Makale

Kur’an ve Sünnet Eksenli Dindarlık

Kur’an ve Sünnet Eksenli Dindarlık

Prof. Dr. Enbiya Yıldırım
Cumhuriyet Üniv. İlâhiyat Fak.

Her Müslüman için Kur’an ve onu bizlere ulaştıran, yaşamıyla da örneklik sergileyen Hz. Muhammed’in hayatı çok büyük bir öneme sahiptir. Zira mümin için her ikisi, hayat düsturlarını içeren birer kılavuz olmaları yanında, ebedî hayatta mutluluğun da rehberleridirler. Bu nedenle dünyanın değişik coğrafyalarında yaşayan Müslümanların Kur’an ve sünnete çok fazla önem vermeleri, hayatlarını bu ikisine göre tanzim etmeye çalışmaları son derece normal ve hatta olması gereken bir durumdur. Çünkü hayatla ilk tanıştıklarında İslâmî geleneğe uyularak kulaklarına ezan okunmakta, ebedî yolculuğuna uğurlanırken de namaz ve dua ile yolcu edilmektedirler. Dolayısıyla hayatın başlangıcı ile toprağa veriliş İslâmî geleneklere göre yapılmakta, ikisinin arasını da Kur’an ve sünnetin öğretileri tanzim etmekte, hayatın temel düsturlarını sunmaktadır. Müslüman bu ikisinin sunduklarına uygun bir hayat sürdüğünde hem inançlarıyla uyumlu bir yaşam süreceğini hem de her iki yaşamında mutlu olacağını bilir. Mutluluk âdeta bu ikisine endekslidir. Bu ikisi hayattan soyutlandığında, insanın ne dünyada ne de ebedî hayatta mutlu olması mümkündür. Onu her halukarda bekleyen bedbahtlıktır. Bu nedenle Kur’an ve sünnet eksenli bir hayat Müslüman için temel önceliği olan bir husustur.

Kur’an ve sünnet elbette önemlidir. Çünkü gerek Kur’an ve gerekse Hz. Peygamber’in hadis ve sünnetinde bir Müslümanın hayata nasıl bakması ve yaşamını nasıl sürdürmesi gerektiğinin temel prensipleri yer almaktadır. İnsanı yaratan yüce yaratıcı, kulun ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak hayatını temellendireceği temel dinamikleri kitabıyla birlikte göndermiştir. Bunların pratik hayatta nasıl uygulanacağı ve insanın nasıl bir yaşam sürmesi gerektiğinin gözle görülebilir örnekliğini ise Hz. Peygamber sergilemiştir. Bu nedenle Kur’an âdeta işin teorik boyutu, Hz. Peygamber’in yaşamı da bunun uygulaması dolayısıyla pratik boyutu olmuştur. İşte bu yüzden Kur’an ile sünnet birbirinden ayrılmaz ikilidir. Kur’an’ı anlamak için hadis ve sünnete, hadis ve sünneti anlamak için de Kur’an’a bakmak ve yaslanmak zorundayız. İkisinden biri feda edilecek olduğunda dinin sağlıklı bir şekilde anlaşılamayacağı ortadadır. Müslüman bunun bilincinde olduğu içindir ki, Kur’an ve sünnete çok önem verir.

