminin alt birimi olan din eğitiminin güçlü bireyin yetişmesine katkıda bulunması uzak hayaldir.


Kaynaklar
Aydın, M. Şevki, “Din Eğitimi Bireyi Kalıplamamalı”, Diyanet Aylık Dergi, Ağustos, 2008.
Aydın, M. Şevki, “Özgürleştirici Din Eğitimi”, Diyanet Aylık Dergi, Eylül, 2008.