Makale

Vakıf Yahut Dünyalıkları Ebedileştirmek

Vakıf Yahut
Dünyalıkları Ebedileştirmek

Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Hepimiz yaşamayı sevdiğimiz gibi, içinde yaşadığımız maddî ortamın bize sunduğu imkânları da severiz. Hatta hayat bu imkânlarla yaşanası hâle gelir. Kısaca “dünyalıklar” diye ifade edebileceğimiz bu imkânlar daha çok maddî olanlar üzerinden elle tutulur hâle gelir. Belki de bu yüzden insan mal sevgisi ile bezenmiştir. Mal sevgisi fıtratın gereğidir. Tabii ki mal sevgisi taşıyacağız. Bir tek şartla: Mal insana değil, insan mala sahip olacaktır. Bencilce duygularla yığılan, biriktirilen; kişisel yararlar dışında bir amaç için sarf edilemeyen mal, elinde bulunduğu insanı kendi surları içine hapsetmiş, onunla alabildiğine oynuyor demektir. Kur’an hırsa dönüşmüş mal sevgisini, insanın kişiliği ve nihaî geleceği için tehlikeli görür ve onu uyarır. (Tekâsür, 1-8; Hümeze, 1-9) Bununla da kalmaz, infak yani sahip olunan mal ve maddî imkânlardan başkalarının da usûlünce yararlandırılması ilkesini, bu tehlikeden korunma yolu olarak ortaya koyar. Zekât ve sadaka infakın başlıca yöntemleri arasında yer alıyor. Ancak sadaka eylemi belli zamanda belli miktarda maddî imkânı belli kimseye/kimselere aktarmaktır. Bu işlem yapılır ve “tasadduk” işlemi pratik olarak sona erer. Bu işlemin tekrarlanması söz konusu olsa bile birtakım kesintilerin ve ara zamanların ortaya çıkması kaçınılmazdır. İşte Rasûlüllah’ın ortaya koyduğu “sadaka-i cariye” (kesintiye uğramayan sadaka) kavramı, bu ara zamanları ortadan kaldıracak ve “tasadduk” hâlini sürekli kılacak bir yöntem olarak işlev görmektedir. Pratik uygulamalarına bakacak olursak, “sadaka-i cariye”nin, sürekli hizmet sağlayacak bir kaynağı insanların hizmetine sunmak yönelişidir. İşte, vakıf kavramı bu sadaka-i cariye uygulamasının kurumsallaşmış şeklini ifade ediyor. Zaten sadaka kelimesinin vakıf anlamında da kullanılmış olması, bu iki kavram arasındaki sıkı ilişkiyi ortaya koymak için yeterlidir.

Vakfın temelinde, insanlara hizmet yolunda belli bir amacın gerçekleştirilmesi için mülkiyet hakkından feragat yönelişi vardır. Bu yönelişi teşvik eden asıl unsur dindir. İslâm’ın dünyaya, “lâyık olduğu kadar” değer verilmesi, ahiret yurdunun asıl “menzil” olarak hedefte tutulması yönündeki genel öğretisi vakıf kurumunun felsefî temelini oluşturur. “Dünyanın geçiciliği, ahiret hayatının sonsuzluğu” algısının beslediği dünya görüşü vakfetme yönelişini inanan insan için bir tür “hürriyete kavuşma” eylemi hâline getirmiştir. Kur’an’ın getirdiği “infak” ilkesi hiçbir inanç ve kültür ortamının şahit olmadığı ölçüde maddî değerlerden kamu yararına feragat davranışını İslâm toplumuna hâkim kılmıştır.

İslâm tarihi sürecinde vakıf kurma uygulaması, Hz. Peygamberin yol göstermesi ve bizzat uygulaması ile başlamış, sahabilerin sergilediği istekli ve samimi vakıflaştırma hareketi devam etmiştir.

Hz. Ömer’in bildirdiğine göre, Rasûlüllah (s.a.s.) ganimetlerden payına düşen hurmalıkların büyük bir kısmını, yolcuların ve yoksulların ihtiyaçlarının karşılanması için vakfetmişti. (Ebû Dâvûd, İmaret, 9)

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.) anlatıyor: “Fethedilen Hayber’de payına bir miktar arazi düşen Ömer’in (r.a.), Rasûlüllah’a gelip, “Şimdiye kadar daha iyisine sahip olmadığım bir araziye sahip oldum, bu konuda bana ne emredersiniz?” diye sordu. Allah’ın Rasûlü de, “Dilersen aslı sabit kalmak üzere onu sadaka kılarsın.” buyurdu. Bunun üzerine Ömer (r.a.) bu araziyi; satılmamak, hibe edilmemek ve miras olarak devredilmemek kaydı ile fakirlere, akrabalarına, kölelere, Allah yolunda cihada, misafirlere, yolculara vakfetti. Bu işleri yürütecek kimse, örfe uygun olarak ve zimmetine mal geçirmeksizin arazinin gelirinden yiyebilecek veya arkadaşına yedirebilecekti. (Buhari, Şurût, 19) Cabir b. Abdillah diyor ki: “Ben, Mekkeli ve Medineli Müslümanlardan mal ve kudret sahibi olup da vakıf kurmayan bir kimse bilmiyorum.” (İbn Kudame el-Makdisi, el-Muğni, [I-XVI IV, Kahire, 1996/1416] VII, 557)
Acaba vakıflaştırma yönelişinin temelindeki etken nedir?

