Makale

Stres ve Önlenmesinde Dinî Hayatın Etkisi

Stres ve Önlenmesinde Dinî Hayatın Etkisi

Gerekli gereksiz, sayısız meşguliyetler icat edip hepsinin üstesinden gelmek zorunda olduğumuza kendimizi inandırdık. Ruhumuz ve bedenimiz sürekli gerilimler içinde. İşte stres dediğimiz rahatsızlık bu hâlin bir sonucu.

Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Çağdaş dünya şimdiye kadar görülmemiş biçimde meşgul; âdeta başını kaşıyacak vakti yok. Hayatı bir koşuşturma diye tanımlamak mecazi olmaktan çıkıp hakikate dönüşmüştür artık. Küçülen dünya üzerinde hareketlilik nerede ise engel tanımaz hâle geldi. Son derece karmaşık bir ilişkiler ağı ortaya çıktı. İnsanda fıtraten var olan mal hırsı ve doyumsuzluk damarı, özel iktisadi felsefeler ve kişilik geliştirme telkinleri ile körüklenip semirtilince ruh kimyamız bozuldu. Dünya hevesi karşısında isteklerin kontrol edilmesi iyice zorlaştı. Kendini oyuna kaptıran çocuk gibi zamanın nasıl geçtiğini anlayamaz olduk. Hayat elimizde bir oyuna dönüşürken bizi de âdeta kendine oyuncak yaptı. Gerekli gereksiz, sayısız meşguliyetler icat edip hepsinin üstesinden gelmek zorunda olduğumuza kendimizi inandırdık. Ruhumuz ve bedenimiz sürekli gerilimler içinde. İşte stres dediğimiz rahatsızlık bu hâlin bir sonucu. Gündelik hayatımızda sıkça kullanır olduk bu kelimeyi. Artık “çocuklar bile stres atmaktan bahsediyor.” (Nevzat Tarhan, Mutluluk Psikolojisi, 7. Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul 2005, s. 15.)
Bu olumsuz tablonun her parçasının kendi şartları içinde bir şekilde dünyevileşme olgusu ile ilişkili olduğunu söylemek mümkün. Dünyevileşme, geniş bir bakış açısı ile tanımlandığında varlığı anlamlandırmak noktasında gözün gördüğünden öteye geçememenin sonucudur, denilebilir. Bu noktada her şey madde ve maddi olandan ibaret kalır. Ruhi ve manevi olan, hayatın çok dar bir alanına sıkışıp kalır ya da varlığını tamamen kaybeder. Bu ruh hâli içindeki kişi için, ölümün ve diğer endişelerin sebep olacağı gerginlik, hayatı çok kere çekilmez kılar. Bu çekilmezliği halının altına süpürebilmek uğruna takılan maskeler ve oynanan “rol”ler işi daha da zorlaştırır. Bu durum, “Ancak, insan tarafından kendi cismani varoluşunun tabi olduğu kanunlar hayat kanunu olarak kabul edildiği zaman başa gelir.” (Tolstoy, Hayat Üzerine Düşünceler, Türkçesi; Ahmet Mithat Rifatof, Kaknüs Yay. 7. Baskı, İstanbul, 1999, s.189.)
Buna karşılık inanca dayalı hayat çok daha “yaşanabilir” bir hayattır. Allah’a iman etmek, O’na güven duymayı da beraberinde getirir. Hayat verip yaşatan, darda kalındığında rahmeti ile imdat eden yüce varlığa yönelmek, istekleri ve sıkıntıları O’na arz edebilmek insan için büyük bir huzur kaynağıdır. İnanmış bir yüreğin tüm içtenliği ile “Rabbim!” dediği anda duyduğu sükûn, huzur ve güven nice ruhi gerginlikleri çözüp yok eder. İnançsız yüreğin ise tutunacak bir dalı yoktur. Güvenebileceği her şey kendisi gibi sonlu, zayıf ve çaresizdir. Sonucu yokluk olan hayat acı, aşılması imkânsız yokuşlarla dolu, sıkıcı ve bunaltıcı bir hayattır. (Taha, 20/124.) Kur’an, dünyevi hırs, zevk ve arzulara odaklanmış, madde ötesini ihmal etmiş böyle bir hayatın oyun ve eğlenceden başka bir şey olmadığını vurgular. (Hadid, 57/20.) İman ve onun gereklerinden uzak bir hayatın sıkıntılarla, olumsuzluklarla yüklü olacağına dikkat çeker. (En’am, 6/125.)
