Makale

“ÇALABIM BİR ŞAR YARATMIŞ”

“ÇALABIM
BİR ŞAR YARATMIŞ”

Mustafa Özçelik

“Çalabım bir şar yaratmış
İki cihan âresinde
Bakıcak Dîdâr görünür
Ol ârın kenâresinde…”
Hacı Bayram Veli


Sufilerin şahsiyetleri de sözleri gibi ilk bakışta bütün zenginliğiyle anlaşılabilecek bir özellik taşımaz. Onların hikmetli sözleri nasıl “şerh” yoluyla bize mana kapılarını açarsa şahsiyetleri de öyledir. Meselâ genel bir kabulle bir sufi için “derviş” der geçeriz. Yahut “irfan ehli”, “gönül ehli…” gibi biraz daha kuşatıcı tanımlamalar yapabiliriz. Ama bilmeliyiz ki bu sıfatlar da tıpkı sözleri gibi ”şerh”e muhtaçtır. Onları bir şahsiyet olarak anlamak da çok yönlü çabaları gerekli kılar.

Sufilik, elbette nefis terbiyesini esas alan bir disiplindir. Bu yolla kişi, ilâhî hakikatlerin kendinde tecelli edeceği bir arınmaya ulaşır. Durum böyledir de bu arınma çilesini yaşayanlar, dünyadan el etek çekmiş, sadece kendi nefislerinin kurtuluşu için çaba harcayan insanlar mıdır sadece!… Modern idrak(!) ısrarla böyle bir anlayışı benimsetmeye çağırıyor. Oysa gerçek böyle değildir, tarih böyle söylememektedir.

Meselâ Hacı Bayram Veli’yi ele alalım. Yukarıya iki beytini aldığımız şiirinde acaba sadece mecaz diliyle insan gönlünü ve onun hakikatlerini mi anlatmaktadır acaba? Evet, ilk bakışta bu yorum doğrudur. Zira şiirinin devamında, “Şâr dedikleri gönüldür” mısraı ile bunu kendisi de teyit etmektedir. Ama acaba “şâr”la aynı zamanda bir “şehrin” bir “ülkenin” inşası da kasdediliyor olamaz mı? Çünkü işin aslı böyle olmasaydı sufilik kurumlaşmaz, dergâhlar kurulmaz ve bu merkezlerde irfanî bir eğitim gerçekleştirilmezdi. Tıpkı pek çok kültürde örnekleri görüldüğü gibi sufi, bir elinde asa, sırtında aba kendi içinde münzevî olarak yaşardı.

Ama İslâm sufileri, irfanî eğitimin belli bir döneminde içsel arınma ve kendilerini bekleyen toplumsal sorumluluklara karşı hazırlık aşamasında böyle bir hayat yaşarlar. “Halvet” kavramı bu manada düşünülebilir. Ama daha sonra mutlaka toplumun bir bireyi hatta önderi olarak yaşarlar. Onların halveti de uzleti de içsel hakikat olarak anlam taşır. Yani onların batınında durum böyledir ama zahirinde farklıdır. Yani “zahirde halkla, batında Hak’la” birlikte olmanın sırrına ererler.

Doğrudur insan bedeni de bir şehir hükmündedir. Bu şehrin de inşası gerekir. Yunusça söyleyişle “hamlık, çiğlik” sonunda “pişmek”, “olmak” merhalesine intikal etmelidir. Bu süreçte kişiyi zorlu bir imtihan beklemektedir. Sağlam bir binanın inşasında nasıl kayalar parçalanacak, duvarlar için uygun taşlar bulunacak, inşa edilecek mahal temizlenip yeni bir oluşa hazır hâle getirilirse insan da gönlünü temizleyecek, nefsinin kayalarını yumuşatacak, ezecek, yok edecek bunun neticesinde kendi içindeki şehri kuracak, kalbini bu ülkenin “başşehri” yapacak ve burada “Sultan” oturacaktır. Yani “Didâr” görünecektir. Yani Hakk’a teslimiyet, kulluk şuuruna ulaşma, kul olmanın gereklerini yerine getirebilecek cehd ve gayretle donanma böyle gerçekleşecektir.

Durum böyle olunca bu şiirde zikredilen Çalab’ın “Allah”, şehrin ise “gönül” olduğu artık âşikar durumdadır. İki cihan yani dünya ile ahiret arasında yaratılan bu gönlün iki yönü vardır. Biri maddî diğeri manevî... Manevîliktir esas olan. Bu yüzden kişinin kalbi çok değerlidir. Çünkü Çalab, burada marifet yoluyla bilinebilecektir.

