Makale

Hakikati Aklın ve Kalbin Saf Aynasında Bulmak

Hakikati
Aklın ve Kalbin
Saf Aynasında Bulmak

Mustafa Efe
Başköy Camii İ.H. Tavşanlı-Kütahya

Allah’a varan nice yollar vardır. Kimi aklıyla, ilmi ve tefekkürüyle bir bilgin, bir bilge, bir düşünür olarak koyulur yola.
Kimi kalbiyle, gönlüyle, ruhuyla, irfanı ve aşkıyla yoldadır.
Herkes istidadınca yürür bu yolda.
Hakikatin dilinde var olmak cehdindedir yolda olanlar. Varlığın hakikatini bilmek cehdindedir.
Kimin haddine aklı ve kalbi iki ayrı kutupmuş gibi dile getirmek medeniyetimizde.
Hele Gazâlî’nin akletmeyi kalbin bir fiili olarak zikretmesinden sonra.

Şimdi Mevlânâ’ya kulak verelim; Mesnevî’de şöyle anlatır: “Usta çırağına, ‘çeşmeden şişeyle su getir’ der. Şaşı olan çırak şişeyi çift gördüğünden sorar: ‘Hangi şişe ile?’ Usta, masada zaten bir tane şişe olduğunu söyledikçe, çırak da kendi görüşünde ısrar eder. Öfkesine hâkim olamayan usta, ‘o zaman şişelerden birisini kır ve diğeriyle su getir’ diye öfkelenir. Şişelerden sadece birisini alıp yere vurduğunu zanneden çırak, neticede ortada hiç şişe kalmadığını görünce hatasını anlar.”

Bizim medeniyetimiz akıl ve kalp dilinin imtizacından doğan bir medeniyettir. Bu manada düşünce ve sanat tarihimizde telif edilmiş eserler ve tesis olunmuş ekoller birbirinden farklıymış gibi görünseler de epistemolojik, ontolojik ve aksiyolojik düzlemde aynı menbadan beslenen, filizlenen ve yoğrulan ‘ortak varlık şuurunun tecessüm etmesinden’ başka bir şey değildirler.
Sahi akıl nedir ki?
Kalp nedir sahi?

Bu yalnızca bir soru olarak kalmalı burada.
Bu konuda başta Gazâlî olmak üzere, -ki en isabetli düşünceleri ortaya koyduğu söylenebilir-, birçok mütefekkir düşüncelerini beyan eden eserler kaleme almışlardır.

Şimdi bir soru ile düşüncemize yol açalım; objektif bir metodla kaleme alınmış (b)ilimsel bir makale okuduğunuzda yaşadıklarınızla, hissettiklerinizle, bir sanat eserini –şiir, mûsikî, hat, ebru, minyatür, mimarî vs.- okuduğunuz, dinlediğiniz ya da seyrettiğinizde yaşayıp hissettikleriniz aynı şey midir?

(B)ilimsel bir eserde bir medeniyetin hüznünü, sevincini, hayallerini, acı ve ızdıraplarını, coşku ve heyecanlarını ne kadar görebiliriz?

Soruyu tersinden soralım bir de. Bir sanat eserinde, (b)ilimsel bir eserde bulduklarımızı ne kadar bulabiliriz?
Biraz daha açalım soruyu: Bir müzikolog, segâh makamından bahseden bir yazı yazsa; ‘Segâh makamı, mürekkep bir makamdır. Segâh perdesinde, segâh 5’lisine, nevâ perdesinde hicaz 4’lüsünün eklenmesiyle meydana gelmiştir, inici-çıkıcı bir makamdır’ gibi nazarî bilgiler ihtiva eden bu makalesi, bize segâh makamının tadını, neş’esini, zevkini verir mi? Elbette veremez. Ama Yahya Kemal’in, “Ulemâmız da bilmiyor kimdi” diye şiirinde bahsettiği Itrî’nin “saltanatlı tekbîrini” dinlediğimizde, işte orada ayrı bir zevk ve lezzet atmosferinde buluyoruz kendimizi. O, İslâm estetiğini küçücük bir kompozisyona sığdıran, bestekârın eserinde ledünnî bir âleme açılır gönül penceremiz.

