Makale

Kulluk Bilinci Dediğimiz Şey

Kulluk Bilinci Dediğimiz Şey

Yrd. Doç. Dr. Nihat Uzun
KTÜ İlahiyat Fak.

Kul olma hâli, sonsuz-sınırsız kudretin ve hikmetin sahibi Yüce Yaratıcı tarafından insana bahşedilen bir tür üst kimliktir. Bu sebepten olsa gerek ki Rasulüllah’ın vasıfları sıralanırken “kulu ve elçisi” denir. Kul olmak insan olmakla aynı anlamdadır. İnsan Allah’ın kuludur. Bu bilgiyi tasdik edip hayatın temeline yerleştirmek ve hayata buradan başlamak, Allah’ın varlığını tasdik etmek anlamına geldiği gibi insanın âlemdeki yerini de belirler. Yerini bilen insan haddini de bilir ki edep denilen şey tam olarak budur.
Kulluğun Arapça karşılığı ibadettir. Fakat ibadet denilince Müslüman bir fert olarak aklımıza gelen şeyler, kulluk bilincini tam karşılamaz. Bunun sebebi, ibadet kelimesinin bir çeşit anlam daralmasına maruz kalması ve Müslümanın ifa etmesi gereken belirli yükümlülüklere hasredilmesidir. Kuşkusuz namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ibadettir. Fakat ibadet sadece bunlar değildir. Esasında ibadet bütün bu yükümlülükleri ve bunların arka planında yer alması gereken şuur hâlini kapsayan, kuşatıcı bir kimliktir. Diğer bir ifadeyle ibadet, mümin kişinin bütün yapıp etmelerini dayandıracağı gerekçedir, hayat gayesidir. Bu sebeple Zariyat suresindeki, “Ben insanları ve cinleri sadece bana kulluk etsinler (li-ya’büdûn) diye yarattım.” (Zariyat, 51/56.) ayetini, akıl sahibi bütün mahlukatın her an kendilerini yaratan mutlak gücün farkında olmaya çağrılması olarak anlamak pek yanlış olmasa gerektir. Diğer yandan Allah böyle bir vazifeye çağırdığına göre insanı buna uygun bir donanımla yaratmış demektir. Nitekim medeniyetimizi var kılan klasik eserlerimizde İslam dini, akıl sahiplerini hüsnüihtiyarları ile bizzat hayırlara sevk eden vaz-ı ilahî olarak tarif edilir. Demek ki İslam dinine müntesip olmuş kimseler Allah’ın kendilerinde yaratmış olduğu o uygun donanımlarını güzelce kullanmak suretiyle serapa bir hayrın içerisine dâhil olmayı başarmış kimselerdir.
Kulluk bilincine ermiş olmak, birer yükümlülük olarak yerine getirdiğimiz farz, vacip, sünnet gibi ibadetlerimizin hayatın geri kalan kısmında uzantılar oluşturması demektir. Mesela namaz kılmak insanı kötülüklerden, çirkinliklerden alıkoymalı, oruç, zekât, abdest kişiyi yalandan ve dedikodudan uzak tutmalıdır. İbadet olarak yaptığımız her şey bir kötülüğü bertaraf etmeli, bir eksikliği tamamlamalıdır.
Allah Teala’nın bir lütuf olarak kullarına gönderdiği elçileri ve vahiyleri esas itibarıyla onların kulluk bilinci üzere olmalarını temin maksadıyladır. İnsanoğlunun kadim unutkanlığının en tehlikeli tezahürü herhâlde onun kulluk şuurunda ortaya çıkanıdır. İnsan kul olma hâlini unuttuğu zaman o boşluğu tanrılık vasfı doldurur. Biz Kur’an’ı okuyarak hem geçmişteki unutanları hem de bizim unutkanlığımızı hatırlarız. İnsanın kendi kulluğunu unutması Allah’ı unutmasıdır. Bu sebeple olsa gerek ki –Allahü a’lem– Haşr suresinde Allah Teala, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve her kişi yarın için ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun! Hiç şüphe yok ki Allah yapmakta olduklarınızdan en ince ayrıntısına kadar haberdardır. Allah’ı unutan, bu sebeple Allah’ın kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar yoldan çıkmış olanların ta kendileridir.” (Haşr, 59/18-19.) buyurur.
Son Elçi’nin getirdiği son vahiy bize geçmişin esaslı bir özetini verir. Bu özetin en güzel okunduğu surelerden birisi Şu’ara suresidir. Bu surede kavimlerine gönderilen bütün peygamberlerin onları şu ortak ilkeye davet ettikleri anlatılır: “Allah’a karşı gelmekten sakının ve O’nun elçisine itaat edin.” (Şu’ara, 26/107.)
Bu ilke, bütün çağlarda tekrarlanan, kulluğunu unuttuğu için Allah’a karşı gelmekten sakınmayı gündeminden çıkaran insanoğluna esaslı bir çağrıdır. Bu surede anlatılanlara göre peygamberlerin bu ilkeyi hatırlattıkları insanların kulluğu unutma tezahürleri farklı farklı olmuştur: Kimileri kendilerini putlara tapmaya adamış ve bu konuda aklını-mantığını ayaklar altına almış, kimileri kendilerini üstün insan sayarak, fakir ve kimsesizlerin tabi olduğu peygamberin çağrısına uymalarının mümkün olmadığını düşünmüş, kimileri dünyada ebedî kalacakları zehabına kapılarak alabildiğine dünyevileşmiş ve maneviyata, uhrevi işlere kulağını tamamen tıkamış, kimileri bağı bahçesi içinde mutlu bir hayat sürerken bu nimetleri vereni külliyen unutmuş, kimileri zikirden o kadar uzaklaşmış ki ahlaksızlığın sınırlarını zorlar hâle gelmiş, bir başka grup kul hakkı, insanları mağdur etmeme gibi meselelerin önemini hatırlatan elçiye “sen basbayağı büyülenmişsin” diyecek kadar kendini bilmez hâle gelmiş.
Bütün bunlar hiç şüphe yok ki sonra gelenlerce ibret nazarıyla değerlendirilsin ve gereken tedbirler alınsın diye anlatılır. Öyle görünüyor ki son peygamberin kavmi de nimetleri vereni unutmuş ve Kâbe’nin Rabbine ortaklar tayin etmiş idi. Bu sebeple Kureyş suresinde şu hatırlatmayı okuyoruz: “Kureyş’e kolaylaştırıldığı, evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş, 106/1-4.) Unutmamak gerekir ki Peygamber’in kavmi bir numunedir. Nimeti unutan, zikirden kopan ve bu geçici dünyayı hakikatin kendisi sanan ve böylelikle kaybeden insanlar tarihte hep olagelmiştir. Bu anlamda bugünü dünden farklı kılan bir şey yoktur. İbn Haldun’un sözleriyle “geçmiş ile gelecek suyun suya benzediğinden daha fazla birbirine benzer.” Değişen sadece manzaralardır, dış kabuktur. İçeriye bakıldığında insan aynı insan, hayat aynı hayattır.