1921 yılında, başında bulunduğu heyetle birlikte İstanbul’da sosyolojik incelemeler yapan Profesör Johnson zamanın “Evkaf Nezareti”ne; vakıf kurumunun kökeni, teşkilâtlanması, gelir kaynakları vs. hakkında bazı sorular yöneltmişti. Adı geçen nezaretin bu soruya cevabı ise, “Vakıf, Rasûllüllah Muhammed aleyhisselam zamanında Medine’de ortaya çıkmıştır.” şeklinde olmuştu. Johnson’ın, “Evkafa dair Türkçe eserler var mıdır? İsimleri?” şeklindeki soruya aldığı cevap ise özetle şöyle idi: “Bütün fıkıh (İslâm Hukuku) kitaplarında vakıfların dinî hükümlerine has özel bölümler vardır. “Vakıfların hükümleri” ve benzeri adları taşıyan birkaç basılı eser vardır. Ancak, vakıfların mahiyetini, tarihî dönemlerini ve geçirdiği evreleri, ilgili şer’î ve kanunî hükümleri etraflıca içeren tarihî ve ilmî bir eser ne Doğu dillerinde, ne de Batı dillerinde yazılmıştır.”

Bilgiyi aktaran H. Baki Kunter bu açıklama üzerine şu yorumda bulunuyor: “Bu ifadenin içerdiği anlam Türk vakıflarının doğrudan doğruya diyâni (din temelli) ve İslâmî bir kurum oluğu iddiasını tekrardan başka bir şey değildir. Bu kanaat bugün bile birçok zihinleri işgal etmiş vaziyettedir.” (Sadeleştirmelerle; H.Baki Kunter, Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri Üzerine Mücmel Bir Etüd, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul, 1939, s.5-6)

Kunter daha sonra; vakıf deyince birçok kimsenin hâlâ, özellikle İslâm hukukundan doğmuş, konusu dinî hizmetler olan, dünya işinden ziyade ahiretle uğraşan dinî bir kurum akla gelmekte olduğunu, hâlbuki Türk vakıflarının İslâm’dan önceki dönemlerden beri var ola geldiğini, hayra yönelik işlerin bütün dinlerde teşvik edildiğini ifade eder. (H.Baki Kunter, Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri Üzerine Mücmel Bir Etüd, s.6)

Evet, mutlak anlamda vakfın Hz. Peygamber zamanında Medine’de ortaya çıkmış olduğunu söylemek tarihî gerçeklerle bağdaşmaz. Çünkü vakıf kurumunun İslâm’dan çok önceki zamanlara kadar uzandığı, tarihî seyir içinde çeşitli toplumlarda vakıfların tesis edildiği bilinmektedir. Ancak vakfın ortaya çıkışını İslâm’ın doğuşu ile başladığı görüşü de büsbütün haksız ve mesnetsiz görmek doğru olmaz. Çünkü “Vakıf, Rasûlüllah Muhammed aleyhisselam zamanında (Medine’de) ortaya çıkmıştır.” cümlesindeki “vakıf”, İslâmî ilkeler ışığında oluşturulan vakıfları ifade ediyor. Bu yaklaşımı bir bakıma haklı görmemek de mümkün değil. Çünkü “vakıf” kavramı gerçek anlamını İslâmî uygulamalarda bulmuştur. “Vakıf ruhu” denen şey en çok Müslüman himmet sahiplerinin vakıf kurma yönelişinde ifadesini buluyor.

Tabii ki vakıf, hedefi itibarı ile sosyal bir kurumdur. Allah’ın kullarının bu dünyada kaliteli bir hayat yaşamalarını sağlamayı hedefler. Ancak İslâmî bakış açısı ile bu, sadece zahirî sebeptir. Bunun altında yatan temel düşünce Allah’ın hoşnutluğunu, dolayısı ile ölüm ötesi hayat mutluluğunu kazanmaktır. Bu yönü ile vakfın doğrudan dinî bir kurum olarak algılanması bir “iddia”ya değil, bir olguya dayanmaktadır. Her şeyden önce vakıf tesis eden Müslümanlar yaptıkları işi, “dinî bir iş” olarak görmektedirler ve bu doğru bir yaklaşımdır. Mirasçısı olduğumuz kültür ve coğrafyanın bize emanet ettiği vakıflara ait vakfiyelere bir göz atmamız, bu gerçeği açıkça ortaya koyacaktır. Bu vakfiyelere hem estetik zevk olarak hem de içerik olarak tamamıyla İslâmî motifler hâkimdir. Dünya hayatının ve dünyalıkların geçici, ahiret hayatının ebedî olduğu, dünya malının bir imtihan vesilesi olduğu; en hayırlı malın insanlara yararlı olmak için harcanan mal olduğu şeklindeki İslâmî ilkeler, daha birçok benzerleri ile birlikte bu vakfiyelerde- çok kere orijinal metinleri ile- yer alır. Bir örnek olmak üzere Kanuni Sultan Süleyman’ın, “Su Vakfiyesi” metnine serpiştirilmiş ilgili ayet ve hadisleri zikredelim: “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız.” (İbrahim, 34) “Sizin yanınızdakiler tükenir, Allah katında olan ise bakidir.” (Nahl, 96) “Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap.” (Kasas, 77) “Dünya hayatında ancak yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin, sadaka olarak dağıtıp kalıcı kıldığın/ebedîleştirdiğin senindir.” (Müslim, Zühd, 3) “Kendiniz için her ne iyilik işlemiş olursanız, Allah katında onu bulursunuz.” (Bakara, 110) “İnsan ölünce şu üç şey dışında ameli kesilir: Yararlanılan ilim, sadaka-i cariye ve kendisine dua eden evlât.” (Müslim, Vasiyet, 14) (Adı geçen vakfiye için Bak: İbrahim Ateş, “Kanuni Sultan Süleyman’ın Su Vakfiyesi” Kültür ve Turizm Bakanlığı 1000 Temel Eser Serisi, Birinci Baskı Ankara, 1987)