Kur’an ve sünnete bağlılık sadece zaruretten kaynaklanmaz. Söz konusu durumun bir o kadar daha önemli bir başka boyutu daha vardır. O da sevgidir. Bir Müslüman için Kur’an Allah’ın kendisine gönderdiği son hidayet rehberidir. Allah, doğru yolu bulması ve o yol üzerinde durabilmesi için kendisine bir kitap göndermiştir. Mümin, Allah’ın kendisine olan bu ikramı karşısında yaratıcısına karşı büyük bir minnet duygusu taşır. Şahsına değer verip yol gösterdiği için ona büyük bir bağlılık duyar. Hidayet rehberini kendisine ulaştırıp yaşam alanında nasıl tatbik edeceğini gösteren peygamberine de aynı duygularla bağlıdır. O elçi bir insanın katlanabileceği tüm sıkıntılara katlanmış, ilâhî buyruğu müminlere ulaştırmak için hayatı pahasına çaba göstermiş, yaşadığı toprakları dahi terk etmiştir. Bunun yanında ilâhî mesajı kendi yaşamındaki örnekliğiyle sergilemek için her türlü ezaya ve cefaya göğüs germiştir. Bu nedenle, erdemlilik ve dindarlık üzerine kurulu yaşamı, bir müminin nasıl bir hayat sürmesi gerektiğinin de örnekliğini içermektedir. Müslüman için, hayatın Kur’an ve sünnet olmaksızın düşünülememesinin bir nedeni de budur.

Her Müslümanın gönlünde büyük yeri olan Kur’an ve sünnetin ifade ettiği anlam boyutuna baktığımızda, iki temel ve önemli husus dikkatimizi çeker. Öncelikli olarak Allah’ın tek Rab, Hz. Muhammed’in de son elçi olarak kabul edilmesinin ardından, hayatın çeşitli dilimlerine serpiştirilmiş olan ibadetlerin yerine getirilmesi beklenmektedir. Hayat kılavuzu Kur’an’ı gönderen Allah ile onu yaşamında pratiğe döken Hz. Peygamber’in Müslümanlardan öncelikli beklediği temel görev, ibadetlerin yerine getirilmesidir. Zira Hz. Peygamber hayatının her döneminde bunları çok sıkı bir titizlikle yerine getirmiş, söylemiyle eylemi arasında mükemmel bir uyum sağlayarak iyi bir ibadet hayatı yaşamıştır. Onun bu ibadetleri ifa edişinin temelinde ise, Allah’a karşı olan korkusu değil ona olan köklü sevgisi etkili olmuştur. Çünkü o, Rabbini gerçekten ve gönlünün tüm derinliklerinde hissederek sevdiği için sorumluluk olarak yüklendiği ibadetleri yerine getirirken hiçbir zorluk çekmiyordu. Tüm yaşamı ibadetlerle bütünleşmiş bir hayattı. Bu ibadetler gerek zorunlu olanlar olsun ve gerekse nafile olarak adlandırılabilecekler olsun, sürdüğü hayatın tezyinatıydı. Rasûlullah’ın yaşamı ibadetlerle bezenmişti. Bu yüzden de ihmal edilmelerine tahammül etmezdi. Buradan da anlıyoruz ki, Kur’an ve sünnetin ibadetlerin ifa edilmesini hedefleyen bir boyutu vardır.

Kur’an ve sünnetin arz ettiği bir diğer önemli husus da Müslümanlara sunulan ahlâkî rehberliktir. Kur’an’a bakıldığı zaman içerisindeki buyrukların büyük ekseriyetinin ahlâkî olduğu, ilk bakışta ahlâk alanıyla ilgili olmadığı sanılan buyrukların arka plânında hedeflenenin bile ahlakî bir yaşam olduğu görülür. İbadetler de buna dahildir, insanın yaşamını güzelleştirmeyi hedeflemektedir. Öyleyse Kur’an’ın esas itibarıyla bir ahlâk kitabı olduğunu ve insanları ahlâkî bir yaşama yöneltmek amacıyla gönderildiğini söylemek hata olmasa gerektir. İnsanın rabbiyle, kendisiyle ve çevresiyle olan ilişkilerini düzenlemeye yönelik bu buyruklar bütünüyle insanın olgunlaşmasını hedef almıştır.

