Makale

Kültürümüzde Ehl-i Beyt Sevgisi

Kültürümüzde
Ehl-i Beyt Sevgisi

Doç. Dr. Osman Eğri
Gazi Üniversitesi ilahiyat Fakültesi

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in emanetleri
681’de Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi sonucu Türkistan’a göç eden Hz. Peygamber’in torunları lehine, Horasan ve Mâverâünne- hir bölgelerinde geniş bir kamuoyu oluşmuştur. Emevîler tarafından mağdur edilen Ehl-i Beyt’in İslam’a davet çağrıları, mağdûr ve mazlûmun yanında yer alan Türkler arasında büyük bir rağbet görmüştür. (Baki Yaşa Altınok, "Ehl-i Beyt ve Türkler", Hacı Bektaş Velî Dergisi, s. 18, ss. 205-213., s. 205) Hz. Peygamberin evlatlarının haksız yere Emevîler tarafından öldürülmüş olması, bu katliamdan geride kalanların da perişan bir vaziyette göç ederek aralarına sığınması, Türklerin Ehl-i Beyt’e muhabbetini daha da kuvvetlendirmiştir. (Aitınok, a.g.m.,s.207)
Annesi Horasanlı bir Türk olan Abbâsî halîfesi Me’mun’un, İmam Ali Rızâ’yı veliaht tayin etmesi, hem Türklerin Abbasî yönetiminde söz sahibi olmaya başlamalarını temin etmiş, hem de İslâmiyet’le tanışmalarını sağlamıştır. Türkistan’a gelen Ehl-i Beyt imamları, tasavvuf erbabı ve tüccarlar, İslâmiyet’in bu coğrafyada yayılmasına önemli katkıda bulunmuşlardır. Samarra’da zorunlu ikamete tâbi tutulan imamlar, Kur’an’ın anlamını, Hz. Peygamber’in sünnetini, İslâm’ın temel prensiplerini, sade bir dille çevrelerindeki insanlara anlatmışlardır. Sevgi ve saygıya dayalı bu birlikteliğin olumlu yönde geliştiğini gören yeni Müslüman olmuş Türkler, on birinci imam Hasan’a, "Asker" (bizden) diye hitab etmişlerdir. (Aitınok, a.g.m., s. 209-210)
Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig adlı eserindeki şu ifadeler, Ehl-i Beyt’in Türkistan’da nasıl muamele gördükleri konusunda, doğrudan bilgi vermektedir: "Hizmetkârlardan başka ve beyin adamları dışında, münâsebette bulunacağın kimselerden bazıları, Peygamber’in neslidir. Bunlara hürmet edersen, devlet ve saâdete kavuşursun. Bunları pek çok ve gönülden sev; iyi bak ve yardımda bulun. Bunlar, Ehl-i Beyt’tir. Peygamber’in uğurudur. Ey kardeş! Sen de onları, Sevgili Peygamber hakkı için sev." (Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, çev. Reşid Rahmeti Arat, Ankara, 1988, TTK Yayını, s.313)
Hânedân-ı Ehl-i Beyt’ten olan ve I Orta Asya’yı İslâm Güneşi ile aydınlatan, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî, Hikmetlerinde, Ehl-i Beyt sevgisini işlemiş bir Hak âşığıdır. O, İslâm’ın yeryüzüne yayılması sürecine önemli katkılarda bulunan Hz. Ali’nin kahramanlıklarını şöyle destanlaştırmıştır:
Sıfat kılsam Ali şîr-i Hüdâ’dur,
Ki şemşîr birle kâfiri kıradur.
Ali İslâm üçün kanlar yutadur,
Ki İslâm tuğını muhkem tutadur. (Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, haz. Hayati Bice, Ankara, 1993, T. D. V. Yayını, s. 56)
Horasan üzerinden Anadolu’ya gelen "seyyidlik kurumu", Hz. Hüseyin soyundan gelen Ehl-i Beyt’le Türkmen oymakları arasında, kız alıp kız verilmesiyle oluşmuştur. (Alemdar Yalçın, Hacı Yılmaz, "Kargın Ocaklı Boyu ile İlgili Yeni Belgeler", Hacı Bektaş Velî Dergisi, S. 21., ss. 13-89., s. 14) Kur’an ve sünnetin öngördüğü din esaslarını, Ehl-i Beyt’in adâlet, hoşgörü ve muhabbete dayalı yorumlarından öğrenen nesiller, Yüce Pey- gamber’in önderliğine ve Hz. Ali’nin evlatlarına bağlılıklarını tarih boyunca devam ettirmişlerdir.