Yine, Kanuni’nin aynı vakfiyesinde yer alan şu dua neler anlatmıyor ki: “Her kim ki vakıflarımın kalıcı olmasına özen ve gelirlerinin arttırılmasına itina gösterirse, bağışlayıcı olan Allah’ın huzurunda ameli güzel ve makbul ve mükâfatı sayılamayacak kadar çok olsun; dünya üzüntülerinden korunsun.” Sonuç olarak şunu diyor: “Bu vakfı yaşatın ki, fani dünyadan göçünce Allah katında değeriniz olsun.”

Hicrî 996 tarihli bir başka vakfiyedeki şu ifadeler de Müslüman vakıflarına hâkim dünya görüşünü ortaya koyması bakımından, Kanuni’ye ait yukarıdaki ifade ile paraleldir: (Kemal Ağa Kızı Zeynî Hatun Vakfiyesi’nden sadeleştirip özetleyerek) “…Dönüp durmakta olan bu gaddar felek içinde sahip olunan bütün kudret ve makamların hâlden hâle geçerek değişip durduğu, sürekli olmadığı bilinen bir şeydir. Dünya yurdu son bulma ve zillet yeridir… Sağlık ve hastalık hâlleri birlikte yürür, sevindirmesini azarlaması takip eder… Şüphesiz, bir an bile gaflet etmeyerek, sağlığında akıbetini düşünüp, bu dünya tarlasına hayrat tohumunu atan kimsedir…” (Kunter, s. 20)

Bu örnekler ve aynı nitelikteki diğer bütün vakfiyeler gösteriyor ki, “Türk (İslâm) vakıflarının esas itibari ile diyânî (din temelli) ve İslâmî bir kurum” oluğu yönündeki bakış açısı bir gerçekliğin ifadesidir. Durum böyle olunca da, söz konusu bakış açısının “işgalci” bir kanaate dayanmadığı, aksine İslâmî ilkelerle beslenen temiz vicdanların öz malı olduğu gerçeğini kabullenmek gerekiyor.

Vakıf, ölümlü ve geçici olanı “ebedi”leştirme, dünyalıkları “ahirete taşıma” yöntemidir. İslâm’ın gelişi ile vakıfçılık hareketi şaşırtıcı bir uygulama alanı zenginliğine kavuşmuştur. Müslüman himmet sahipleri tarafından hayra hizmet adına hayatın her alanında vakıflar tesis edilmiştir. Mabetten, mektep ve medreseye, kütüphaneden imaret ve kervansaraya, hayvanları esirgemeye kadar çeşitli hizmet alanları söz konusudur Müslüman vakıfçılar için. Gölgelik, sığınak, ayakta tedavi merkezi, spor merkezi, umumi tuvalet, çamaşırhane, fakirlere odun ve kömür parası, iflas etmiş tüccarın hapisten kurtarılması, yetimlere aylık, asker donatmak, donanmaya yardım gibi akla gelebilecek İslâmî vakıf anlayışının geniş hizmet yelpazesinde yer alan örneklerdir.

Günümüzde vakıfçılık hareketinin üstleneceği işlev geçmiştekinde az değildir. Teknolojik ve ekonomik durum ne olursa olsun, insan daima insana muhtaçtır. İhtiyaç sahibi ile ona el uzatacak olanın, birbirlerini görmeden buluşacakları en ideal ve kalıcı yol -günümüzde de- vakıftır. Bu bakımdan vakıf bilincinin canlandırılıp geliştirilmesi tesadüflere bırakılabilecek bir iş değildir. Vakıf kültürünün yaygın bir şekilde yeniden toplumun bütün kesimlerinde canlandırılması gerekiyor. Bunun için çocukların vakıf bilinç ve kültüründe yetiştirilmesi önemlidir. Ayrıca vakıfların tarihî arka planını ortaya koyması ve güncel meselelere çözümler üretecek çağdaş formlara kavuşturulması akademik camiaya düşen görevlerdir.