Makale

Kâbe'nin dayanılmaz cazibesi

Kâbe’nin dayanılmaz cazibesi

Kuddusi Doğan / Nurdağı Müftüsü

"Kâbetullâh ile ey dil sanasın mülk-i cihân
Bir kara benli güzel mahbûba dönmüşdür hemân."
Taşlıcalı Yahya

(Ey gönül, şöyle tasavvur et ki, Allah’ın Kâbesi ile dünyanın bütün varlığı kara benli güzel bir sevgiliye dönüşmüştür.)


-Şu önümde duran Kâbe’nin hiçbir mimârî özelliği ve sanatsal değeri olmadığı halde, insanlar neden onu seyretmeye doyamazlar?
-Neden gözlerini ayıramazlar ondan?
-Hergün tavaf edip, önünde namaz kılmalarına, uzun uzun bakmalarına rağmen neden hep "doyamadık" derler?
-Eni-boyu 11x12 metre ve yüksekliği 13 metre, yani en fazla 3 katlı, balkonsuz ve penceresiz bir bina görünümündeki bu yapı neden insanların gözünde bu kadar azametli durur?
-Tamamen bir taşlık-kayalık olan ve hiçbir şekilde ziraate, tarıma elverişli olmayan, hiçbir turistik değer taşımayan Mekke arazisi bunca kitleleri nasıl çeker kendine?
-Şu Mina... Şu Müzdelife... Ne bir mesire yeri olur ne de bir akar su bulunur... Ne bir deniz sahiline benzer ne de yeşillik bir yaylaya... Peki bu insan seli burada ne arar?
-Her türlü sıkıntı ve zahmete karşın neden her hacca giden bir daha, bir daha ister? Neden?

Bu yıl hac sırasında günlerce Kâbe’de, Mekke’de bu sorulara cevap aradım durdum.
Bir hayli dünyevîleşmiş ve sekülerleşmiş günümüz insanının gözüyle bu manzaraya bakarsanız, bu soruların cevabı elbette akim kalacaktır. Çünkü pragmatik bir getirisi yoktur buranın. Hele hele binlerce kilometreyi katedip gelen ve kucak dolusu para harcayan, zahmet çeken ve bu arada hasta olan, hatta ölen bu insanların durumu biraz da abes görünebilir. Ama hayır hayır... Bu soruların elbette cevabı var ama bir başka pencereden bakmak lazım.

Efendim, Hac ibadetinin hikmetleri, Hz. Âdem’in, Hz. İbrahim ve İsmail’in, Hacer’in ve nihayet insanlığın son kılavuzu Hz.Muhammed (s.a.s.)’in hatıraları, Kur’an’da geçen bölgeyle ilgili bir dizi âyet-i kerimenin izahı uzun mesele... Coğrafyanın İslam tarihi açısından değeri ve kutsiyeti sayfalarla anlatılamaz. Bütün bunları da hesaba katarak ben sözü kısa tutmak için gördüğüm manzarayı şöyle yorumladım: Sanki Yüce Allah yeryüzünün bu parçasına vaktiyle bir parmak bal sürmüş, insanoğlu bu balın etrafında dolanıyor, dolanıyor, dolanıyor... Ne o bal bitiyor ne de etrafındakiler doyuyor... Ondan gerçekten ilâhî bir tat alıyor, lâhûtî bir koku alıyor. Kâbe’yi ilk gören kişi sanki yıllarca aradığı, hasretini çektiği sevgilisini görmüş gibi bir heyecana kapılıyor. Ziyaretçi onda kendisinin de izah edemediği bir cazibeye kapılıyor. Hatta sanki Elest Bezmi’nde verdiği sözü hatırlayarak ,"İşte sana, senin kapına geldim Yâ Rabbî diyor. Yoksa hiçbir dünyevi menfaat bu kadar insanı buraya toplayamaz.

Velhasıl söz dönüp dolaşıp şuraya geliyor: Allah ne büyüktür!
Bir an farzedelim ki Kâbe-i Muazzama çok güzel ve münbit bir ovada, yeşillikler içinde veya bir deniz sahilinde olsun, etrafından şırıl şırıl nehirler aksın. Acaba o zaman Allah’ın büyüklüğü bu kadar aşikâr hissedilebilir, bu kadar kolay anlaşılabilir miydi? Veya mü’min böylesine bir marifete erişebilir miydi?

Türkiye’ye döneceğimiz gün bile veda tavafını yaptıktan sonra, artık kimse otelden ayrılmasın, kimse Harem’e vs. gitmesin, kaybolmasın diye sıkı sıkı tenbihte bulunmamıza rağmen o dönüş telaşesinin içinde bazı hacılarımızın, "Hocam, daha vakit var, izin verin bir kere daha Kâbe’ye varıp geleyim" şeklindeki isteklerine muhatap olunca, Taşlıcalı Yahya’nın yukarıya aldığımız beytini hatırladım.

Demek ki, şairimiz Kâbe’yi ve onun o ilâhî câzibesini güzel bir sevgiliye benzetirken gerçekten mübalağa etmemekte ve demek ki, bağrı yanıkların gönlü gerçekten ferman dinlememektedir.