Orta Asya’da sevgi ve saygı ile muamele gören Peygamber nesli, daha sonra İslâm’ın yeni coğrafyalara yayılması, yeni gönüllere girmesi amacıyla Anadolu’ya (Diyâr-ı Rûm) gelmişlerdir. Veli Baba, Ehl-i Beyt olan dedelerinin Anadolu’ya gelişlerini şöyle anlatmaktadır: "Zaman-ı kadîmde Ehl-i Beyt’ten bizim ceddimiz, Aliyyü’l-Medenî Medîne’den Bağdat’a ve Bağdat’tan Malatya’ya geldiği gibi, yine Ehl-i Beyt’ten evlâd-ı Haşan ve Hüseyin’den bazılarının Hicaz’dan bilâd-ı Rûm’a ve Mâverâü’n-Nehir’e geçmiş oldukları da elde mevcud olan kütüb-ü ensâb ve tevârihte mezkûrdur. Ehl-i Beyt’ten ekâbir-i ehl-i keşf ve ayan ve erbâb-ı ilm ü akl-ı selîm ile diğerleri teşyid-i menarı (binasını yükseltmek) devlet-i âliyye ve takviyye-i saltanat-ı seniyye emrinde dâima ve hâlen sa’idirler. (VelîBaba Menâ- kıbnâmesi, haz. Bedri Noyan, İstanbul, 1995, Can Yayınları., s. 69)
Ehi-i Beyt neslinden geldikleri için "seyyid" şeklinde isimlendirilen insanların, Anadolu’da onlardan önce gelenler tarafından nasıl karşılandıkları ile ilgili çarpıcı bir örnek de XV. yüzyılda yaşadığı rivâyet edilen Koyun Baba’dır. Koyun Baba Anadolu’da, Hz. Muhammed’in çok sevdiği torunu, Kerbelâ şehitlerinin serdarı Hz. Hüseyin’in bir armağanı, Fatımatü’z- Zehra annemizin evlâdı olarak karşılanmıştır, insanlar, ona çirkin sözler söylemekten kaçınmışlar, kötülemekten uzak durmuşlardır. Onun yoluna canla başla bağlanmışlar, bu bağlılığı da, bahtiyarlık addetmişlerdir. (Kutiu- ay Erdoğan, "Alevîlerde Dedelik Kurumu ve Değişme Olgusu Karşısında Toplum Yapısı", Folklor ve Edebiyat Dergisi, ss. 121-126, s. 123) Odman Baba’dan Garip De- de’ye, Pîr Baba’dan Abdal Mûsâ’ya kadar, Ehl-i Beyt neslinden yüzlerce mânâ sultânının, nasıl sevildiklerini anlatmak, bu makalenin sınırlarını aşmaktadır.
Ehl-i Beyt neslinden gelen seyyid ve şeriflere, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri tarafından icâzetnâmeler verilerek, gereken sevgi ve saygıyı görmeleri temin edilmiştir. Bu sevgi ve saygı, onların İslâm dininin öğretimi konusundaki etkinliklerine büyük güç kazandırmıştır. Anadolu’da seyyidlik icâzetnâmesinin ilki, 734 yılında Kureyşan Ocağı’na verilmiştir. Selçuklular döneminde, I. Alaaddin Keykû- bat, Erzincan bölgesine gelerek, orada yaşayan oymakların ileri gelenlerini biraraya toplamış, İslâm dinini en iyi bilen kişilerin tesbit edilmesini istemiştir. Yapılan seçmede, Ehl-i Beyt nesli olan seyyidler, ilim ve ahlâkları ile öne çıkmışlardır. Keykubat, dinin, bu kişiler tarafından öğretilmesini emrederek, onlara Hz. Peygamber soyundan geldiklerine dair icâzetnâmeler verilmesini istemiştir. Seyyidlik beratı olan her öğreticiye de, "hakk’u-llah" adı altında menkul ve gayr-i menkuller bağlanmıştır.