“Allah’a, kadere yahut da kâinattaki düzene olan inanç, karşılaşılabilecek en kötü tecrübelerin bile anlamının olduğunu öğreterek kişinin ümidini kaybetmesine engel olacaktır. Bu durumlarda harekete geçmek için gerekli görülen ümit, psikolojik güç kaynağıdır. Çünkü inanç sahibi kişi nihai iradenin iş başında olduğuna gönülden inanmaktadır.” (Filiz Tekin, Stresle Başa Çıkmada Din Eğitiminin Rolü, Basılmamış Doktora Tezi, Konya, 2005, s. 24.) “Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28.) anlamındaki ayet bu konuda söylenebilecek her şeyin özü ve özeti niteliğindedir.
Allah’ın kulunu yalnız bırakmayacağı, darda kaldığında onun imdadına yetişeceği inancı iç rahatlığı ve huzur sağlayıcı önemli bir etkiye sahiptir. Firavun’a tebliğ ile görevlendirilmesi üzerine karşılaşacağı zorlukları önceden kestiren Hz. Musa’nın ciddi bir ruhi gerginlik yaşadığı anlaşılıyor. Ancak o bu gibi durumlarda baş vurulacak mercii bilmektedir. Şöyle dua eder: “Rabbim! Gönlüme ferahlık ver. İşimi bana kolaylaştır.” (Taha, 20/25-26.) İşte bu noktada, din duygusunun belli başlı yansımalarından olan duayı stresle başa çıkma yolunda önemli bir araç olarak tespit etmek gerekiyor.
Allah’a inanıp güvenen, dinin öngördüğü ahlaki hayatı yaşayan kimseler strese sebep olan birçok etkeni devre dışı bırakmış olacaklarından ruh sağlıklarını koruma altına almış, psikolojik kökenli pek çok hastalıktan kendilerini korumuş olurlar. Biyolojik yapımızın gereği olarak bazı hastalıklara yakalananlar ise ruhi çöküntü içine düşmezler, hayata tutunma çabaları sürer.
Geleneğimiz içinde, adı konulmamış dünyevileşme eğilimlerine karşı, Allah’a muhtaçlık bilinci içinde O’na bağlanmak anlamındaki “fakr” anlayışı önemli bir yere sahiptir. Fakr bilincindeki insan, dünyaya ve dünyalıklara sadece gereği kadar değer vererek hayatın merkezine ilahî rıza hedefini yerleştirip Allah’a sonsuz bir güvenle bağlanır. Çünkü maddi olana muhtaç olmaktan kurtulup, gerçek ihtiyacımız olan şeyin ilahî rıza olduğunu kavramıştır. Stresin kıskacından kurtulma yolunda bu tür bir hayat algısına çok ihtiyacımız var. Bu ihtiyaç giderilirse ötesi çorap söküğü gibi gelir. Hırslarımız dizginlenir. Mutlak hakimiyet ve mutlak kudret sahibini tanıyıp ona bağlanınca; bütün isteklere bir çekidüzen verilir ve “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun.” (Yunus Emre) deriz.
Hayata bu pencereden bakabilmenin ruha vereceği enginlik ve dinginliği tasavvur etmek zor olmasa gerektir. Bu bakış açısını yakalayınca, geçici ve sonlu olanla ebedî ve sonsuz olanın farkını kavramış olacağımız için stres üreten pek çok etken bize yabancılaşacak, ölüm olgusu bile gerçek anlamını bulmuş olacaktır.
Evet, ölüm korkusu stres üreten korkular içinde en etkili olandır. Gerçekten, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) de ifade buyurduğu gibi “ölümde korku ve dehşet vardır.” (Nesai, Cenaiz, 6.) Ancak, ölmemek mümkün olmadığına göre, hayatın anlamını kavrayıp, ölüm ötesini planlayabilmek ölüm korkusunu yenmenin tek yolu olarak kalmaktadır. Kur’an ölümün tabii ve kaçınılmaz bir süreç olduğunu; onun bir yok oluş değil, ebedî hayata geçiş olduğunu bildirir. Ebedî hayata hazırlanmayı teşvik edip, mükâfatlar vaat ederek insana çıkış yolunu gösterir. Bu eğitimden geçen insan için “Ölüm korkunuz, kendisine şeref payesi vermek üzere elini uzatan hükümdarın huzurunda duran çobanın titreyişinden başka bir şey değildir.” (Halil Cibran, Ermiş, Türkçesi; İlyas Aslan, Kaknüs Yay., 4. Baskı, İstanbul 2007, s. 105.) yargısı tam yerini bulmuş olur.
