Makale

Dünya Malını Kapışanlar Kimler?

Dünya Malını
Kapışanlar Kimler?
Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Kur’an’da değişik ayetlerde kadim toplulukların dinî rehberlerinin birçok zaaflarına temas edilir. Kitab’ı tahrif etmeleri, yaptıkları yorumları ilâhî kelâmın kendisiymiş gibi göstermeleri, ondaki gerçekleri gizlemeleri, itikâdî sapmaları, Hz. Peygambere karşı haset ve düşmanlık gütmeleri, dinî öğretileri tebliğ etmemeleri, onları pratik hayatlarında uygulamamaları vs. bunlar arasında zikredilebilir. Özellikle Kur’an onların dinî ve ahlakî bir zaafına temas eder ki, belki de bu içerisinde bulundukları bütün yanlışlık, sorumsuzluk ve sapmaların temel kaynağını oluşturur. Bu da baştaki ayet mealinde beyan edildiği üzere, onların uhrevî, eşsiz hazları ve özlemleri bir tarafa bırakmaları ve dünyaya karşı olan aşırı tamah ve tutkunluklarıdır.

Ayeti özelde din adamları bağlamında değerlendirmemizin sebebi, girişte “Kitab’a vâris olanlar” ifadesinin geçmesidir. Bu ifadelerin genele yönelik yorumlanması mümkündür. Ancak Kitab’ın korunması, yani doğru bir şekilde anlaşılması ve uygulanması, esas itibariyle din bilginlerinin sorumluluğuna bırakıldığına göre, ayet okunduğunda, ilk akla gelen kesimin bunlar olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim ayetin devamında, bu kimselerin kitabı okuyup öğrenmelerinden söz edilmektedir. Dolayısıyla buradaki ibarelerin, özelde din bilginlerinin dünyevîleşme temayüllerine atıfta bulunduğu daha makul görülmektedir. Ayrıca ayetin tefsirine baktığımızda bu yorumu destekleyecek açıklamaların yapıldığını tespit ediyoruz. Meselâ müfessir Zeccâc, ayette geçtiği şekliyle değersiz dünya menfaatine bu kimselerin kendilerini kaptırmalarını, rüşvet karşılığında yanlış ve adaletsiz hüküm vermeleri şeklinde tefsir etmektedir. (Me’âni’l-Kur’an, II, 388)

Aslında dünyevileşmeyi kadim dinî topluluklara mahsus bir özellik olarak da görmemek lazımdır. Aksine bu her zaman ve zemindeki toplumların maruz kalabilecekleri ahlâkî bir zaaf olarak kabul edilmelidir. Nitekim yaşadığımız modern dünya görüşünün en bariz özelliklerinden biri de bu değil midir? Yani manevî değerleri öteleyip maddî değerleri öncelemek, onları hayatın merkezine alarak bütün insanî ilişkileri ona göre düzenlemek. Bu toplumun diğer katmanlarında olduğu gibi, manevî değerleri hayat felsefesi hâline getirmesi gereken din görevlilerinde de zaman zaman görülebilmektedir. Böylece toplumun önünde dünya ötesi ebediliklere ve aydınlıklara ışık ve öncü olması gereken din rehberleri, ne yazık ki asıl misyonlarını kaybetmekte, kısa vadeli maddî çıkarlara, bedensel hazlara bağlı dünyevî hedeflerin kıskacında âdeta bir tükenişe sürüklenmektedirler. Başka bir söyleyişle, uhrevî nihayetsiz güzelliklere kılavuz olması gereken din büyükleri, maddî değerleri önceleyen hayat tarzına kendilerini kaptırdıkça, izzet ve onurlarını kaybetmekte, sıradanlaşmakta hatta yok oluşa maruz kalmaktadırlar.

Ayette görüldüğü üzere, onlar Kitab’ın varisleri olmalarına rağmen dünya metaının geçici cazibesine kendilerini kaptırmış, dolayısıyla ruhânî zevklere iştiyakı ve sonsuzluklara kanat çırpma arzularını yitirmişlerdir. Bu hâlleriyle, ilâhî buyrukları yaşama konusunda lâkayt, derunî hayatın bin bir renkteki güzelliklerine ilgisiz bir tutum içerisine girmişlerdir. Yani onlar, gösteriş ve şatafata düşkün, riyasete meraklı, dolayısıyla manevî ve ahlâkî olgunlaşmaya arkalarını dönmüş, ötelerden gelecek ilham esintilerine kendilerini kapamışlardır. Mal-makam sevgisi, bedenî hazlar, kısa vadeli hesaplar, esas maksat ve arzuları hâline gelmiştir. Kısaca ruh dünyaları çoraklaşmış, kendileri ilâhî sevgiyi kaybettikleri gibi başkalarına da bu konuda kötü örnek olmuşlardır. Şu halde İlâhî Kelâmın izleyicileri olmaları, şekli bir mensubiyet, ruhsuz ve içeriksiz bir aidiyetten öteye geçememiş, aksine onun maddî ve manevî bir istismar aracı olarak kullanılmasına yol açmıştır.