Osmanlı Devleti’nde seyyid ve şeriflerin başkanına; "Nakîbü’l-eEşraf" adı verilmektedir. 1400 yılında Ehl-i Beyt muhibbi Yıldırım Bayezid zamanında "Nakîbü’l-Eşrâf Dairesi" kurulmuştur. İlk göreve, Bağdat’lı Seyyid Ali Natta getirilmiştir. Bu dairenin görevi, OsmanlI Devleti bünyesinde ne kadar kayıtlı seyyid ailesi varsa, onların kayıtlı defterlerini tutmaktır. Bu deftere; "şecere-i tayyibe" denmiştir. Ayrıca eyaletlerde de, nakîbü’l-eşrâf kaymakamları adı verilen vekiller bulundurulmuştur. (Erdoğan, a.g.m., s. 123) Türklerin din ve maneviyat tarihinde, Ehl-i Beyt soyundan gelen seyyid ve şerîfler, İslâm dinini tüm berraklığı ile yaşayan ve öğreten kişiler olmaları yönüyle, her zaman sevgi ve saygı görmüşler, etraflarına geniş kalabalıkları toplamışlardır.
Kültürümüzde Hz. Ali sevgisi
Hz. Ali (k.v.), sağlığında Hz. Muhammed (s.a.s.)’in övgüsüne mazhar olmuş bir sahâbî- dir.
Hz. Peygamber’in bu övgüsü, tekke ve dergâhlarda iyi algılanarak, Hz. Ali’ye karşı güçlü bir muhabbet beslenmiştir. Hz. Ali, İslâm Tasavvuf Düşüncesi’ni derinden etkilemiş bir sa- hâbîdir. Onun ilmi, ahlâkı, zühd ve takvâsı, yani ibadet hayatına verdiği önem, sûfiler tarafından örnek alınmasını beraberinde getirmiştir. Gerek Ahî, Bektâşî dervişleri, gerekse diğer tarîkat erbabınca, Hz. Ali’ye "Şâh-ı Ve- lâyet" ve "Sultân’ül-Evliyâ" lâkapları uygun görülmüştür. Âşık Vîrânî’ye göre, Hz. Ali’ye duyulan sevgi, Allah’ın inayetine sebeptir. Çünkü, velâyet kabzasını elinde tutan Hz. Ali, Allâh’a giden yolların öğreticisi olmuştur:
"Her kim ki sever cân ile Şâh-ı Velâyeti,
Hakk’ın anadır çünkim bilesin inâyeti." (Âşık Vîranî Divanı, haz. M. Halid Bayrı, İstanbul, 1957, Maarif Ki- taphanesi.s. 110)
"Haydar-ı Kerrâr" ve "Şâh-ı Merdân" sıfatlarıyla da anılan Hz. Ali, ilmi yanında cesaret ve şecaati ile de gönüllerde yer etmiştir. Onun İslâm’ın yayılması için canı ve malı ile gayret gösteren bir kişiliğe sahip olması, tâlip ve dervişlerin hayat anlayışlarını derinden etkilemiştir. Özellikle savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar, destanlaştırılarak dilden dile anlatılmış, kalplerde yer etmiştir. Yemînî, Fazî- letnâme’sinde onun İslâm’ın yayılması için yaptığı fedâkârlık ve kahramanlıkları şöyle dile getirmektedir:
"Nice putperest ehl-i zün- nâr (Hıristiyan),
Dîn-i Ahmed’e eylediler ikrar.
Nice ger zât kişi ateşperesti (Mecûsî),
Yıkıp tahtın yüzünü yere bastı.
Zülfikâr korkusundan ehl-i zünnâr, Muhammed dinine etmiştir ikrâr." (Yemînî, Fazîletnâme, İsmail Özmen, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, c. II., ss. 52-100, s. 92)
Hz. Ali, İslâm’ı, Arap yarımadasının dışına kadar götüren bir iman cengâveridir. Bu yönüyle, Allah uğrunda savaşan Yeniçeri’ye, bütün Gazî’lere ve Alp’lere örnek olmuştur. Hz. Peygamber ve Hz. Ali neslinden gelen Seyyid Battal Gâzî, Anadolu’yu Müslüman Türk’e açan yeşil sarıklı kahramanlardan birisidir.
(Seyyid Battal Câzî’nin menkîbeleri ile ilgili olarak bkz. Behçet Kemal Çağlar, Seyyid Battal Gâzî Destanı, İstanbul,
1968, Ak y.) Yemînî, Hz. Ali’nin sınır tanımayan mücâdele coğrafyasını şu satırlarda dile getirmektedir:
"Ne Türkistan kaldı ne Bedehşan, imana davet etti Şâh-ı Merdân.
Şehâdet getiren buldu necâtı,
İnanmayan gösterdi memâtı.
