Makale

Medine İçin Muhabbetnâme

Medine İçin Muhabbetnâme

Musa Tektaş

Medine, İslâm dininin yayılmaya başladığı ve Hz. Muhammed (s.a.s)’in hane-i saadetlerinin bulunduğu yer olduğu için, dünyadaki Müslümanların kalbinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Medine, Hz. Peygamber’in şehri ve İslâm devletinin ilk başkentidir.

Bugün şehir ve çevresi, büyüme ve gelişme bakımından çok zengindir. Şehrin 800.000 kişilik nüfusu hac zamanında, şehre gelen hacılar ile 4.000.000’a kadar yükselmektedir.

Şehrin eski adı Yesrib olup, hicretten sonra Rasûlüllah (s.a.s.) bu adı değiştirerek buraya Medine demiştir. Medine’nin kelime anlamı “şehir”dir. Ancak, bir yere nispet edilmeksizin kullanıldığı zaman Medine şehri kastedilmiş olur. Medine kelimesi Kur’an-ı Kerim’de Mekkî ayetlerde, “Medâin” şeklinde çoğul olarak geçen bir cins isimdir. Medenî ayetlerde ise, Yesrib’in yerine özel isim olarak kullanılmıştır. (Tevbe, 101, 120; Ahzâb, 60; Münafıkûn, 8) Yesrib adı ise sadece bir yerde zikredilmektedir. (Ahzâb, 13)

Bu şehrin asıl adı Medine olmakla birlikte, yine İslâmî devirde ortaya çıkmış, diğer birtakım isimleri de vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Tâbe, Tayyibe, Daru’l-İman, Daru’s-Sünne, Azra, Cabire, Mecbûre, Muhabbe, Mahbûbe, Kasime, Kasametu’l-Cabire, Yendede.

Hz. Peygamber Mekke’den Medine’ye hicret etmemiştir. O Mekke’den Yesrib’e hicret etmiştir. Yesrib, hicret sonrası Medine adını almıştır. İslâm medeniyeti buradan inkişâf edip tüm cihana yayılmıştır.

Cemaleddin Latiç kendisi ile yapılan röportajda, Medine hakkında medeniyet unsurları bakımından bir yorum dile getiriyor:

“Medine, din kelimesi ile aynı fiil kökünden gelir. Din kelimesi ise dâne, yedînu kökünden gelir. Mastar ise din ve deyn’dir. Deyn borç anlamına gelir. Bu borç kelimesi ise, bizi Yaratan’a, borcumuzu geri ödeme anlamında kullanılır. Bu bir anlamdır. Din ise bizim (yaratılan) ile yaratan arasındaki ilişkiyi düzenleyen harmoniler bütünüdür. Bu önce ruhlarımızda daha sonra entelektüel üretim sahamızda -ki biz buna medeniyet unsurları diyoruz- kendi varlığını kazanıyor. Okulumuz, ticaretimiz, mahkemelerimiz bütün bunların ilişkisini sağlayan şey, bizim yaratıcı ile olan bütünlüğümüzdür. Medine; sonuçta bir şehrin peygamberin gelişi ile edindiği yeni bir isimdir ve bu şehrin önemi, Yaratan ile yaratılan arasındaki ilişkinin hayata aktarılmaya başlamanın merkezi olmasıdır. Ondan dolayı münevverdir. Vahiyle beraber aydınlanmaya ve Yaratana olan borcumuzu ödemeye başladığımız bir mekândır.”

İslâm nurunun oradan bütün kâinata yayıldığı yer olan Medine’nin ulaşmış olduğu şerefin yüksekliğine bir daha hiçbir şehir ulaşamaz. Eşref-i mahlûkatın en şereflisini bağrına basıp onu, mahlukatın en şerli insanlarına karşı koruyan Medine’nin, bu yüce şanına artık hiçbir şehir vâsıl olamaz şüphesiz. “Üzerimize ay doğdu” deyip, Allah’ın Rasûlünü büyük bir aşkla karşılayan Medine halkından başka hiçbir topluluk “Ensar” olma şerefine kavuşamaz. Onun içindir ki Medine için yazılan şiirler de bu şereften nasiptar olup, feyizler saçan hakikat satırları olarak sadırlara nakşedilecek mahiyette tezahür etmiştir.

Yusuf Nâbî (1641-1712) hac ziyareti için çıktığı yolculuğunda Medine’ye yaklaşınca kafileden rütbeli birinin, âdâba uymayan bir oturuş şeklini görünce, Medine’yi övücü ve o zatı uyarıcı şu na’tını söyler:

“Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Huda’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu.”
Edebi terketmekten sakın, (edebli ol). Zira burası Allah’ın sevgilisinin bulunduğu yerdir. Bu yer Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı, Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz’in makamıdır.
“Habîb-i Kibriya’nın hâb gâhıdır fazîletde
Tefevvuk-kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriya’dır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i adem zail
Âmâdan açtı mevcudat dü çeşmin tûtiyâdır bu.”

