Makale

Bireyselleşme ve Değerlerimiz

Bireyselleşme ve Değerlerimiz

Prof. Dr. Ertuğrul Yaman
Yıldırım Beyazıt Üniv. İnsan ve Toplum Bil. Fak. eyaman@ybu.edu.tr

Yüce Mevla, insanı çok özel ve özenle yaratmış; birçok güzel özelliği de ona bağışlamıştır. İnsanın, insanlıktan “kâmil insan” makamına yükselişi ve “adamlık” vasfını kazanabilmesi için, Yaratıcıyla, çevresiyle ve diğer canlılarla sağlıklı ilişkiler kurması gerekiyor. Demek oluyor ki hayatımız, başkalarının hayatlarıyla çok yakından bağlantılıdır. Dolayısıyla, insanoğlu toplu yaşamaya uygun bir şekilde yaratılmıştır. Yani; birlikte yaşama ihtiyacı insanda fıtri bir duygu ve zarurettir.
Ne var ki insanoğlunun nefsi, her şey benim olsun ister. Kâinat, âlem, şu dünya herkese yeter de misli misli artar ama gözümüz aç olduğu içindir ki kimseyle paylaşmak istemiyoruz. Oysa yaşadığımız hayattan lezzet alabilmek için; feragati, paylaşmayı, diğerkâmlığı ruhumuza sindirmiş olmamız gerekiyor. Bencil, açgözlü, duyarsız, umursamaz, vurdumduymaz insanların, bırakınız başkalarını iyiye güzele yönlendirmeyi; kendilerine dahi faydaları yoktur. Olamaz da!
İnsanoğlunun mayasında duygular var, âlâdan âlâ duygular var, âdiden de âdi. Kanaatimce insanda var olan kötü ve çirkin duygular içinde en kötüsü “kibir”dir. “Benlik, bencillik, kendini beğenme, başkalarını küçük görme, enaniyet, egoizm ve megolomani” gibi değişik adlarla ve farklı tarzlarda kendini gösteren bu hastalık, bir insanda varsa, o duygu, onu yer bitirir.
Kibir duygusunun temelinde kendini beğenme, doğal olarak da başkalarını hor görme düşüncesi yatar. Kibirli, kendini seçkin insan olarak görür, özel olarak üstün yaratıldığına inanır. Başkaları yalnızca ona itaat ve hizmet etmekle görevli “köle”lerdir. O, hep kendini düşünür. Tek derdi nefsini tatmin etmektir. İster ki etrafında hep “yalakalar, yağcılar, goygoycular ve meddahlar” olsun. Olsun ki onun boş ve nahoş ruhuna su taşısınlar! Onun gönlünü eğlendirsinler! Herkes ona hizmet etsin! En belirgin özellikleri, başkalarının sırtlarından geçinmektir. Başkalarının sırtından geçinmeyi, marifet sayar, fırsat buldukça bununla da övünürler.
Kibirli bir insan, kendini beğenerek kendisine iyilik yaptığını düşünür. Ancak, aslında en büyük kötülüğü yine kendine yapıyordur. Kibir, gerçekte bir hastalık hâlidir. Her kalp onu taşıyamaz. O duygu, hamalında mutlaka bir araz bırakır. Yürekleri zaten hasta olan bu insanların tez zamanda bedenleri de hastalığa yakalanır.
Hayat pazarı, aslında alışveriş ve paylaşımdan ibarettir. Eğer paylaşılmazsa, hayatı omuzlamak o kadar da kolay olmayabilir. Oysa sıkıntı, zorluk ve dertler paylaşılınca ne de kolay yok ediliyor. Dünya tarlasının her tarafını çitle çevirip “Rabbena, hep bana” diyenler, hak hukuk tanımazlar, modern hokkabazlar elbette yaptıklarına öylesine kılıflar hazırlamaktalar ki, bazen onlar karşısında nutkumuz tutulmakta. “Minareyi çalan kılıfını hazırlar” sözündeki gibi, modern düzenbazlar, kusurlarına çok mantıklı ve akıllıca gerekçeler uydurmakta çok da mahirler!
