Makale

“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat.” Sâbit

“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat.”

Sâbit

(En uzun geceyi; işi, onu hesaplamak olan müneccime, muvakkite sorma; onlar bilmez. Gecelerin kaç saat olduğunu gama tutulmuş olana sor.)

Vedat Ali Tok

17. asrın yetiştirdiği Nâbî gibi, hikmetli söyleyişleriyle ve berceste beyitleriyle ün yapmış şairlerimizden biri de Sâbit’tir. Adı fazla duyulmamış olmasına rağmen, onun birçok güzel beyti şairler arasında şöhret bulmuştur.
Şeb-i yeldâ, yılın en uzun gecesi demektir. Yılın en uzun gecesi de tabii ki 21 Aralık gecesidir.

Müneccim, yıldızların, ayın, güneşin ve diğer gezegenlerin durumlarından, hareketlerinden çeşitli hükümler çıkararak, bunların hayvanlara, insanlara ve yeryüzündeki hâdiselere tesir ettiğine inanan kimse.
Muvakkit, eskiden namaz vakitlerini hesaplayan ve bunlarla ilgili âletleri kullanıp, tamir ve ayarını yapan kimselere verilen isimdir. Muvakkitler camilerin yanında bulunan muvakkithâne denilen yerlerde kalırlarmış. Muvakkithâneler vaktin tayini ve bunlara ait âletlerin ayarı ile uğraşılan bir mekân olduğu için, bir çeşit rasathane sayılmıştır. Muvakkitler, vakitlerle ilgili hesaplamada kullandıkları usturlap, güneş saati, rubu tahtası, kıblenüma ve saat gibi âletlerin ayar ve tamirlerini iyi bilen kişilermiş.

Müptelâ-yı gam, derde dûçar olmuş, gamlı, dertli kimse demektir.
Gam, keder kavramları ile gece arasında sıkı bir ilişki vardır. Çünkü hastalar, dertliler, kısacası müptelâ-yı gam olanların yalnızlıkları geceleri daha çok artar. Yalnızlık ise derdin, çilenin bir kat daha fazlalaşmasına sebeptir. Öyle ya;
“Varsın gene bir yudum su veren olmasın
Başucumda biri bana “su yok” desin de...” diyen şair Kemâlettin Kâmi’yi ancak dert sahipleri anlayabilir.
Hani meşhur bir Nasrettin Hoca fıkrası vardır: Nasrettin Hoca, bir gün damdan düşer, komşular toplanır Hoca’nın başına. Kimi şöyle yapalım, kimi böyle yapalım der. Biri de hekim çağıralım der. Acılar içinde kıvranan Nasrettin Hoca: Hayır, der. Bana damdan düşen birini çağırın; benim derdimden ancak o anlar…
Tasavvuf şairlerinden Dede Ömer Rûşenî ise, bir insanın hâlini ancak kendisiyle aynı hâli yaşayanların anlayacağını, dolayısıyla başkalarına bu durumun anlatılmasının bir fayda getirmeyeceğini söyler:

“Bîmâr olan bilür yine bîmâr hâlini
Mecruh u hastanun haberin sağa söyleme.”
(Hastanın hâlini yine, sadece hastalar bilir. Yaralının, hastanın durumunu –boş yere- sağlıklı olanlara anlatma.)
Aşk ve çile şairi Fuzûlî diyor ki:
“Gözü yaşluların hâlin ne bilsün merdüm-î gâfil
Kevâkib seyrini şeb tâ seher bîdâr olandan sor.”
(Gaflet içinde uyuyan kişi, gözü yaşlıların hâlini ne bilsin. Yıldızların seyrini, gece sabaha kadar uyanık olandan sor.)

Şimdilerde empati dediğimiz bir duygu vardır. Kendinizi muhatabınızın yerine koymak, dünyayı onun gözleri ile görebilecek kadar iyi algılayabilmek, onun iç dünyasına girebilmek, duygudaşlık… Bu, kolay bir davranış değildir. Şair Sâbit de mecaz yoluyla bunu söylemek istiyor. Yoksa en uzun gecenin hakikatte 21 Aralık gecesi olduğunu bilmeyecek bir Divan şairi yoktur. Şair, bildiği bir şeyi bilmezden gelerek, yani tecahül-i ârif sanatı yaparak şeb-i yeldâyı, müneccimler ve muvakkitlerin bilemeyeceğini söylemek suretiyle sözüne, iddiasına kuvvet vermek istiyor.

Derdi, çileyi çeken; hâli yaşayan en iyi bilendir. Dışarıdan gören, durumdan sadece haberdar olur, durumu birebir hissedemez. Bu hususla ilgili, bilge atalarımız sözün özünü söylemişler aslında: “Ateş düştüğü yeri yakar.”

Şair Sâbit diyor ki, en uzun gecenin hangi zaman olduğunu müneccimler yahut muvakkitler ne bilsin. İnsan, ne zaman bir derde, sıkıntıya düşer ve uykusunu yitirirse, en uzun gece, o gecedir.