Hz. Peygamber’in yaşamında sergilediği örneklik de ahlâkî bir örnekliktir. Kur’an zaten buna işaret etmekte ve “Sen en yüce ahlâk üzeresin.” (Kalem, 4) buyurmaktadır. Öyleyse Kur’an, ahlâkî yaşam tarzını hayatında en iyi tatbik eden insan olarak bizlere Hz. Muhammed’i takdim etmektedir. Gerçekten de onun hayatının Kur’an’ın bu tespiti istikametinde olduğunu görürüz. Çünkü o, ailesine karşı çok iyi davranan, arkadaşlarını her zaman kendisine tercih eden, ihtiyaç sahiplerini gözeten, çevresindekilerin kalplerini asla kırmayan, kötü ve kaba konuşmayan, hasta-yoksul ve düşkünleri her zaman kollayan biriydi. Sahabileri bizatihi şunu görüyorlardı: Hz. Muhammed, gerek Kur’an’ın ve gerekse kendisinin insanlardan istediklerini, önce kendisi hayatında tatbik etmekteydi. Onun yaşamı ile sözleri son derece uyumluydu. Ne sözü eylemlerini, ne de eylemleri sözlerini yalanlardı. Kur’an’ın da işaret ettiği gibi, etrafındaki insanlara karşı son derece nazik ve yumuşaklıkla muamele ederdi, onlara anlayış gösterirdi. (Âl-i İmrân, 159) Bu nedenle yolda yürürken insanlar onu gördüklerinde kalplerine bir sevinç dolardı, uzak beldelerde oturanlar onu görmek için sık sık Medine’ye gelmeyi arzulardı. Herkes onunla birlikte olmak isterdi. Etrafındakilere olan muamelesi halkın gönlünde öyle bir sevgi oluşturmuştu ki, canları başta olmak üzere her şeylerini uğruna feda etmeye hazırdılar. Bu nedenle, vefat ettikten sonra insanların ardından iyilik ve güzellikten başka anlatacak bir şeyleri yoktu.

Bu durumda Kur’an ve sünnet eksenli bir yaşamdan ne anlamamız gerektiği sorusunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Hatta şunu söylememiz bile mümkündür: Hayat, Kur’an ve hadislerdeki buyruklar ile Hz. Peygamber’in örnek yaşantısıyla ne kadar uyumlu ise, o kadar iyi bir müslümanlıktan söz etmemiz mümkündür. Bu yüzden kişi, sorumlu olduğu ibadetleri ne kadar özenle ve isteyerek yerine getirebiliyorsa, kulluğunun bir parçasını o kadar iyi gerçekleştiriyor demektir. Bunun kadar önemli olan diğer husus ise, insanın çevresiyle olan ilişkilerini Kur’an ve sünnetten öğrendiği şekilde düzenlemesidir. İnsan bunları da hayatında ne kadar uygularsa ve Hz. Peygamber’in ahlâkıyla ahlâklanmak için ne kadar çaba gösterirse, Kur’an ve sünnet merkezli bir hayat sürmeye çalıştığından, dolayısıyla kulluğunun diğer parçasını gerçekleştirmeye çabaladığından söz etmemiz mümkün olacaktır. Bunu ne derecede başarabildiğinin tespitine gelince: İnsanlar onu gördüklerinde kalplerinde bir mutluluk oluşuyorsa, onu tanıdıkları ve arkadaşlık yaptıkları için kendilerini bahtiyar hissediyorlarsa, etrafındakiler ağzından kötü bir söz duymadıklarını dile getiriyorlarsa, vefat ettiğinde de kalpleriyle dilleri tam bir uyum içerisinde iyi bir insan olduğuna şehadetlik ediyorsa, o zaman bu insanın Kur’an ve sünnet üzerine kurulu ahlâkî bir hayatı gerçekleştirmede başarılı olduğundan söz etmek mümkün olabilir.