Muhammed dini ile tuttu kuvvet,
Küfür ehlinde hiç kalmadı kudret." (Yemînî, Fazîletnâme, s. 95)
Hz. Ali’nin kahramanlığını anlatan; "Lâ fetâ illâ Ali, lâ seyfe illâ Zülfikâr" metni, tekkelerde zevkle okunan Zülfikârnâme’lere "redif", Yeniçeri Ocağı’nın sancağına "sembol" olmuştur.
Vâhib Ümmî, Zülfikârnâme’sinde Hz. Ali’yi şu mısralarla methetmektedir:
"Varına kıldı nazar, ol Hâlik-ı perverdigâr, Zât-ı Hakk’ın emriyle Düldül’e oldu süvâr, Na’rasınun heybetinden kâfir oldu târumâr, Lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikâr." (Vâhib Ümmî, Dîvân, haz. Ali Torun, Ankara, 1987, Gazi Ü. S. B. E., Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, s. 340)
"Lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikâr" metnindeki "fetâ" (genç) kelimesinden türetilmiş olan fütüvvet, Ahîlik ve Bektâ- şîlik geleneklerinde temel anlayış hâline getirilmiştir. Fütüvvet kelimesi, Hz. Ali’nin cesaret ve kahramanlığı kadar, onun ahlâk ve fazîletini de temsil etmektedir. Ahî, Bektâşî Fütüvvetnâme ve Erkânnâme’lerinde fütüv- vetin on iki şartı olduğu ifade edilmiştir: 1. Eline sahip olmak, 2. Beline sahip olmak, 3. Diline sahip olmak, 4. Aşına sahip olmak, 5. İşine sahip olmak, 6. Eşine sahip olmak, 7. Sofrası açık olmak, 8. Alnı açık olmak, 9. Gönlü açık olmak, 10. Gazabını yutmak ,11. Gördüğünü örtmek, 12. Görmediğini söylememek.
(Bkz. İbrahim Arslanoğlu, Yazarı Belli Olmayan Bir Fütüvvetnâme, Ankara, 1997, Kültür Bakanlığı Yayını, s. 40; Şevki Koca, Melâmî-Bektâşî Metaforunda Irşâd Paradigması Mürg-i Dil, İstanbul, 1999, Nazenin Y., s. 231)
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî adlı eserinde, Hz. Ali’nin yüzüne tüküren düşmanını affetmesini tasvîr ederken, fütüvvet ahlâkını uzun uzun açıklar. Mevlânâ, Hz. Ali’ye hücûm ettiği halde mağlûb olan, sonra da yüzüne tükürdüğü halde Hz. Ali tarafından affedilen düşmanın hayret psikolojisini, yine onun dilinden şöyle ifade etmektedir: (Hz. Ali’ye hitaben) "Şendeki hilim kılıcı, canımızı kesti. Bilgi suyun da, tozumuzu ve toprağımızı temizledi." (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî, trc: Şefik Can, İstanbul, 2003, Ötüken Y., c. I, s. 240)
Hz. Ali’nin fütüvveti ile ile ilgili yaşanmış örneklerin sunulduğu en önemli eserler, kuşkusuz Cenknâme’lerdir. Cenknâmeler, tekke ve dergâhlarda, köy odalarında yoğun bir şekilde okunmuş, Hz. Ali’nin Islâm’ın yayılması için yaptığı mücadeleleri anlatan menkîbeler, insanlarımızın zihin ve gönüllerine kazınmıştır. Milletimizle özdeşleşmiş olan cesâret, kahramanlık, fedâkârlık ve vefâkârlık gibi duyguların gelişmesinde bu menkîbelerin tesiri büyük olmuştur. İnsanımızın zihninde Hz. Ali, din ve imanla özdeşleşmiştir. Onun ahlâkını örnek alanlar, örnek olmuşlardır.
Hz. Fatıma, Hz. Haşan ve Hz. Hüseyin sevgisi
İslâm dünyası dikkate alındığında, belki en çok Ahmed, Mehmed, Ali, Veli, Fatma, Haşan ve Hüseyin isimlerine Anadolu’da rastlanıl- maktadır. Bunun sebebi, Ehl-i Beyt sevgisinin milletimizin ortak paydası olmasıdır. Âşıklarımız, şairlerimiz güzel duyguları, güzel ahlâkı, iyilik, asalet ve fazileti, onların isimlerini ser levha ederek anlatmışlardır. Onlar masûmiye- ti, sadeliği temsil etmişler, gül-i Muhammedi’nin hoş kokusunu tarihin her sayfasına sindirmişlerdir.