Korku gibi, öfke de ruh dengesini bozucu, stres yapıcı etkiye sahiptir. Bu noktada Kur’an’ın, öfkeyi yenip, bağışlayıcı olmayı övgüye layık davranış olarak sunması (Âl-i İmran, 3/134.), ruh sağlığını koruyucu bir ilkeye işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir.
Din, insanlar arasında sağlıklı ilişkiler geliştirecek ahlaki ve hukuki ilkeler getiren bir kaynak olması ve süreç içinde yitirilen değerlerin yeniden kazanılmasını sağlama özelliği ile insan ruhunu yıpratan gerginlikleri önleyici bir rol oynar. “Dünyayı değiştirmek mi, kendini değiştirmek mi gibi bir soruya; “Belki her ikisi, ama önce kendini değiştirmek” şeklinde verilecek bir cevap yanlış olmasa gerek. Bu sırf değişim olsun diye değil, kişinin insani ve ahlaki niteliklerinde ortaya çıkan yıpranmaların telafi edilmesine yönelik pratik yararı olan bir değişme olacaktır. Bu değişim sayesinde kişi, ruh dengesini bozan, kendisini bunalımlara ve açmazlara sürükleyen birtakım etkenlerden de kurtulmuş olacaktır. İslam büyüklük olgusunu Allah’a has kılarak insanların büyüklenmelerini, gurur ve kibire kapılmalarını ahlaka aykırı davranışlar listesine ekler. Eric Hoffer, “Gurur, zayıf adamın güçlü taklidi yapmasıdır.” (Tarhan, s. 25.) der. Dolayısı ile bu davranış biçimi strese sebep olan en sinsi etkenlerden biridir, denebilir. Zira ömür boyu olmadığı şekilde görünmeye çalışan bir insanın farkında olmasa da bir iç gerginliği yaşaması kaçınılmazdır. Kibirlenmekten vazgeçilmesi hâlinde kişi böyle bir baskıdan kurtulmuş olacaktır.
Bir vadi dolusu altınımız olsa ikincisini de isteyecek bir yaratılıştayız. (Müslim, Zekât, 40.) Mal hırsı hepimizde potansiyel olarak vardır. Üstelik yaşlandıkça daha da artar bu hırs. (Tirmizi, Zühd, 28.) Bazı kimselerin elindeki imkânlara bakıp, onlara mutlaka sahip olmak arzusu sıklıkla görülen mal hırsı şekillerindendir. Hak etmediğine göz dikme yönelişini besleyen kaynak da burasıdır denilebilir. “Herkesten daha başarılı olmak, çok başarılı olmak için, üzerine düşenden/gerekenden fazla çalışan, zaman kullanımını fiziki ve ruhi şartları aleyhine işleten aşırı hırslı kimselerde tükenmişlik duygusu ortaya çıkar. (bk. Acar Baltaş-Zühal Baltaş, Stres ve Başa Çıkma Yolları, Remzi Kitabevi, Yirminci Basım, 2002, s. 77.) Bunun için Kur’an, insanlara verilen farklı imkânların esasen birer imtihan vesilesi olduğuna dikkat çekerek ne olursa olsun, benim de olsun gerginliğini yasaklar. (Taha, 20/131.) Nitekim rızık için çalışmak Müslüman için farzdır, fakat rızık endişesine kapılmak yasaktır. Çünkü birincisi sebeplere tevessül noktasında asli bir görev olurken (Taha, 20/131.) ikincisi, Allah’ın “Rezzak-ı âlem” olduğu inancına halel getirir.
İman ve onun yansıması olan dinî hayat, insanın yaratıcısı ve çevresi ile uyumlu hâlde yaşamasıdır. Bu uyumluluk sevgi dediğimiz o harika duyguya sahip kılar insanı. (Meryem, 19/96.) Yüreğine sevginin hâkim olduğu bir kişinin dünyasında stres ve bunalım gibi olumsuzluklar kalıcı olarak yer bulamaz