Dünyanın geçici zevklerine karşı olan bu tutkunluk manevî körlüklere de sebep olmakta böylece, “Biz nasıl olsa affedileceğiz” yanılgısına kendilerini kaptırmaktadırlar. Aslında bunun tersini de düşünmek mümkündür; yani kurtuluşa erdikleri ve affedilecekleri aldanışına maruz kalmaları, dünyaya olan bağlılıklarını da tahrik edebilmektedir. Ayette “Kendilerine benzer şekilde bir dünya menfaati daha gelse onu da kapışırlar.” ifadelerinin iki defa tekrarlanması, dünya hırsının onlarda hangi boyutlara vardığını göstermesi açısından önemlidir sanırım. Böylece din öncüleri olması gereken kimseler maddî çıkarları esas amaç hâline getirmiş, bireysel ve toplumsal faaliyetlerini kısa vadeli çıkar hesaplarına göre düzenlemişlerdi. Sonuçta onların dünyaya olan bu önü alınmaz tamahları, duygu ve duyarlılıklarını köreltmiş, ruhî ve ahlâkî zenginliklerini iyice fakirleştirmişti. Nitekim Bakara sûresinde bu konuya meâlen şu şekilde işaret edilmektedir: “Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun…” (Bakara, 96)

Böyle kimselerin hayatında din, sıcak bir ruh ve uğrunda çaba sarf edilen bir itikat olmaktan çıkar; böylece dünyevî kazanç ve menfaat aracı hâline getirilmiş olur. Bu tipler, inanmadıkları ve samimi bir şekilde bağlanmadıkları birtakım gerçekleri, başkalarına telkin ve tavsiye ederler. İnsanlara iyiliği ve güzelliği anlattıkları halde kendileri yapmazlar. “Siz Kitab’ı okuyup durduğunuz hâlde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz?” (Bakara, 44) İlâhî kelâmın manalarını değiştirip tahrif ederler. Allah’ın kesin hükümlerini birtakım menfaat ve arzulara göre te’vîl ederler. İlâhî hükümlere uyar görünürler; ancak yetki ve imkân sahiplerini memnun etme amacını güderler. Dolayısıyla iyiliğe davet edip onu hayatlarına uygulamadıklarından, muhataplarda şüphelerin oluşmasına sebep olurlar. Zira muhataplar, bir kimseden güzel söz işitir de çirkin fiiller görürse, söz ile iş arasındaki bu ayrılıktan şüpheye kapılarak itikadın ruhlarında alevlendirdiği meşaleler söner. İmanın kalplere serptiği nurlar kaybolur. (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, I, 68)

Hasbilik, yani herhangi bir karşılık beklemeden Allah yolunda fedakârlıkta bulunma, din adına toplum önünde bulunan insanların sahip olmaları gereken temel ilkeyi oluşturmaktadır. Bu âdeta “olmazsa olmaz” konumundadır. Peygamberlerin çevrelerinde bir muhabbet halkası oluşturmaları ve mucizevî başarılara imza atmalarının altında yatan esas gerçeklerden biri de budur. Onlar hep sonsuzluk özlemini yaşamış ve gerçek sevgiliye kavuşma arzusunu terennüm etmişlerdir. Kendilerine sunulan ve insanların can attıkları değer ve imkanları hep ellerinin tersiyle itmişlerdir. Kendilerinden sonra gelen ve bu manevî mesuliyeti yüklenen herkesin âdeta kulağında küpe olsun ve ayakları sürçmesin diye hep bir ağızdan şu ifadeleri tekrarlamışlardır: “…Sizden herhangi bir ücret istemişsem, o sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah’a aittir...” (Sebe’, 47) “Ey kavmim! Buna karşı ben sizden herhangi bir mal da istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allaha aittir...” (Hûd, 29; ayrıca bk. Hud, 51) Böyle olması da gerekiyordu. Çünkü insanların uhrevî ve sonsuz değerleri terk edip geçici, maddî değerlerin peşine düştüğü bir dünyada, din öncülerinin de aynı hastalıklara maruz kalmaları ve benzer illetler uğruna nefes tüketmeleri, işin başında iflas ve yenilgilerini ilan etmekten başka ne olabilir?