“Kalbin mihmânı, safvettir” bu topraklarda, Yakup Kadri’nin dediği gibi.
Kalp dediğimiz, kalbî olan dediğimiz şey aslında Türkçesiyle ‘gönül’ değil midir? Gönülden sadır olan değil midir? Ve gönül boyutu anlaşılamayan, anlaşılmamış bir medeniyetin iç âlemi, iç zenginliğini anlamak mümkün müdür?

Yahya Kemal’e bir kez daha dönelim;
“İlmin derin görüşleri, aklın hükümleri
Doldurmuyor boşalmış olan hisli bir yeri.”
Yahya Kemal şiirlerinde medeniyetimizin hep bu derûnî, irrasyonel boyutuna değinir.

Bir şeyin bilgisine vakıf olmakla, o şeyi yapmak, işte bize aklî olan ve kalbî olanın ipucunu veren budur. Ölüm sonrası hayatı bilmekle, o ölüm duygusunu bütün kalbinle, ruhunla iliklerine kadar yaşamak, ölümün sırlarına vakıf olmak ayrı şeylerdir.

İslâm medeniyeti aklî olanla kalbî olanın iç içe geçtiği bir medeniyettir.
Medeniyetimizin aklî zenginliğini görmek ve bilmek için ilmî eserlere bakmak, kalbî yönünü bilmek içinse sanat eserlerine bakmak bizim için yeterlidir sanırım. Hangisini ihmal edersek edelim mutlaka bir yönü eksik kalacaktır medeniyet algımızın.

Koskoca bir fıkıh geleneğini, İslâm tefekkürünün nabzının attığı felsefe geleneğini, Temel İslâm Bilimleri alanında verilmiş nice eser külliyatını tanıyıp anlamadan medeniyetimizin dilini anlayamayacağımız gibi, şairlerin, musîkîşinasların eserlerini de okuyup dinlemeden medeniyetimizin dilini ve dinî tecrübesinin derûnî muhtevasını bir bütünlük içinde anlamak mümkün değildir. Bu alanlardan herhangi birini feda etmek ya da ihmal etmek söz konusu olamaz. Bu eserlerin, ekollerin tümü bizimdir. Bize aittir. Bu toprakların sesidir. Bizim hikâyemizi, bizim destanımızı anlatır her biri. Bizim medeniyetimizin varoluş mücadelesinin, ‘entelektüel sezgisinin’ sembolleridir. Bizim medeniyet şarkımızdır onlar. Bizim medeniyet bahçemizin gülleridir. Bizim gerçeğimiz ve bizim hayallerimizdir. Aklımızı ve kalbimizi aydınlatan kandillerdir her biri. Akıl olmadan kalp, kalp olmadan akıl bir anlam ifade etmez.

Dinin bir zâhirî (dış) bir de bâtınî (iç) buyutu bir hakikat olarak varsa, bu rasyonel ve irrasyonel alanı bize tercüme eden, şerh eden eserlerden müteşekkil bir medeniyet dilinin oluşması da kaçınılmazdır. Zâhirî boyutunu kesbî olan ilim ile ‘aklın tefekkürü’ izah edecektir. Bâtınî, akıl ötesi olan metafizik alanı ise, vehbî olan sanat ile ‘kalbin duyuş ve sezişleri’ keşf ve ilham izah edecektir.

Fakat şu da var ki; medeniyetimize tarihsel- sosyolojik açıdan baktığımızda, “aklın ihata edemediği irrasyonel boyutu, rasyonel boyutun üstünde yer almıştır her zaman.” Bu yüzden şiir ve mûsikî bizim medeniyetimizde çok önemli sanatlarımızdandır. Ciltler dolusu kitapla anlatılamayan bir düşünce, ilham eseri bir şiirde küçücük bir beyit ile yahut bestelenen küçücük bir mûsiki eseri olan ilâhi, şarkı yahut türkü ile kompoze edilebilmiştir.

Bir bakarsınız bir müezzinin sabâ makamında okuduğu sabah ezanının, seherin sihirli anlarında, gökyüzünün alaca karanlığına uzayan yankılarında buluruz medeniyetimizin kalbî iklimini. Bir bakarsınız bir ehl-i Kur’an’ın güzel sesiyle süslediği Kur’an kıraatinde.