“Nâgehan ol şâra vardım/Anı ben yapılır gördüm/Ben dahi bile yapıldım/Taş u toprak arasında…” Bu sözler, seyr-ü seferi anlatmıyor mu? Yani irfan mektebine girmeyi, burada kişinin hamlıktan olgunluğa geçiş eğitimi aldığı, dolayısıyla her gün bir yanının yapıldığı anlatılmıyor mu? Serencamın bu noktasında kendisi de “taş u toprak” arasında “yapılanların” yani inşa olunanların arasına katılır. Şakirdi olduğu irfan mektebi onu da yani kalbini inşa etmektedir.

Bu inşa esnasında, “Şakirdleri taş yonarlar/Yonup üstada sunarlar/Tanrı’nın adın anarlar/Her bir taşın paresinde…” mısraları artık daha anlaşılır bir düşünce zemininde okunabilir. Çünkü bilmekteyiz ki artık yontulan taş, nefsin kötü yanlarının eğitimidir. Tıpkı Yunus’un eğri odun istiaresiyle anlattığı gibi, burada da taş yontularak olgunluk sürecinde yol alınmaktadır. Bu taşların üstada sunulması ise öğretici sufilik konumuna işarettir. Her irfan hocası, maiyetindeki talebelerinde olgunlaşmayı adım adım takip eder. Her taşın bir paresinde Tanrı’yı anmak ise, irfan eğitiminde Allah zikrinin önemine işaret etmektedir.

Şiirin bütününde irfan eğitimin süreçleri hikâye edilir. Meselâ, “Ol şardan oklar atılır”, yahut “Âşıklar canı satılır” denilmekle birincisinde sabır eğitimi, diğerinde bu uğurda gerekirse canın bile feda edilebileceği meselesi dile getirilmektedir. Son beyitte ise, “Hacı Bayram kendi banlar/Ol şârın minaresinde” ifadesinde ise, artık onun olgun bir irfan hocası olarak toplumsal görevine başladığı manası çıkar.

Bizce sufilerin hayatlarındaki bu ikinci sürecin de meselenin anlaşılması açısından dikkate alınması gerekmektedir. Bugün biliyoruz ki bütün zamanların sufileri, maddî anlamdaki bir şehir yahut ülke inşasından önce ferdî ve toplumsal anlamdaki inşa faaliyetini öncelemekteler. Anadolu’daki inşa faaliyetleri Anadolu’ya yerleşme ve burayı bir Türk-İslâm yurduna dönüştürme, Selçuklu sonrası dağılmayı Osmanlı etrafında birleştirmeye çevirerek yeniden birlik ve dirliği sağlama, yani yeni bir inşa faaliyeti ve bu süreç içinde doğan sıkıntılara (Moğol felâketi, Haçlı saldırıları…) karşı halkı dirençli kılma işi, bu tür bir irfan eğitimiyle sağlanmıştır.

Hacı Bayram Velî’nin çağında da benzer durumlar söz konusudur. Anadolu’da dinî ve millî birliğin sağlanması, muhacir Türk boylarının göçebelikten yerleşik hayata geçirilmeleri, kurumsallaşma, iktisadî hayatın güçlendirilmesi vb. her mesele bir inşa faaliyetidir. Meselâ irfan geleneğinin kurumsal yapısı olan Ahilik, işte böyle bir çağda bu tür bir inşanın mimarıdır. Tabiî Ahilik ve benzer kurumların fikrî, zihnî ve kalbî mimarları ise sufilerdir ve o çağda bu mimar Hacı Bayram Velî’dir. Mektebine, dergâhına topladığı talebeleriyle hem gönül hem şehir hem ülke inşasının çağındaki en önemli ismidir. Tekkesinde bir gelenek olarak sürekli kaynattırdığı kazanla hem aşlar pişmiş, aç mideler doymuş, bu somut meselenin soyut tezahürü olarak da sözüyle, sohbetiyle aç gönülleri doyurmuş, bugüne kalan çok az sayıdaki şiirleriyle de aynı misyonunu sürdürmektedir. Bu özeliliğiyle de sufilerin sadece kendi şehirlerinin mimarı değil, asıl olarak toplumsal mimar oldukları görülmektedir