Bu mübarek yerin toprağının parlaklığından yokluk karanlıkları zail oldu. -Varlık âlemi onun yüzü suyu hürmetine vücut buldu.- Mevcudat iki gözünü körlükten açtı. Zira o, kör gözlere şifâ veren sürmedir. -Bu mısrâda iki mânâ gizlidir. Birinci âlem karanlıklardan Peygamber (s.a.s.) Efendimiz vâsıtasıyle gözünü açıp hak ve hakikati görmeye başladı; ikincisi âlem-i amâ -körlük âlemi yâni yokluk âlemi -onun yüzünden varlık sahasına çıktı.-

“Felekde mâh-ı nev Bâbû’s-Selâm’ın sîne-çâkidir
Bunun kandili Cevza matla-ı nûr-ı ziyadır bu.”
Gökteki yeni ay onun kapısının çılgın aşığıdır. Gökyüzündeki Cevza yıldızı dahi, Rasûlüllah’ın nurundan doğmaktadır.
“Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyandır bûse gâhı enbiyâdır bu.”

Ey Nâbî! Bu dergâha edebinle gir. Zîra burası melâike-i mukarrabînin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin hürmetle eğildiği bir yerdir. (Bkz: Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Edebiyat Yazıları, s. 223–224,Mavi yay., İst., 1997)

Şairler, ümmetin Medine’nin taşını toprağını, gülünü yaprağını mübarek kabul ettiğini bildiklerinden, ne güzel mısralar söylemiş ne güzel na’tlar yazmışlardır. İşte onlara bir örnek olması bakımından Darendeli Es-seyyid Osman Hulûsi Efendi (1914-1990)’nin şu satırlarını muhabbetle okuyalım:
“Medîne şehrinin hâk ü toprağı
Ravza-i Habîb’in gül ü yaprağı
Hakîkat şehrinde kurmuş otağı
Seyyidim sultanım Karîbullâh’ım
Mürşidim, muînim, refîullâhım” (Ateş, Divan,c. I, s. 420)

Mehmet Akif’in, I. Dünya Savaşı sırasında vazifeli olarak gittiği Berlin’den sonra, 1915 yılının Mayıs ayı sonunda yine resmî ve vatanî bir vazifeyle Arap yarımadasına bir seyahati olmuştur. Bu seyahati esnasında ilham duygularıyla yüklü, “Necid çöllerinden Medine’ye” adlı şiirini yazmıştır. Birgün ezanlar okunmuş, topluluk da saf hâlinde namaza durmuştur. İşte o andaki duygularını şöyle dile getiriyor:
“Önümde ümmet-i mazlûmesiyle peygamber;
Gözümde sel gibi yaşlar, içimde titremeler,
Ne ihtiyarıma sahip, ne itiyadıma râm,
Bu girdâb-ı ibâd ortasında bî-ârâm” (3/174)

Yine, Medine’de Hz. Peygamber’in kabri başucunda dua etmektedir. Tam o sırada iri-yarı Sudanlı bir siyahî: “Ya Rasûlallah” diye haykırarak Babu’s-Selâm tarafına gelir. Bu zat, kabri çevreleyen demir parmaklıklara sarılır ve Sudan’ı nasıl yaya olarak geçtiğini, Tihame çöllerinde üç ay nasıl kızgın güneş altında çeşitli zorluklara katlanarak yürüdüğünü, hiç uyumadığını, tabiattaki varlıklarla hasbihâl ettiğini, hasretler çekerek buraya geldiğini, ama bu hasretinin sonunda kabri çevreleyen bu demir parmaklıklarla karşılaştığını belirterek:

“Demir nikâbını kaldır mezâr-ı pâkinden,
Bu hasta ruhumu ayırma artık hâkinden,

Nedir o meş’ale? Nûrun mu? Yâ Rasûlallâh!” der ve oracığa yığılır. Ölmüştür artık. Akif, bu hâdiseyi öyle derin hislerle dile getirir ki, gözünüzün önünde cereyan ediyor zannedersiniz. (İsmail Hakkı Şengüler, “Açıklamalı ve Lügatçeli Mehmet Akif Külliyatı, 3/178-184 Hikmet Neşriyat, 1. Baskı, İstanbul, 1992)

Peygamberimizin kabrinin bulunduğu yeşil kubbeli “Ravza-i Mutahhara”nın o muazzam manzarasını, İslâm’ın kubbe motifindeki birlik şuurunu, Dilaver Cebeci Medine’de sembolleştirerek şu mısraları kaleme alır:
“Feryadıma ses versin dert ortağım kubbeler,
Benim büyük davamı anlayamaz habbeler!
Gök yere nüzul etsin, vakarlı kubbe olsun,
Kimin yitiği varsa, gelsin kubbede bulsun!
Sesin sırrı kubbede, kubbede asıl nakış
Yedi renkten süzülüp sonra vahdete akış...
Kuşat beni ey kubbe, ruhuma serinlik ver!
Tezyin et ayetlerle, fikrime derinlik ver!
Ey Medine, erdemim, durağım, karar yerim!
En eski sığınağım, eskimeyen eserim!” (Dilaver Cebeci,Türk Edebiyatı, Ağustos-1994, Sayı: 250)
Hayrettin Karaman da Medine için şu satırları şiir diliyle ifade ediyor. Birkaç dörtlükle yazımızı bitirelim:
“Asırlar boyunca nice pervâne
Can attı Ravza’ya hep yâne yâne
Aşk ne engel tanır ne de bahâne
Yolda bırakamaz tufanlar beni
Seniyye’den doğan ayın ondördü
Medine’ye eşsiz bir şeref verdi
Benzerini ne ins ne de cin gördü
Kavuşturun O’na ey canlar beni
Bağrına basınca dünya güzeli
Yıldızlar hasrette kalmış, ezelî
Sıvamış yaratmış Rabb’in öz eli
Yakıyor hasreti şu anlar beni.” (Hayrettin Karaman, Dert Söyletir, İz yay., İst., 1999)