Yunus Emre, gönlündeki Ehl-i Beyt sevgisini mısralara şu kelimelerle taşımıştır:
"Şehidlerin ser çeşmesi evliyânın bağrı başı,
Fatma ana gözü yaşı, Haşan ile Hüseyin’dir."
"Hazret Ali babaları, Muhammed’dir dedeleri,
Arşın iki gölgeleri Haşan ile Hüseyin’dir."
(Yunus Emre Dîvânı, Istanbul, 1954, Maarif Kitaphanesi, s. 274)
Ehl-i Beyt’i seven milletimiz, onlara yapılan haksızlıkları, en yakın akrabalarına yapılmış kabul ederek üzülmüş, Mersiye’lerin hüzünlü atmosferinde bu acıyı işlemiştir. Niyâzî Mısrî, Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyt’ine olan sevgisini ve onlara revâ görülen eziyetlere üzüntüsünü, şu satırlarda dile getirmektedir:
"Ol Haşan hazretlerine zehr içirdi eşkıyâ,
Hem Hüseyin oldu susuzluktan şehîd-i Ker- belâ,
İkisidir aslı nesli cümle âl-i Mustafâ,"
Ben anın âl’ine evlâdına kurbân olayım. (Niyâzî Dîvânı, Maarif Kitaphanesi, ts., s. 114)
Vîrânî Baba, Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt’e olan sevgi ve bağlılığını ifade ederken, âdeta bir ikrâr (söz) yenilemesi yapmaktadır. Onların sevgisinden uzak kalmayacağını, can-ı gönülden onlara bağlı olduğunu belirtmektedir: "Şehâdet vermişem ben Mustafâ’ya, Gulâmım cânu dilden Murtazâ’ya,
Ali evlâdının hak bendesiyem,
Muhibbem şah Haşan Hulki’r-Rızâ’ya." (Âşık
Vîranî Divanı, s. 31-32)
Vîrânî Baba, Ehl-i Beyt’in niçin sevilmeleri gerektiğini, onların niteliklerini de anlatarak gerekçelendirmektedir. Onları seven, ölse bile diridir. Onlar, her türlü güzel ahlâkın başı, Allâh’a götürecek yolun, ışık saçan kandilidir: "Şah Haşan Hulk’r-Rızâ’dan zâhir oldu her sıfat,
Hem Hüseyn-i Kerbelâ’dan keşf olur envâr- ı zât,
Nesl-i Şâh’ı sevdi her kim buldu mematta hayat,
Sevmişem cân u gönülden ben hem imamI Kâzim’l." (Âşık Vîranî Divanı, s. 72)
Yakın tarihimizin meşhur Mevlevî şairi Şeyh Gâlib, Allah’ın ve Hz. Muhammed’in sevgilisi, İlâhî sırların mazharı Hz. Ali’yi methederken, on iki imamların adlarını da saymaktadır:
Ey mazhar-ı hem muzhır-ı esrâr Ali,
İsnâ aşerin hayline serdâr Ali,
Anlar ki Hüseyn ü Mûsiy ü Ca’fer’dür,
İki Haşan üç Muhammed ü çâr Ali. (Şeyh Gâlib Dîvânından Seçmeler, haz. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1971, M. E. B. Yayını, s. 96)
Milletimiz Ehl-i Beyt’e, tarihten bugüne kadar büyük bir aşkla sahip çıkmıştır. Kültür atlasımız Ehl-i Beyt’i ve onların maneviyatını temsil eden, sembol ve motiflerle bezenmiş Ehl-i Beyt sevgisi, edebî metinlerde nakış nakış, ilmek ilmek işlenmiştir. Hz. Peygamber’in soyundan gelen seyyid ve şerifler baş tâcı edilmiş, İslâm’ın Türkistan’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan da Balkanlar’a kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılma sürecinde, onların peşinden gidilmiştir. Ehl-i Beyt’in diriltici, birleştirici ve kaynaştırıcı nefesi, tarihimizdeki sosyo-kültürel birlik ve baraberliğimizi, fetih ve zaferlerimizi hazırlayan en önemli unsur olmuştur. Hz. Muhammed’in ve Fâtıma ananın evlatlarına gösterilecek sevgi ve bağlılığın, geleceğimizi de aydınlatacağı muhakkaktır.