Derken Yunus çıkagelir uzaklardan, kulağınıza bir şiir fısıldar geçer;
“Taştın yine deli gönül
Sular gibi çağlar mısın
Aktın yine kanlı yaşım
Yollarımı bağlar mısın!”
Kalbinizde biraz daralma olur, biraz genişleme belki, bu şiiri duyunca.
“Bu akl u fikr ile Mevlâ bulunmaz
Bu ne yâredir ki merhem bulunmaz”

Yunus bir kez daha karışır söze. Şimdi kalbinizde başka ufuklar belirir. Bir gurbet hissi çoktan kuşatmıştır gönlünüzü kim bilir. His ve düşünce yoğunluğunun eşlik ettiği metafiziksel bir hakikat dili, kalbinizin mihmânı olmuştur tam da burada. Aklın ihata edemediği o irrasyonel alan, artık kurcalar durur hayal âleminizi. Kendinizi tutamayıp bir ilâhi mırıldanmaya başlar diliniz birden;

“Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?
Felekler yandı âhımdan, murâdım şem’i yanmaz mı?”
Fuzûlî’nin şiirinden bestelenen bu ilâhîyi mırıldanırken bir sessizlik içre kalakalırsınız oracıkta. “Sessizlik içre yaşayanların kadrini kaç kişi biliyor ki şu dünyada” diye düşüncelere dalar gidersiniz. Bir hüzün eşlik etmektedir şimdi yolculuğunuza.

“Leyl olur ki hüzn içinde her nefes bir âh olur.”
Şimdi bir ‘âh’ çekmenin tam vakti gelmiştir artık.
Gelen şeb-i yeldâdır çünkü. En uzun gece.
“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor sen, kim geceler kaç saat.”
Beyti ile biraz teselli arar kalbiniz.
Ve bitmeyen ‘âh’lar, ‘of’lar, ‘aman’lar birbir terennüm edilir kalp dilinizde.
“Aman lafzı senin ism-i şerîfinle musâvîdir
Onunçün âşıkın zârı amandır yâ Rasûlelllah.”

Sonra, Sâdi gelir ‘Bostan ve Gülistan’ıyla, Feridüddin Atar ‘Mantıku’t Tayr’ kitabı ile gelir, Mevlâna ‘Mesnevî’si ile Eşrefoğlu Rumî ‘İlâhiler’iyle, Süleyman Çelebi ‘Mevlid’, Şeyh Galip ‘Hüsn ü Aşk’ ile gelir. Mimar Sinan ‘Süleymaniye Camii’ ile gelirken Nâyî Osman Dede ‘mûsikimizin süleymaniyesi’ diye vasıflandırılan ‘Mirâciye’ bestesi ile gelir. Itrî, Hafız Post, Dede Efendi, Hafız Zekâi Dede ve daha niceleri, onlar durur mu hiç, onlar da gelir birer birer. Hoş bir sadâ bırakarak medeniyetimize geçip giderler dünyadan. Hattat Kayışzâde Hafız Osman’ı unuttuk mu? O unutulur mu hiç?

İşte kalbî olanın hikâyesi, medeniyetimizin kalp dili, yahut gönül dili. Aklın ihâta edemediği, binbir inceliği barındıran, azamet içinde tevâzûyu, tevâzû içinde azameti barındıran o muhteşem boyutu. Aklın ve kalbin saf aynasından damıtılarak, incelmiş yüreklerin terennümlerinden oluşan bir medeniyet çizgisi.

İmam-ı Âzam’ı, İmam-ı Şafiî’si ile, İbn-i Arabî ve İbn-i Haldun ile, İmam-ı Maturidî ve İmam-ı Eş’arî’si ile, İbn-i Sînâ’sı ve İbn-i Rüşdü ile, Gazâlî’si ve Farâbî’si ile İmam-ı Buhârî’si ve Fahreddin Râzî’si ile bir medeniyetin hem aklî hem de kalbî boyutu tecessüm etmiştir.

Âlimin ilmi, ârifin irfanıyla her daim yenilenerek terkip olmuş ‘yol’da olan bir medeniyettir bu.
‘İslâm medeniyeti nedir’ sorusuna verilmiş bir cevaptır bir bakıma bu terkip.
Bu terkibin dışı ilim, içi sanattır.