Dolayısıyla ibadet ve ahlâkî yaşantının eşdeğer bir şekilde yaşam içerisinde yer alması durumunda, bir Müslümanın olması gereken dindarlığı sergilediği söylenebilir. Ancak kişi ibadetlerine son derece önem vermesine rağmen insanlarla olan ilişkilerinde zafiyetler sergiliyorsa ve etrafında bulunanlar ondan hoşnut değillerse, burada bir sorun olduğundan söz etmek durumundayız. Bunun yanında, kişi ahlâkî değerlere son derece önem veriyor ve çevresindekiler tarafından iyi bir insan olarak tanımlanıyorsa, kullarla olan ilişkileri açısından güzel bir yaşam sergilemiş demektir. Ancak aynı insan Allah’ın kendisini yükümlü kıldığı ibadetleri yerine getirmek hususunda zafiyetler sergiliyor ve ihmalkâr davranıyorsa, kanatlarından birisi eksik demektir. Çünkü Hz. Peygamber’in sergilediği Müslümanlık böyle bir müslümanlık değildir. Bu kişi, peygamberinin örneklik boyutunun bir yönünü ihmal etmiş demektir.

Kur’an ve sünneti tatbik etmek ve yaşamımızla her ikisine hayat vermek önemlidir. Ancak burada son derece önemli olan bir hususu göz ardı etmememiz gerekmektedir: Şekil üzerinde takılıp kalmak bazen esas maksadı yakalamamızı engelleyebilir. Çünkü gerek Kur’an’da ve gerekse Hz. Peygamber’in yaşamında üzerinde önemle durulan bazı hususlar esas itibarıyla hedefledikleri maksat itibarıyla yaklaşılması gereken hususlardır. Elbette Kur’an ve sünnet belirgin renk olacaktır. Ancak bunu yaparken, kabul edilebilecek bir vasatta bulunan hususları kaldırarak belli bir coğrafyanın geleneklerini din adına öne sürmek son derece yanlış olacaktır. Bu nedenle hayatın pek çok alanında Kur’an ve sünnetin vermeye çalıştığı ruhu yakalamaya çalışarak insanlara kendi gelenek ve örfleri içerisinde yaşayabilecekleri geniş bir alan bırakmak yerinde olacaktır. Kaldı ki, İslâm evrensel bir din olduğu için bulunduğu coğrafyanın gelenek ve kültürüne hapsedilemez, ayrıca dinin orada vahyedilmesi o coğrafyaya bir üstünlük kazandırmaz. Eğer bir üstünlük söz konusu edilecekse, bu sadece dine hizmetle olabilir. Bu açıdan bakıldığında da, dine daha fazla hizmet eden ve dinin neredeyse savunmasını üstlenen milletlerin ve coğrafyaların çeşitli dönemlerde değiştiğini söylemek mümkündür. Dolayısıyla erdem ve fazilet, yapılan hizmete göre değişmektedir ve bu da çeşitli dönemlerde farklı coğrafyalara nasip olmaktadır.

Bu hususla bağlantılı diğer bir mesele de, insanın kendi müslümanlığını veya İslâm anlayışını dinin merkezine oturtmamasıdır. İnsan elbette kendi doğrularını benimser ve onlarla yaşar. Mutlu ve kalbiyle barışık bir hayat sürmesi için bu gereklidir de. Hatta bunları karşısındaki insanlara karşı savunabilir de. Zira ona göre kendi bulunduğu veya olmak istediği çizgi, olması gereken çizgidir. Ancak bunu yaparken, öteki insanların da kendilerine göre doğruları olduğunu veya kendisinden daha iyi bir çizgide bulunabilecekleri ihtimalini göz ardı etmemesi gerekir. Bu yapılmadığı, karşıdakiler ötelendiği ve dışlandığı an şiddet başlamıştır. İnsan kendi anlayışını mutlak doğru olarak benimsediğinde, diğer Müslümanlara kafasındaki İslâm dairesi içerisinde yer vermiyor demektir.

Sonuç olarak, iyi Müslüman, Kur’an ve sünnetin öngördüğü ibadet ve güzel ahlâkı yaşamına hakim kılandır. Bunu yaparken de her ikisinin vermeye çalıştığı ruhu yakalamaya çalışan, dinin evrensel değerleri ile gelenek ve âdet içerisinde değerlendirilmesi gereken hususları birbirinden ayırt edebilendir.