Makale

Dindarlığın Tezahürleri

Dindarlığın Tezahürleri

Dr. Aliye Çınar
Uludağ Üniv. İlâhiyat Fak.

Din hakkında konuşmanın en doğru yollarından biri, onun hayattaki akisleri veya tezahürlerini ortaya koymaktır. Zira dini, sanki anlaşılmaz felsefî kalıplara dökmek veya onu belirsiz bir sis yığını ardına yani metafiziğin merhametine bırakmak, ona, fayda yerine verilecek en büyük zarardır. Çünkü dinin ortamı sadece entelektüel bir muhit olmayıp, o hayatın bizzat içindedir veya hayat dinin bağrından doğar. Nitekim Kur’an’ı incelediğimizde de bunu doğrudan görürüz. Hz. Adem’den Hz. İsa’ya; Hz. Havva’dan Hz. Meryem’e; Hz. Davud’dan Sebe Melikesi Belkıs’a kadar, deyim yerindeyse bütün bu aktörler hayatı inşa eden ve imar eden büyük ve seçilmiş şahsiyetlerdir. Zaten ömür bir bakıma hayatı ve benliği imar etmek değil midir? Öyle ki, ömür (ö-m-r) ve imar (i-m-r) aynı kökten gelmektedir.

İşte tam da bu kavşakta dinin önemi yavaş yavaş kendini göstermeye başlar. İnsan, kendisine bir armağan olarak verilen hayatı nasıl kullanacaktır veya onu nasıl tezyin edip çoğaltacaktır? Doğrusu, zamanın tınısını duyabilmek sadece ve sadece saatleri, zamanın sahibinin zembereğine ayarlamakla mümkündür. Çünkü zamanın sahibi, ‘zaman’a, asr’a’ yemin etmektedir ve insanların ziyanda olduğunu haber vermektedir. Bu, esaslı bir vuruş değil de nedir!

Bunun ölçüsü zamanın akışını idrak etmekle, yani Allah’ın ipine sıkı sarılmakla mümkündür. Bunun yolu adalettir. Adalet sayesinde insan, insan olduğunu fark eder. Bir başka ifadeyle, yaratılmışları yerli yerince görebilme basiretidir adalet. Bu yeti açık olunca, kişi insan olmanın anlamını, dahası kulluk ve halifeliğin saçaklarını görmeye başlar. Öyle bir kulluk ki, efendi olmayı ima eden bir itaattir bu. Çünkü Allah’ın birliğini ve gücünü teslim eden (kul), ruhundan âdeta perdelerin kalktığını veya bir tür güncellenme yaşadığını fark eder. Bu fark ediş, ruha kendi gücü idrak etmeyi bahşeder. Dolayısıyla varlıklar arasında en üstün olduğunu kavramanın yegane yolu bu şuurdur. Bu şuura biz adalet diyoruz.

Bu şuur yani zamanın kulpuna sıkı sarılan kişi kesinlikle ruhunun küçülmesini göze alamayan kişidir. Başka deyişle, kendine haksızlık edemeyen kişi, her şeyden önce kendine adildir. Emir ve yasaklar, ruhun küçülmesine izin vermeyen sınırlardır. Onların her bir ihlâli deyim yerindeyse bir adım daha küçülmektir. Ancak sadece emirlere riayet eden de şüphesiz bir tür basiret kazanır; ne var ki, sınırları ihlâl etmeden insanlığı çiçeklendirebilen kişi Allah’ın halifesi olduğunu fark edebilir. Böylece, kulluk ve halifelik birlikte gelişirse, adalet yerine gelir. Aksi halde dindarlığın çok yönlü tezahürlerinden, ruhun uyanmasından söz etmek mümkün değildir. Sadece kuralları yerine getiren bir öğrenci de sınıfı geçebilir ancak, mesele tam da burada başlamaktadır. Varolduğunu fark edebilmesi, kendini bütünün içinde görebilmesiyle, idrakle mümkündür.

Ahlâk, insanın bütün içinde kendini görebilmesine götüren en kestirme yollardan biridir. Dahası dindarlığın en önemli tezahürü olduğunu söylememiz bile mümkündür. Din olmadan insanın benciliğini gemlemek oldukça zordur. İşte adil olabilmek, diğerini de görebilmek, feragati yapabilmektir. Bu zamanla insana bir tür meleke kazandıracaktır ki, sanki yargıç onu her an görüyormuşçasına, her daim ruhuna sahip çıkarak, onun küçülmesini göze almayacaktır. Elinden, dilinden ve belinden emin olunan kişi, adaleti bütün bir yaşam şiarı yapan kişidir. Yani bunların her biri, bir tür ihlâl edilmesi muhtemel sınır şeritleri olsa da, bunu asla geçmeye yanaşmayan kişidir. Dahası bu duyuşu din sayesinde kazanan kişi, ezilmişi, yetimi ve mahzun olanı fark edip, görüp gözetme yoluna gider.

