Makale

Koyunu Güden Kurdu Görür

Koyunu Güden Kurdu Görür


İnsana en büyük emeği geçen anne-babasıdır. Anne-babanın emeği, parayla pulla ölçülecek bir emek değildir. Bu sadece Allah’ın ebeveynin gönlüne nakşettiği, içten gelen bir sevginin ürünüdür.


Mustafa Yavuz
Cide İlçe Müftüsü


İnsan, kendi kendine yetişip tek başına ayakta durması en zor olan ve en çok emek sarf edilen bir varlıktır. İnsan dışındaki bütün canlılar, birkaç gün veya hafta sonra kendisini meydana getirenlere ihtiyaç duymadan ayakta durabilmekte, basit ihtiyaçlarını görebilmektedir. Ancak insan farklıdır. Onun doğumu, büyümesi, tahsili ve yetişmesi büyük emekleri gerektirir. İnsana en büyük emeği geçen ise anne-babasıdır. Anne-babanın emeği, parayla pulla ölçülecek bir emek değildir. Bu sadece Allah’ın ebeveynin gönlüne nakşettiği, içten gelen bir sevginin ürünüdür.
Bu gerçeği bilen Mevlamız, bunca emeğin karşılığında evlatlardan bazı taleplerde bulunarak anne-babamıza nasıl davranmamız gerektiği hususunda Kur’an’da: “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: “Rabbim tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.” (İsra, 17/23.) demekte ve onların azarlanmamasını, “öf” bile denilmemesini ve onlara iyi davranmanın yanında ihtiyarlık dönemlerinde duanın onlar için dillerden eksik edilmemesini istemektedir.
Kur’an’da yapılan bu uyarılardan insanımızın şöyle veya böyle haberi vardır. Bununla beraber insanlar sanki bu uyarılar uzaylılara veya başka varlıklara yapılmış gibi gereğini yerine getirmemekte, anne-babasına gereken saygı ve hürmeti ihmal etmektedir.
Aşağıda anlatacağım hikâye gerçek hayattan alınmış, bizzat yaşanmış bir olaydır. İşin asıl vahameti ise beş vakit namazdan çıkmayan, her hafta cuma vaazlarını dinleyen ve defalarca anne-babaya karşı vazifeler konusunda vaaz dinleyen bir insanın duyarsız tavrıdır. İbret olması dileğiyle sizlere sunmak istiyorum.
Doksanlı yılların başı... Atanmış olduğum yeni görevimden dolayı heyecan içerisindeyim. Göreve başladığım yer, kasabaya 4 km. mesafede, kenarından çay akan iki vadinin yamacında kurulmuş küçük bir köy. İnsanların çoğunluğu emekli, küçük ölçekte fındık tarımı ve bahçe işleriyle uğraşmakta...
Hemen camiye yakın 100 metre ileride beş vakit cemaatim olan madenden emekli bir komşum var. Çocuklarını büyütmüş, emekli olduktan sonra onları maden kasabasında bırakarak şehir hayatının stres ve kargaşasından köyün sadeliğine sığınmış bir aile.
Evin reisi kimsenin işine fazla karışmayan, kendi hâlinde; camiden eve, evden işine giden, her gün kendine küçük meşguliyetler bulmasını ve onlarla oyalanmasını bilen bir kişi.
Hayat kendi hâlinde hızla ve neşe içerisinde akıp gidiyor. Ben de yeni yerimde görevime ısınmış, gelecekle ilgili yaptığım planlar, önümüzdeki aylarda yapılacak üniversite sınavına çalışmalar ve namaz arasında çoğunluğu yaşlı cemaatimle yaptığım sohbetlerle yaza hazırlanıyorum. Sessiz, kendi hâlinde, kavgası ve gürültüsü olmayan bir ortamda günler günleri kovalıyor.
Bir gün bu sessiz ve huzur dolu köyün sükûnetini bizim komşudan gelen bir gürültü, bağrışma ve kavga sesleri bozdu. Kendi hâlinde bir hayat süren komşum bağırıp çağırıyor, hakaretler ve küfürler havada uçuşuyordu. Namaz da yaklaşmıştı. Hızla abdestimi aldım ve biraz da merakın verdiği heyecanla caminin önüne koştum. Köyün huzur ve sessizliğini kendi hâlinde, kimsenin işine karışmamaya özen gösteren emekli komşunun itiş kakış ve bağrışmaları bozmuştu.