Dilimizdeki kavramlar bile ruh dünyamızdaki aşınmayı ortaya koyuyor. “Bencillik” var da neden “sencillik”, “sizcillik”, “onculluk” yok! Gerçekte bu kavramlar zihnimizde var. Ama kullanmaya kullanmaya unutmuşuz. Üstüne üstlük çağdaşlaşma adına “bencillik”, “egoizm” gibi kavramlar inadına körüklenmiş. Dilimizin eski dönemlerinde “hodkâmlık” (bencillik) yanında “diğerkâmlık” (diğercilik) da vardı. Kendimizden önce başkalarını düşünme, daha övülesi bir davranıştı.
Şimdilerde ise, en yakınlarını bile, küçük bir menfaat uğruna ezip geçenler öylesine çoğaldı ki endişe etmemek elde değil. Bu durum, ruh dünyamızdaki aşınmanın ve yozlaşmanın da diğer bir göstergesidir. Nitekim nüfusumuz arttıkça daha da yalnızlaşıyoruz. Cemiyetçilikten ferdiyetçiliğe, toplumculuktan bireyselliğe hızla kaymaktayız.
Yalnızlaşmanın kötü sonuçlarını, teknolojik olarak gelişip de insani ve toplumsal değerleri ciddiye almayan kimi toplumlarda açıkça görmek mümkündür. Kendine dahi yabancılaşan bu tür ülkelerin bireyleri, zevküsefanın son raddesine kadar ulaşmasına rağmen; sevgi, saygı, dostluk, kardeşlik bunalımına düşmekte; hatta çoğunlukla intihara sürüklenmektedirler.
Bedenî ihtiyaçları karşılamak, genellikle mümkündür. Ruhi ihtiyaçlar ise, gerçekte çok daha kolay karşılanmasına rağmen yetersiz kalmaktadır. Ruhun en temel ihtiyaçları sevgi, saygı, güven, hoşgörü, kanaat vb. soyut kavramlardır. Bunlar ise, bizlere diğer insanlardan gelmektedir.
O hâlde sevelim ki sevilelim. Sayalım ki bize de saygı duyulsun. Güvenelim ki bize de güvenilsin. Şefkat, kanaat, feragat duygularını yaşayalım, yaşatalım ki aradığımızda yanı başımızda dostlarımızı bulalım.
Her tarafta bencillik kol geziyor. “Ben”in yerine “biz”i koymadıkça ne bireysel mutluluğu ne aile saadetini ne de toplumsal huzuru yakalayabiliriz. İnsanın bu kadar yalnızlaşması, tabiatına uygun değildir. İnsan, toplumsal bir varlıktır. Yalnız yaşaması bedenen ve ruhen mümkün değildir.
İnsanoğlunun ilk ve en önemli hayat okulu olan ailede, yukarıdan beri saydığımız toplu yaşama değerleri yerine bireysellik ve bencillik duyguları ikame edilmişse toplumun vay hâline! Nitekim aile, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşmanın zirvesidir.
Akşam erken gelenin mutfakta “bir şeyler” atıştırıp, açlığını yatıştırıp köşesine çekildiği, sanal dünyaya dikildiği bir ortama aile değil, ancak ve ancak ortak otel denebilir. İnsanı insan yapan, ailevi değerleri ve orada yaşadıklarıdır. Değerleri olmayan ailelerden değerli bireyler de yetişmeyecektir. Hâsılı, aile bir okuldur ve çok değerlidir.
Derviş kaşıkları

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine; “Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?” “Bakın göstereyim” demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyundaki kaşıklar.
Ermiş; “Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz” diye bir de şart koymuş. “Peki” demişler içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. Bunun üzerine “Şimdi…” demiş ermiş, “Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.”
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. “Buyurun” deyince her biri uzun boylu kaşığı çorbaya daldırıp, sonra kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını.
Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan. “İşte” demiş ermiş, “Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında alan değil veren kazançlıdır her zaman…”