Sözünü ettiğimiz yüksek duyuşa sahip ve sınırları ihlâl etmeyen kişinin edep dairesi lehine çalıştığı söylenebilir. Zaten edebiyat, edepli olmanın beliğ bir şekilde dışa vurumu değil de nedir? ‘Edep ya Hu’ ilkesi de bu düşünüş ve duyuşun somutlaşmış halidir. Adalet ve edep sınırlarını ihlâl eden, sözüm ona edebiyat yazını sadece bir tür kelime ve dil cambazlığından öteye geçmeyecektir. Çünkü prangalar içinde özgür olabilmenin başka bir yolu yoktur! İnsanın kendine zulmedişi bir tür edebiyat olarak anlatılacaksa, bu tablo, sadece sınırları ihlâl eden daha doğrusu ruhun küçülmesini zaten göze almış kişilere seslenecektir. Çok geçmeden bu anlatı, bir kısa devreye dönüşecek ve bir tıkanma kendini hissettirecektir. Oysa ruhun yeniden uyanışı ve güncellenmesi, bu kısa devreyi değil, bizzat büyük dolaşıma katılımı ima eder. Bu durum şüphesiz, ilâhî sınırları ihlâl etmemeyi ve iyi işlerde bulunarak iyi insan olmayı lâzım kılar. İnsan sûresinde (İnsan, 11) dindarlığın bu tür tezahürü şu şekilde haber verilmektedir: İşte bu yüzden, sırf bu yüzden...

“Allah onları o günün fenalığından esirger; yüzlerine parlaklık, gönüllerine sevinç verir.”
Sanat ve estetiğin beslendiği ana kaynak da bu ‘büyük dolaşımdır’ ve sanatçı, haber verilen parlaklık/gölge, sevinç/hüzün ikiliğini aynı anda kavrama yetisine sahip olan kişidir. Bu özellikten dolayı, ölümsüzlüğü göze alanlar, sanatçı adını hak ederler. Gerçek sanatçılar ‘Büyük sanatçı’ya kulağı, gözü ve eli açık olanlardır. Meselâ müzik alanında Batı’da kilisenin, bizde ise caminin ve dahası tekke kültürünün yayılmasıyla tasavvufun önemi inkâr edilemez. Bu bir tür ahengin duyuluşu ve dışa vurumudur. Ekolojik denge, tabiatın bir senfonisidir. Ruhun ahengi, notalarda yükselince musiki olarak insanların balansını ayarlama işini üstlenmektedir.

Dinin sadece zahirinde kalmayan ve içşelleştirmeyi başarabilen kişi, hayata daha coşkulu ve daha olumlu bakabilir. Özellikle tasavvuf literatüründe öne çıkan ‘lütfun da hoş, kahrında hoş’ ilkesini sıradan ve materyalist bir dünya görüşünün söylemesi oldukça zordur. Bu fark ediş sayesinde, ruhun gelişme hamlesi sezilmiş olur. Zorlukların benliğin gelişmesinin yemi olduğu çok geçmeden fark edilir. Geçici zevk ve heveslerin ruhu sükuna erdiremeyeceği, bunun ‘Allah’ı anarak’ mümkün olacağını sadece ve sadece din pusulası söyler.

İnsan yaşamındaki en ibretli sonun yani ölümün verdiği kaygı ve gerilimi, dinin va’d ettiği sonsuzluk dışında hiçbir şey teskin edemez. Esasında ölümün olmadığını idrak eden bir görüşle, bedenle hayatı sınırlayan bir görüş birbirine taban tabana zıttır. Ahiretin tarlasının dünya olduğunu söyleyen bir dünya görüşü, kişiye daha fazla çalışma, ruhen gelişme, heyecan ve coşku verirken; hayatı bu dünya ile sınırlayan bir görüş, bir yandan yaşama doyumsuzluğuyla tatminsizlik içinde olurken; öte yandan da nasıl olsa ölümle her şeyin biteceği düşüncesinden dolayı dayanılmaz bir elem ve karamsarlığa saplanıp kalır.

Kısacası korkudan felâha; darlıktan feraha; elemden huzura ulaşmanın yegâne yolu yaratıcının uyarısına açık olmak ve ipine kuvvetle sarılmakla mümkündür. A’raf sûresinde (A’raf, 171) bu gerçeğe şöyle dikkat çekilmektedir:

Bir zamanlar dağı İsrailoğullarının üzerine gölge gibi kaldırdık da üstlerine düşecek sandılar. “Size verdiğimi (Kitab’ı) kuvvetle tutun ve içinde olanı hatırlayın ki korunasınız.”

Ölüm korkusu, ihtiraslar, küçük hesaplar ve diğer endişelerimizin hepsi de bizler için birer dağ mesabesinde değil midir? Onlardan emin olmanın yegâne pusulası, “Kitab’ı” kuvvetle tutmaktan ve içindekileri hatırlamaktan geçmektedir...