İyice yaklaştığımda gördüklerime inanamadım. Bizim sessiz komşu, evinin dış kapısında 90 yaşlarında, yılların verdiği yorgunluk belini kamburlaştırmış bir ihtiyarı, elinden tutarak kapı dışarı etmiş, ağır hakaretlere boğmuştu.
Yaşlı amca kimseye bir şey diyemeden, boynunu bükmüş bir hâlde önüne bakarak, gözlerindeki yaşı saklayarak, mahcup bakışlarla köyün bir km. dışındaki yalnız yaşadığı evinin yoluna koyuldu.
Orada bulunan ve bu olaya şahitlik eden cemaatimden birine sordum.
“Bu bizim komşunun azarladığı, dövmekten beter edip evinden attığı yaşlı amca kimdir?” diye. Dedi ki:
- O babası. Babasını pek sevmez. Evine almak istemez. Yaşlı amca bu oğlundan başka kimsesi olmadığı için evladının kendisine karşı tavrını bildiği hâlde, yaşlılığın verdiği yalnızlığın acısını bir an olsun hafifletebilmek için oğluna gelmiş. O da kabul etmeyip dışarıya atmış.
O günden sonra zavallı babasını, oğlunun evine gelmesi bir tarafa evinin yanında bile gören olmadı.
Çok şaşırmıştım. Nasıl olurdu. Rahmete vesile olması gereken, haklarında Allah’ın “Rahmet kanatlarını üzerlerine gerin ve onlara öf bile demeyin.” buyurduğu babaya böyle bir tavır nasıl takınılabilirdi.
Bu olay beni çok üzmüştü. Elimden de bir şey gelmiyordu. Ne yapıyorsun, diyecek oldum. Yapamadım. Babasına bu şekilde bir tavır takınan bu adam kim bilir bana nasıl davranırdı.
O hafta cuma gününü iple çektim. O cuma anne-baba hakkından bahsedecek, katı yüreklerin incelmesi için çağrıda bulunacaktım. İşte cuma gelmişti. Camiye ilk gelenlerden birisi de babasını dışarı atmaktan hayâ etmeyen komşumdu. O gün artık ayet, hadis ne varsa, hepsini hatırlattım ve konuşmamı “Anne-babanın rızasının cennet, onların rızasının olmadığı yerde de cehennem olduğu” hadisiyle bitirdim.
Bir nebze olsun insani ve vicdani görevimi yapmanın verdiği rahatlama ile cumadan çıktık. Bir de ne göreyim! Beni kapının önünde babasını dışarı atan komşum beklemesin mi? Galiba dersini aldı, yanlış yapmıştım, babamı çok kırmışım, hemen ondan özür dileyeceğim, hocam Allah senden razı olsun, türünden konuşmalar beklerken, “Hocam Allah razı olsun, çok güzel anlattın, demesin mi?”
Ben havanda su dövmüştüm. Hiç üzerine alınmamıştı. Anlatımın güzelliğine vurulmuş ama manasını hiç düşünmemişti. Sanki ben bir duvara veya taşa konuşmuştum. Babasını dışarı atan o değilmiş, hiçbir şey olmamış gibi davranmıştı. O zaman insanların baktıkları hâlde göremediklerini, duydukları hâlde işitemediklerini ve hiç kimsenin kabahati ve yanlışı kabul etmediğini anladım.
Birkaç gün sonra yaşlı amcayı gördüm.
“Üzülme, boş ver, aldırma” gibisinden teselliler vermeye çalıştım. O güngörmüş, yaşadığı her günün izleri yüzüne bir çizik atmış olan adam o güne kadar hiç duymadığım atasözüyle:
-Boş ver hocam! “Koyunu güden, kurdu görür” dedi. “Ne ekersen onu biçersin” anlamına geliyormuş. Kimseye soramadım ama o günden beri hâlâ düşünmekteyim. Acaba ne demek istemişti. Ben babama yaptım, o da bana mı? demek istemişti. Yoksa aldırma, bir gün gelecek aynısını yaşamaktan kaçamayacak mı?